Cochabamba Su Savaşları’nın Öyküsü: Yağmuru Bile

 

Dünya çapında her geçen gün daha da büyük bir sorun olmaya başlayan temiz su temini, kapitalizmin bu alandan da kar elde etme hırsı ile bir insan hakkı olmaktan çıkalı çok oldu. Yaşamın kaynağı olan su dünya tekellerince paylaşıladursun, insanlık cevabını yaşam hakkı için mücadele göstererek veriyor. Türkiye coğrafyasında da son zamanlarda yakıcılığını HES projeleri, termik santral projeleri ve bu yolla suyun ticarileştirilmesiyle hissettiren su sorunu sermayenin açık bir savaş ilanıdır. AKP hükümetinin doğayı, insanı ve insan haklarını talan eden azgın neoliberal politikaları, insan için hayati önemi olan suyu meta haline çevirmekte ancak doğanın talanını engellemek için yeni bir mücadele alanı da ortaya çıkmakta. Öyle ki Metin Lokumcu derelerini sermayenin talanına karşı korurken gövdesini siper etmiş, bu uğurda şehit olmuştu. Termik santrallere karşı direniş başlatan Gerze halkı da benzer bir militanlıkla mücadelelerine devam ediyorlar.

Suyun ticarileştirilmesi süreci dünyanın pek çok bölgesinde çok ciddi direnişlerle karşılaştı. Bu direnişlerden en militanı, ilk su savaşı olarak bilinen Bolivya’nın üçüncü büyük şehri olan Cochabamba’da,emekçilerin öz örgütlenmeleri ile gerçekleşti. Yıl 2000 idi ve çokuluslu tekellere karşı verilmeye başlanan mücadele, 5 ay içinde bir milyon insanı sokaklara dökmeyi başarmıştı. Sokaklarda insanların katledildiği, sıkıyönetim ilanına kadar giden devasa bir mücadele ile Bolivya halkı suyun ticarileştirilmesini durdurmayı başardı.

Yönetmenliğini Ichar Bollain’in yaptığı “Yağmuru Bile” filmi Cochabamba halkının bu destansı direnişlerini konu alıyor. Çok özel bir senaryo ile basitliğe düşmeden mücadeleyi izleyicilere ulaştırmayı başarıyor. Film üzerine konuşmaya geçmeden önce Cochabamba direnişini anlatmak, filmin direnişle olan bağlarını açıklamak ve filmi anlamak için yararlı olacaktır.

Cochabamba Su Savaşları

Bolivya asgari ücretin yüz doların altında olduğu, Latin Amerika’nın en yoksul ülkelerinden birisi. İnka medeniyetinin bulunduğu topraklar olan Bolivya’da özellikle İnka yerli halkı bu yoksulluğu yüzyıllardan beri yaşamakta. Beş yüz yıldır emperyalizmin ayaklarının altında kıvranan halklar kölelikten modern köleliğe uzun bir sömürü tarihine sahip.

Suyun ticarileştirilmesinin Bolivya’da uygulanmaya konulmaya çalışılması 90’lı yılların sonuna tekabül ediyor; 1997-2001 yılları arasında iktidarda bulunan başkan Hugo Banzer tarafından Dünya Bankası’nın talimatları üzerine hızlı bir şekilde başladı. 1999 yılında ilk özelleştirme gerçekleşti. Özelleştirmelerin hemen ardından toplumsal muhalefet yükselmeye başladı. 2000 yılının Nisan ayında suları ilk olarak özelleştirilen Cochabamba’da baş gösteren isyan dalgası, 2005’te La Paz’da sürdü.

Yarı çöl olan Bolivya’da büyük çoğunluğu yoksul olan köylülük için hayati önemdeki su, şehirlerdeki büyük orandaki işsizlik ve düşük ücretli çalışma koşulları ile toplumun emekçi kesimini birleştirdi. Talepler su hakkının yanında işsizliğin son bulması ve düşük ücretlerin yükseltilmesi olarak genişledi. Ülkenin tüm şehirlerine yayıldı. Özelleştirme sonucu aylık su gideri %300 artışla 20 dolara ulaştı; yani dört kişilik bir ailenin bir aylık yiyecek giderine. Bunun üzerine köylüler dağlardaki kaynaklardan köylerine kilometrelerce hendekler kazarak bedava su kullanma yoluna gitmeye başladılar ancak özelleştirme yasası yağmur suyunun biriktirilmesini dahi yasaklıyordu. Çünkü yağmur suyu özelleştirilmiş olan su havzalarına gidecekti ve köylüler tarafından tutulması, şirketin “özel mülkiyeti” haline gelmiş olan bir malı çalmak anlamına geliyordu. Şirketler, nehirlerle birlikte bulutları da satın almış bulunuyorlardı.

Bolivya emekçileri için gerçek bir isyan ilmek ilmek örülmeye başlandı. Ocak ayında “La Coordinardora de Defansa del Agua y del la Vida” yani “Suyu ve Doğayı Savunma Birliği” adını verdikleri bir örgütlenme ile beş ay içerisinde bir milyon kişiye ulaştılar ve Şubat’tan Nisan’a kadar birçok militan eyleme imza attılar. Şehir meydanında toplanıp aylardır ödemedikleri su faturalarını yaktıktan sonra özelleştirmelerin geri çekilmemesi halinde ülkede hayatı durduracaklarını ilan ettiler. Ulaşımın tamamen durdurulduğu şehirde Şubat ayında sıkıyönetim ilan edildi. Polis sokaklarda gerçek mermilerle eylemci avladı. Üç kişinin öldürüldüğü eylemlerden sonra şirket, su idaresini çalışanları ile birlikte devretti. Ancak özelleştirme yasası halen geri çekilmemişti. Hükümetin uzun süre askeri tehditler savurmak dışında kitlelerin taleplerine sessiz kalan tavrı karşısında emekçiler 4 gün boyunca şehrin tüm yollarını kapattılar. Çatışmalar bir ay içinde milyonlarca Bolivyalının Cochabamba’ya yürümesine neden oldu. Ülke genelinde bir günlük genel grev ilan edildi. Ve en nihayetinde emekçiler savaşı kazandı ve özelleştirme yasalarını geri çektirdi.

Bu arada belirtmekte fayda var Bolivya sularını mülkiyetine alan şirketler Bechtel Holding’e ait. Holdingin başındaki isim ise Ronald Reagon’ın sekreterlerinden olan George Shultz. Bechtel, ABD’nin Irak yıkımından sonra yeniden inşa sürecinde 650 milyon dolarlık bir anlaşmaya imzasını atmış durumda. 140 ayrı ülkede 190 bin projesine sahip bu çokuluslu tekel, 200 su ve atık su anlaşmasından milyonlarca dolar kazanıyor.

Yağmuru Bile

Temmuz ayında Türkiye’de çok az sinemada gösterime girebilmiş “Yağmuru Bile” filmi, bir film ekibinin Bolivya’ya gitmesiyle başlar. Film, Kristof Kolomb’un Amerika’ya gelişiyle başlayan sömürgeleştirmeyi anlatacaktır. Kızılderililerin köleleştirilmesine karşı gelen bir rahibin hikayesini de imparatorluğa karşı gelen Kızılderililerin direnişi ile birlikte anlatmayı hedeflemektedir yönetmen. Ancak yapımcılar Kızılderililer yerine hem onlara fiziksel olarak çok benzeyen hem de çok ucuza çalıştıkları için Bolivya’ya gelip İnkalıları günde 2 dolara oynatmaya karar vermişlerdir.

Yapımda 500 yıl önce altın için gelen “beyaz adam”ın yerlileri köleleştirmesine karşı duran Kızılderili’yi canlandıran Daniel aynı zamanda su mücadelesinin önde gelenlerinden militanlarından biridir.Bu nedenle devamlı olarak yönetmen tarafından film için önemli bir rol oynadığı gerekçesiyle üç hafta eylemlerden uzak durması konusunda uyarılmaktadır.

Ancak Daniel, çocukları için mücadele etmek zorundadır ve bütün eylemlerde en önde yürümektedir. Daniel’in filmde her iki mücadele içinde de lider olarak resmedilmiş olması filmin asıl temasını ortaya çıkartıyor; altın için köleleştirenler modern zamanlarda suyu çalanlarla aynıdır ve beş yüz yıldır insanlığın sömürüsü devam etmektedir! Gerçek hayatla film içinde anlatılan sömürü öyküsü birbirlerine film boyunca öylesine sıkı bağlıdır ki izleyici kendisini imparatorluklar çağından 21. yüzyıla bağlayan bir zaman tüneli içerisinde bulur.

Film içinde film örgüsü halinde devam eden sahneler, çok büyük bir incelikle verilirken beş yüzyıl öncesi ile 2000 yılı birarada müthiş geçişler yaparak yansıtılmıştır. Filmden birkaç sahne ile açıklayalım.Çekimler sırasında Daniel’in de aralarında bulunduğu Kızılderilililerin yakıldığı bir sahne çekildikten sonra verilen arada, Kızılderili kostümleri içindeki Daniel film setine gelen polislerce tutuklanmaya çalışılır. Fakat yerli oyuncular (aslında aynı zamanda her biri su mücadelesinin bir parçası olan yerliler), bir direnişle Daniel’i polisin ellerinden kaçırmayı başarırlar.

Bir başka sahnede ise çekimler esnasında kucaklarında bebekleri ile kadınların, kendilerini köpeklerle takip eden askerlerden kaçarken nehirde bebeklerini boğmaları istenmektedir. Yönetmen her ne kadar boğma sahnesinde oyuncak bebeklerin kullanılacağından bahsetse de kadınlar oynamayacaklarını Daniel aracılığıyla yönetmene iletirler. Çocuklarını hiçbir şey için tehlikeye atmayacaklarını söyleyen İnka kadınları, kendilerinden çok daha başka değerlerle, para üzerine kurulmuş hayatlar yaşayan film ekibini hayretler içerisinde bırakırlar. Ekip, bu süreçte çevrelerinde olan bitenlerden etkilenmekte, taraf seçmeye mecbur kalmaktadır. Her kuruşun hesabını yapan yönetmen (Luis Tosar) ve yardımcı yönetmen (Gael Garcia Bernal) ve oyuncular insanların yoksulluğunun karşısında üzülmekte ancak kendi burjuva yaşantılarına dokunmayacak şekilde uzaktan izlemekte hatta çatışmalardan korkmaktadırlar. Karşılaştıkları her engeli para ile aşmaya çalışmakta ve filmi çekerken karşılaştıkları her zorluğu bu yolla aşmaktadırlar. Örneğin Daniel’in bir çatışmadan sonra tutuklanması ile birlikte polise para teklif ederek çekimler için Daniel’in çok önemli olduğunu bu nedenle salıverilmesini talep ederler polis şefi ise çekimler bittikten sonra Daniel’i geri alacağını söyler. Yönetmen ise böyle bir pazarlığı kabul eder çünkü onun için milyonlar yatırdığı filmin bitmesi, Daniel’in özgürlüğünden çok daha önemlidir. Daniel’i “kurtaran” beyaz adam, neden filmi riske attığını sorar ve Daniel yanıtlar: “Anlamıyorsunuz, su hayattır.”

Cochabamba halkının başlattığı Bolivya sathına yayılan direnişin tam ortasında kalan film ekibi can güvenlikleri olmadığını düşünerek uzaklaşmaya karar verirler. Yollar eylemciler tarafından kesilmiş, ulaşım tamamen durmuş, hükümet sıkıyönetim ilan etmiştir; sokaklarda çatışmalar devam etmekte insanlar vurulmakta, insanlar çatışmakta, insanlar kazanmaktadır… Küçük burjuva tavırlarıyla oyuncular sokaklardaki vahşete öfke duysalar da ülkeyi terk ederek kendilerini kurtarmanın peşine düşmektedirler. Aynı anda yönetmense ağır yaralı olan Daniel’in kızına yardım etmek için eylemlerin tam ortasından geçmekte, kadınların eteklerinde topladıkları taşlarla barikat kurduğuna tanıklık etmektedir. Yönetmen, gördükleri karşısında günlüğü 2 dolara çalıştırdığı insanların hayata tutunma savaşına tanık olmaktadır.

Ve veda vakti gelmiştir. Çatışmalar son bulmuş, sokaklar derin bir sessizliğe gömülmüştür. Yönetmen, Daniel’e bundan sonra ne yapacağını sorar cevap bellidir; “Hayatta kalmaya çalışacağım. En iyi yaptığım şeyi yani” der. Küçük burjuva hayatına kaçan yönetmen, kalıp mücadele etmek zorunda kalan bir emekçi ile yüz yüzedir. Özellikle bu sahneyi izlerken fark ediyorsunuz; gitme şansı ve imkanı olanlar değil, kalıp savaşmak zorunda olanlar dünyayı değiştiriyorlar.

Bolivya halkı 2000 yılında verdiği bu destansı mücadelenin iyi bir senarist olan Paul Laverty’nin (Özgürlük Rüzgarları, Ekmek ve Güller, Ülke ve Özgürlük filmlerinin senaristidir) konuya sıra dışı yaklaşımı sayesinde çok çarpıcı bir film ortaya konulmuş.

‘Yağmuru Bile’ mutlaka izlenilmesi ve izletilmesi gereken bir film olmakla birlikte mücadelenin biraz yüzeysel aktarıldığını belirtelim. Mücadele filmde film ekibinin ve yönetmenin tanık olduğu kadarı ile gösteriliyor. Daniel’in hayatı da aynı yüzeysellikle geçiştiriyor. Bu nedenle gerçekten Bolivya’da ne olduğunu bilmeyen bir izleyici için detaylar silinip gidebilir.

Filmi izlerken Gerze halkını, Hopa halkını anımsıyor; sermayeye karşı verilen insanlık mücadelesini gözlerimizin önünden geçiriyoruz. Amerika’dan Ortadoğu’ya, Daniel’den Metin Lokumcu’ya…

Ekin Akçay

TÜRKİYE’NİN “NÜKLEER RÖNESANS”I – NÜKLEER ENERJİ ALDATMACASI

 

Güncellenme Zamanı: 05.05.2006 17:22:47
 

 

TÜRKİYE’NİN “NÜKLEER RÖNESANS”I

 

L. Tufan ERDOĞAN

Petrol-Jeoloji Yük. Müh.

 

A. NÜKLEER ENERJİ ALDATMACASI:

 

2004 yılı içerisinde ETKB, Türkiye’de enerji çeşitliliği adı altında, yeniden nükleer enerji santrallarını gündeme getirdi. Hem de bir değil, tam üç adet yapacaklarını söyleyerek. İktidar, daha da ileri giderek, AB üyeliği hayali için, başta en büyük çatlak seslerden Fransa’yı susturmak için nükleer enerji konusunda çeşitli ön anlaşmalar da imzaladı. Aynı olay, Rusya’da da tekrarlandı. Ağanın eli tutulmaz!

 

Nükleer santrallar konusunda söylenecek çok şey var. Biz bunlardan bazılarını sıralayacağız:

 

1. Ölü Teknoloji: Nükleer enerji, Fransa hariç gelişmiş tüm batı ülkelerinde artık “ölü teknoloji” olarak anılmaya başlandı. Sözkonusu ülkeler, özellikle Çernobil felaketinden sonra, mevcut santrallarının güvenlik sistemlerini yeniden gözden geçirdiklerinde, inanılmaz sorunların yaşandığını, sıksık meydana gelen kazaların gizlendiğini ve tüm mevcut reaktörlerin bir şekilde yeni Çernobil’ler olmaya aday olduğunu gördüler. Birçoğunda alınması gerekli tedbirlerin çok masraflı olması nedeni ile bu santrallar teker teker kapanmaya başlandı.

 

2. Çekirdek Erime Olasılığı: Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından geçen yıl açıklandığına göre, dünyada her 2,5 yılda bir reaktör çekirdeği erimesi olayı gerçekleşme olasılığı var. Kanada’da Ontario Devlet Elektrik Planlama Komisyonu (ORCEPP), Kanada’da bir CANDU reaktöründe çekirdek erimesi olasılığının 15’de 1 olduğunu ilan ediyor. Bu oran, zarda düşeş atma ihtimalinden çok yüksek! Kanada Ontario’da birçok CANDU tipi reaktör kapatılmakta.

 

3. Kapatılan Santrallar: Son yıllarda, ABD‘de birçok nükleer enerji santralı, emniyet tedbirleri ve yaşanan kritik sorunlar nedeni ile, ya geçici süre ile durduruldu, ya da tümüyle kapatıldı. Örneğin, kısa bir süre önce, yapımı tamamlanmış olmasına rağmen Shoreham reaktörü, işletim masraflarının çok yüksek olacağı görüşü ile kapatıldı. İtalya‘da referandumla faal haldeki üç reaktör kapandı. Avusturya‘da inşaatı tamamlanan ve çalışmaya hazır nükleer enerji santralı, halkın isteği ile faaliyete geçemeden kapanmak zorunda kaldı. Kanada‘da birçok reaktör, yine emniyet gerekçesi ile kapandı, kapanıyor. Fransa hariç 14 OECD ülkesi nükleer programını durdurdu. Buna karşın 10 Doğu Avrupa ülkesi, Slovenya hariç, eski nükleer enerji programlarına -paraları ve batılı destekçileri yettiğince- aynen devam ediyorlar ve yenileri için de seferberler.

 

4. Batının Nükleer Çifte Standardı: Kendi ülkelerinde nükleer enerji santrallarını kapatan, programlarını durduran batılı ülkelerin işsiz kalan şirketleri, hükümetlerinin de maddi, politik destekleri ile, gelişmekte olan ülkelere tezgâh açtılar. Halâ, özellikle halkın görüşlerine önem vermeyen antidemokratik iktidarların yerleştiği ülkelerde kendilerine pazar bulabiliyorlar. Gerek Kanada (CANDU), gerek Amerika (Westinghouse) ve gerekse AB ülkeleri, bu alçakça ikiyüzlülüğün ve cinayetin baş aktörleri olmaktan hiç utanç duymuyorlar. AB‘nin PHARE ve TACIS gibi komiteleri, nükleer emniyet adı altında, gerikalmış antidemokratik yönetimli ülkelerde nükleer enerjiyi teşvik ediyor; Pakistan ve Hindistan‘da bozuk sistemleri geçici tedbirlerle bir süre daha idare edebilir hale getiriyor. Çin Halk Cumhuriyeti‘ni Ortadoğu petrol pazarından uzaklaştırmak için o ülkede nükleer santral yapımına büyük paralar ayırıyorlar. Alman Siemens, Fransız Electricite de France aracılığı ile, halklara rağmen Rusya‘da yeni yeni kötü teknolojili nükleer santralların yapımında bayraktarlık yapıyorlar. Yine şirketleri aracılığı ile Italyan, Fransız, Alman, Isveç, İngiliz, Kanada, ABD hükümetleri, Iran‘da reaktör inşa ediyor; Türkiye‘yi mahvedecek nükleer santral ihalelerine giriyor.

 

5. Pahalı Teknoloji: En önemli nükleer reaktör yapımcısı Amerikan Westinghouse bugüne dek ABD’de toplam 54 reaktör kurdu. Bunlar, ortalama %432 oranında bütçelerini aştılar ve yine ortalama 5,3 yıl gecikme ile tamamlanabildiler. Westinghouse bu konuda bir de rekorun sahibi: sonuncu reaktörleri olan Watts Bar I, tam 23 yıl gecikme ve %1.100 bütçe aşımı (toplam 7 milyar dolar) ile sonuçlandı! Avrupa’nın nükleer devi Electricite de France şu anda dünyanın en büyük borçlu şirketi. Firmanın 1999 yılı borç toplamı tam 30 milyar dolar. Bu rakam tek bir firmanın yapabileceği en büyük borç olarak tarihe geçti. Bunun oluşmasında, hem nükleer santralların kuruluşunda yaşanan bütçe aşmaları ve süre aşımları, hem de üretilen enerjinin kolay satılamayacak kadar pahalı olması.

 

Kuruluşu problemli olan nükleer enerji santrallarının sökümü çok daha problemli. Yıllar alan bu işlemlerin maliyeti, en azından kuruluş masrafı kadar oluyor. Dünya ortalaması olarak, sökülen bir santralın maliyetinin en az 3 milyar dolar olduğu hesaplanıyor.

 

7. Elektrik Fiyatları: Üretim masrafları açısından da nükleer santrallar, hiç de palavrası yapıldığı gibi ucuz değil! Doğal gaz çevirim santrallarındaki 3,4 cent/kW.saat’lik üretim masrafına karşılık (biz bunu da 12-16 cent’e çıkartmayı başardık!), rüzgar enerjisinin kW.saat’i 5 cent’i, nükleer reaktörünkü ise 9 cent’i buluyor!

 

8. Atık Sorunu: Diğer bir safsata da, nehirlere, göllere, denizlere boşaltılan soğutma sularının sadece birkaç saniye radyoaktif kalabildiği ve akabinde tümüyle arınmış, tehlikesiz olduğu masalı! Sözkonusu soğutma suları, doğal alanlara boşalmadan önce, reaktör ve yüzlerce metrelik borulardan geçiyor. Bu sular, tüm bunlardan geçerken, ister-istemez reaktörden ve boruların kendisinden radyoaktif kurşun, krom, kobalt parçacıkları da alıyor içine. Bunların radyoaktifliği de tabii yıllarca sürüyor! Yani suların birlikte getirdiği radyoaktif toz, bu suların boşaldığı nehir, göl ve denizleri, hiç de söylendiği gibi tertemiz bırakmıyor; tam aksine, insanlara düşük radyoaktiviteyi uzun zaman alma fırsatı veriyor! Uranyum atıklarını taşıyan treni koruyan Alman polisi, bu trende sadece 50 kilometre seyahat edebiliyor; bu süre içerisinde bir insanın kaldırabileceği maksimum radyasyona maruz kaldıkları saptanıyor! Ve tüm bunlar “zararsız”(!!) santralların etkileri. Patlayanlarınkini ise Ukrayna ve Karadeniz halklarına sormakta fayda var!

 

9. Köhne Teknoloji: Nükleer teknoloji ve nükleer enerji santralları her nekadar yüksek teknoloji ürünü gibi gösterilirlerse de, aslında, son 50-55 yıldır hiçbir ciddi gelişim olmamış. Atomu parçalama yöntemi, 1945’te uygulanandan hiç farklı değil. Çok sık yinelenen aynı tür kazalara karşı bile yeterli teknoloji üretmekten uzak bir teknolojinin bugüne dek ayakta kalabilmiş olması bile tüyler ürpertici! Aşağıdaki tablo, nükleer enerjiye bir zamanlar milyarlarca dolar yatıran bir batı ülkesinin, bu köhne teknolojiden nasıl ümidini kestiğini göstermesi açısından çok çarpıcıdır. Buyurun size ABD’deki “nükleer rönesans”:

 

 

 

ABD’DE AR-GE HARCAMALARI

($/1000kW-enerji)

NÜKLEER ENERJİ + KÖMÜR 0,05
PETROL 0,58
DOĞAL GAZ 0,41
RÜZGÂR ENERJİSİ 4.769,00
GÜNEŞ ENERJİSİ 17.006,00

 

Güneş enerjisi için harcanan 17 bin dolar’lık araştırma-geliştirme parasına karşılık, nükleer ve kömüre toplam 5 cent! Bu durumun yaşandığı batı ülkesinde şurası da açıkça biliniyor ki, enerji tasarrufuna ve kullanım etkinliği tedbirlerine harcanan her 1 dolar, nükleere harcanan her 1 dolar’dan 7 kat fazla enerji tasarrufu sağlıyor. Yani, birileri tercihini çoktan göstermiş de anlayan yok!

 

10. Stronsiyum – Sezyum – İyodin: Nükleer lobicilere göre, nükleer enerji dışında tüm enerji kaynakları radyoaktif atık çıkartıyor; insanları öldürüyor. Ancak, atom enerjisinin insan sağlığına musallat edildiği 1945 yılından günümüze değin, özellikle nükleer enerji santrallarının kurulu oldukları alanlarda:

 

  • Çocukların diş ve kemiklerinde, asla bulunmaması gereken Stronsiyum­-90, kaslarında Sezyum-137 ve tiroidlerinde ise İyodin-131 bulunmaya başlandı.
  • 50 yaş altı kadınlarda meme kanseri miktarı kontroldan çıkacak kadar arttı.
  • Bağışıklık sistemini doğrudan etkileyen Stronsiyum yüzünden AIDS vakaları patladı.

 

Bir nükleer reaktörde 400-600 arası kimyasal üretilmekte. Bunlar gaz, sıvı ve katı haldeler. Katılar, yeniden kazanım amaçlı kurtarılıyor. Gazlardan pek azı, katı hale dönüşebilme özellikleri nedeniyle bekletiliyor. Geri kalan tüm gazlar ve sıvılar, doğaya, atmosphere salınıyor. Bu vurdumduymazlığın nedeni, bu sıvı ve gazların, ülkelerin hiçbir bilimsel dayanağı olmadan kabul ettikleri insan sağlığına zararlı olmayan radyasyon miktarlarında olmaları. Halbuki artık şüphe götürmeyecek şekilde ispatlanmıştır ki, kanser ve diğer sağlık sorunlarının oluşmaması için zararsız bir radyasyon miktarı yoktur (Ontario Eyalet Yönetimi Direktifi, Kanada; Skeet, J. 1994, Nuclear Radiation and Human Health: Corrupting the Gene Pool).

 

Unutulmamalıdır ki, ICRP (International Comm. of Radiation Protection), Uranyum madenlerinde çalışan işçiler için 1931 yılında yılda 73 rem’lik radyasyonu normal sayıyordu. 1996 yılına gelindiğinde ICRP bu miktarı 2 rem’e düşürmek zorunda kaldı. Halk için 1977’de 0,5 rem’i normal sayan ICRP, 1990’da bunu da 0,1 rem’e düşürdü. Sözün özü, radyasyon konusunda asla bir sınır verilebilmesi söz konusu değil (Gofman, J. W., 1990, Radiation-Induced Cancer from Low-Dose Exposure). İnsan için zararsız radyasyon miktarı, tabii ki sıfırdır!

 

Stronsiyum-90 özellikleri bakımından Kalsiyum’a benzer. Bu nedenle vücut tarafından Kalsiyum zannedilerek emilir; dişlerde ve kemiklerde depolanır. Yiyecek ve içeceklerle vücuda giren Stronsiyum-90’ın %70-80’i vücuttan dışarı atılır. %20-30’u kemiklerde birikir. %1 civarındaki bölümü ise, kan dolaşımına karışır; kemik ilikleri ve yumuşak dokulara girer (UN Environmental Protection Agency, www.epa.gov). İnsan vücudunda depolandıkları yerlerde yüksek enerjili elektron, ya da beta partikülleri emisyonu ile hücreleri öldürür ve mütasyonlara neden olur. Kemik iliklerinde bağışıklık sistemi ve kan hücreleri ürediğinden, Stronsiyum-90 kan kanseri, göğüs ve prostat kanseri ile bağışıklık sistemi bozukluklarına ve dolayısı ile AİDS hastalığına yol açar (www.iacenter.org; blackhole.on.ca; www.lightparty.com: Wiesen, B.; Gould, J. M., “Deadly Deceit” ve “The Enemy Within” adlı kitapları). Ayrıca, hormonları, pankreası, tiroid bezlerini, üreme organlarını ve merkezi sinir sistemini de tahrip eder. Hormonal dengelerin bozulması ve merkezi sinir sisteminin tahrip olması sonucunda, obesite, yüksek tansiyon, kalp hastalıkları, astım, şeker hastalığı ve felçlere de neden olur.

 

Vücutta nöronlar, kalsiyum iyonları göndererek iletişimde bulunurlar. Stronsiyum-90, vücuda Kalsiyum’u taklit ederek girdiği için, yaydığı yüksek enerjili elektronlar ve İtriyum-90’a dönüştüğünde ortaya çıkan çok yüksek radyoaktivite (Stronsiyum-90’dan %500 daha fazla) ve beta ışını yayımı sayesinde nöronları tahrip ederek, beynin zarar görmesini ve beynin prefrontal korteksinin etkilenmesi sonucunda da otizm, dawn sendromu, konsentrasyon bozuklukları, öğrenme yeteneğinin yok olması, intihar ve cinayet eğilimlerinin ortaya çıkmasını sağlar (Sternglass, E., Radiation Public Health Project, 8 Kasım 2003: www.mindfully.org/ Nucs/2003/Strontium-90).

 

Az dozajda radyasyon yayan Stronsiyum-90 ile uzun süreli temas, kısa süreli yüksek dozajla temastan çok daha tehlikeli ve öldürücü. Reaktörlerin kontrolsuz olarak, genelde paslanan soğutma suyu boruları ve valfler aracılığıyla havaya ve suya karıştırdığı düşük dozlu radyoaktif maddelerin yarattığı tahribatın, bir ABD Devlet Kuruluşu olan ICRP (Int. Comm. Of Radiation Protection: http://www.icrp.org) tarafından belirtilenden 100-1.000 kat daha yüksek olduğu, ECRR (European Comm. on Radiation Risk: www.euradcom.org) Ocak 2003 tarihli raporu ile ortaya konmuştur.

 

WISE/NIRS Nuclear Monitor’un 16 Mayıs 2003 tarihli raporunda, incelenen 4 Florida nükleer santralından uzaklaştıkça toprak, hava ve sudaki Stronsiyum-90, Sezyum-137 ve İyodin-131 miktarlarının azaldıkları saptanmıştır. Her yıl 100 ton nükleer atık üreten tek bir nükleer reaktör, rutin olarak bu maddeleri havaya ve suya bırakmakta.

 

Konu bu kadar hassasken, ABD’yi doğal olarak bir kenara bırakırsak, insan, diğer kuruluşların ne yaptığını merak etmeden geçemiyor. İkisi de birer Birleşmiş Milletler kuruluşu olan Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ile Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) arasında yapılan ve halen yürürlükte olan bir anlaşma (Resolution WHA 12-40, 28 Mayıs 1959), bu konudaki duyarsızlığı, hainliği ortaya koymaya yeter. Bu anlaşmaya göre, kurumlardan biri, diğerinin ilgi alanındaki konularda herhangi bir program ya da faaliyet yapacak ise, mutlaka diğerine danışacak ve onun görüşüne göre faaliyetinde değişiklik yapacak. Yani, Dünya Sağlık Teşkilatı, WHO, Atom Enerji Ajansı’nın (IAEA) onay vermediği sürece radyasyonun sağlığa zararları konusunda araştırma yapamayacak (Grossman, K., 22 Ağustos 2002, East Hampton Star)! İlginçtir; Çernobil faciasondan sonra da, yayılan radyasyonun çevre sağlığı üzerindeki etkileri WHO tarafından değil, IAEA tarafından araştırılmış idi.

 

Pekiyi, bu konuda Avrupa Birliği ne yapıyor? Tabii ki son derece laubali ve vurdumduymaz davranıyor! Bir AB kuruluşu olan EURATOM’un 96/29 sayılı Avrupa Birliği Direktifi, düşük seviyeli nükleer atıklar arasında bulunan makine, cam, metal kaplar, giyecek ve beton gibi malzemelerin, evlerde kullanılmak üzere yeniden kazanımına izin veriyor!

 

11. Rutin İşletim Sırasındaki Zararları: Radyasyon sızıntısı için nükleer santrallarda illa bir kaza olması şart değil! Reaktörün normal günlük çalışma düzeni içerisinde insan ve çevre sağlığına son derece zararlı radyasyon doğaya rutin olarak verilmekte. Kısacası, bir nükleer santralın “sorunsuz” çalışması sırasında da insanları, doğayı inanılmaz şekilde zehirliyor (Nuclear Information and Resource Service, Washington, USA: http://www.nirs.org). Nasıl mı?

 

  1. Uluslararası standartlar, bir nükleer santralın rutin çalışması sırasında havaya, suya ve toprağa verdiği radyoaktiviteyi normal kabul ediyor. Özellikle Çernobil felaketinden anlaşılmıştır ki, her insanın radyasyona tahammül sınırı farklıdır ve çok düşük (izin verilen) radyasyon miktarları bir çok insanı, geri dönüşü olmayacak şekilde zehirlemektedir.
  2. Radyoaktivitenin ölçüm birimi “küri”dir. Tek bir reaktörün çekirdeğinde yaklaşık 16 milyar küri’lik bir radyoaktivite bulunmaktadır. Bu, Hiroşima’ya atılan atom bombasının en az 1.000 katıdır.
  3. Reaktörlerdeki yakıt çubukları, kilometrelerce borular, tanklar ve valfler her zaman sızdırabilir. Mekanik bir sorun ya da insan hatası da buna neden olabilir. Reaktör eskidikçe, tüm bu parçalar da eskir ve sızıntı miktarları, kaçınılmaz olarak artar.
  4. Valflerin ve boruların harap olmaması için, her zaman reaktör merkezinden belli bir miktar radyoaktif su, bilinçli şekilde, çekilir. Bunlar, basit şekilde filtre edildikten sonra, bir miktarı soğutma suyuna eklenir, bir kısmı da dışarıya, çevreye atılır.
  5. Tipik bir 1.000 MW’lık basınçlı su reaktörü (soğutma kuleli), soğutma işi için dakikada 76.000.000 litre nehir, göl ya da deniz suyu kullanır. Bu su, 80 km uzunluğunda borulardan geçer. Suyun, her dakika 20.000.000 litresi geldiği nehir, göl veya denize dönerken, geri kalan 56.000.000 litresi de buhar olarak atmosfere atılır. Soğutma suyu kulesi olmayan 1.000 MW’lık bir reaktörün çok daha fazla suya gereksinimi vardır. Bu miktar, dakikada 2 milyar litreye kadar çıkabilir. Doğaya atılan suyun ve buharın radyoaktivite ile ne kadar kirlendiğini ve bu kirlilik miktarının insan ve doğaya nasıl zarar verdiğini kimse bilmemektedir.
  6. Bazı radyoaktif füzyon gazları, reaktörün soğutma suyundan çıkartılıp, günlerce tanklarda muhafaza edilir. Daha sonra bunlar filtreli bacalardan atılırlar. Bu gazlardan bir kısmı, bekletildikleri tanklardan santral binalarına sızarlar ve periyodik havalandırmalar sırasında, çok erken atmosfere bırakılırlar. Havaya karışan bu gazlar, sadece atmosferi değil, toprağı ve suyu da kirletirler.
  7. Bir nükleer santralın rutin operasyonları sırasında dışarı çıkan radyoaktivite miktarı ölçülmez veya rapor edilmez. Kaldı ki, bir çok küçük kazalar ve bunların yüzünden doğaya sızan radyoaktivite miktarları da çoğu kez açıklanmaz.
  8. Radyoaktif hidrojen (trityum) ve asil gazlardan (kripton, zenon, vb) oluşan bazı reaktör yan ürünleri için sağlıklı ve ekonomik bir filtreleme ve denetim teknolojisi henüz geliştirilmiş değildir. Bazı sıvılar ve gazlar, kısa ömürlü radyoaktif elementlerin parçalanması için tanklarda bekletilirler. Bunların arasında, bu kadar süre içerisinde yok olmayacak kadar uzun yarı-ömürleri olanları da, diğerleri ile birlikte doğaya atılır.
  9. Devletler, kural olarak, “izin verilen” miktarda radyoaktivite içeren suların doğaya atılmasına ses çıkartmazlar. Reaktörlerdeki detektörler de bu “izin verilen” seviyenin üstü için kalibre edilirler. “İzin verilen” miktar, asla “zararsız” miktar demek değildir!
  10. Denetim kurulları, reaktör işletmelerinin sunduğu raporlara ve yine bunların yaptığı bilgisayar simülasyonlarına dayanarak denetimlerini yaparlar. Dolayısı ile, çevresel etkilerin önemli bir bölümü gerçek değil, sanaldır.
  11. Reaktör yakıtı üretimi aşamalarının her birinden havaya, suya ve toprağa verilen radyoaktif atıkların miktarları asla bilinmez. Bu yakıt üretimi operasyonları içerisinde, uranyum madeni işletmeleri, cevher kırma tesisleri, kimyasal çevrim, cevher zenginleştirme ve yakıt üretim işletmeleri bulunur. Bunlara bir de nükleer santralın kendisini, radyoaktif atık toplama alanlarını, havuzlarını, atık varillerini eklediğinizde, bu büyük sistemin çevreye verdiği zararı hesaplamanın olanağı yoktur.
  12. Özellikle özelleştirmeler yüzünden artan ekonomik baskılar, masrafların kısılmasını da beraberinde getiriyor. İlk kısıntı kalemleri de, tabii üretim zinciri halkalarında değil, denetim ve emniyet işlemlerinde bulunuyor. Yani işletmeci, üretimi yavaşlatmamak için, emniyet işini ihmal edebiliyor. Tüm dünyada bunun örnekleri çok bol.
  13. Reaktörlerin radyoaktif yan ürünlerinden pek çoğu, çok uzun süreler çevreye radyoaktif partikül ve ışın yaymayı sürdürürler. Radyoaktif bir madde, yarı-ömrünün en az 10 katı bir süre içerisinde radyasyon yaymaya devam eder. Örneğin, iyodin-129’un yarı-ömrü 16 milyon yıl, teknetyum-99’un 211 bin yıl, plutonyum-239’un ise 24 bin yıldır! Zenon-135 gazı, yarı-ömrünü tamamladığında sezyum-135’e dönüşür. Bu yeni oluşum, yani sezyum-135’in yarı-ömrü 2,3 milyon yıldır!
  14. Düşük seviyeli radyasyonların, canlıların dokularında, hücrelerinde ve DNA’ları ile bir çok yaşamsal moleküllerinde hücre ölümleri (apoptosis), genetik mütasyonlar, kanserler, doğum bozuklukları ve üreme, bağışıklılık ve endokrin sistemi dengesizliklerine neden oldukları, artık bilimsel olarak tartışılamayacak şekilde kanıtlanmıştır.

 

B. SONUÇ OLARAK:

 

Nükleer enerji konusunda bir eleştiri getirildiğinde alınacak en klasik yanıt, “hayatında nükleer enerji santralı görmemiş” olmakla suçlanmaktır. Bunun doğru olup olmadığını tartışmak bile anlamsızdır. Varolan gerçek, eleştiren kişinin çoğunlukla bir nükleer fizikçi ya da atom mühendisi vb. olmamasıdır. Dolayısı ile suçlama, kendi tutarsızlığı içinde bir doğruyu da barındırmaktadır.

 

Yapılacak iş, bu suçlamayı yapanı pişman edecek yanıtı vermektir. Hem de, yine bu suçlamayı yapanın büyük olasılıkla, mesleği olmasına rağmen bizzat kendisinin de herhangi bir nükleer santralda ciddi bir süre çalışmamış olması gerçeği de ortada iken. Unutmayalım; Türkiye’de bir minyatür araştırma modeli dışında henüz nükleer santral yoktur; olmaması için elimizden geleni yapacağımız da iyi bilinmelidir.

 

Yüksek yağ oranı olan besinlerin bana zararlı olduğunu bilmem için gıda mühendisi ya da uzman doktor olmama gerek var mıdır? Yapacağım tek şey, gerekli kişilere danışmak, okumak, öğrenmektir. Kısacası, yumurtadan anlamak için tavuk olmaya gerek yoktur. Kaldı ki bozuk yumurtayı tavuktan iyi anlayabileceğimiz de unutulmamalıdır. Bozuk yumurtayı yediğimde zehirlenecek olmama, onu yumurtlayanın aldırmasını bekler misiniz?

 

Nükleer enerji kepazeliğine karşı çıkmamızın nedeni, bir nükleer santralın planlaması, üretim şeması, ya da santral tasarımlarını yenilemek arzumuzdan kaynaklanmamaktadır. Niyetimiz, çok şükür alakamız olmayan bir meslek grubunun işini elinden almak değildir. Konu, bizzat kendi sağlığımızdır; geleceğimizdir. Sağlığımı, geleceğimi, halkımı, ülkemi, çevremi risk altına sokacak bir eylemi önlemek için çaba göstermekte olmam; yaşam kaynaklarımın yok edilmesini önlemeye çalışmam, sıhhatimi bir meslek erbabının sanatını icra etme arzusu ve merakı için harcamak istememem anlayışla karşılanmalıdır. Konu mesleki beceriler değil; o becerilerin benim sağlığıma koyacağı ipotektir. O hakkı da kimseye vermiyorum.

 

Etrafımızda yıllar yılı olan biten radyasyon yayılımlarından dolayı insanlarımızın vücutlarına kalsiyumu taklit ederek giren Stronsiyum-90, potasyum olarak giren Sezyum-137, iyot olarak giren İyodin-131 konularından hiç bahsetmeyelim ki halkımız panik olmasın. Cehalet huzurdur; bırakalım halkımız kendi sağlığı konusunda bile cahil kalsın ki, huzur içinde ve nedenini asla bilemeden ölüp gitsin. Siyasi kararlarla oluşan bir tren kazasının ardından doğrudan sorumlu olanlar, yine sorumlu oldukları trafik kazalarında hergün daha fazla adam ölüyor dememişler miydi? Bu türden insanlara, “9-10 yıl sonra vücudumuzdaki Stronsiyum-90, kendisinden 500 kat daha radyoaktif olan ve gama ışınları da salabilen İtriyum-90’a dönüştüğünde ne olmasını bekliyorsunuz?” diye sormanın bir anlamı yok tabii! Ülkemizde ciddi bir Stronsiyum-90 taraması yapılmasını, bunu yapacak alet-edevatın ülkemizde bulunmadığını, önümüzdeki 9-10 yıl içerisinde insan vücudundaki bu rezillikten kurtulmak için ciddi araştırmalara girilmesinin yaşamsal önemi olduğunu bu türden insanlara söylemenin de gereği yok. Yani iş başa düşüyor, herzamanki gibi. Halkın bu konularda bilinçlenmesini sağlamak, taleplerini dile getirmek yurtseverlere düşüyor yine!

 

Evet, ülkemiz zaten radyasyondan yıllardır nasibini alıyor. Gerek ABD ve gerekse Rusya’daki atom bombası denemelerinin en yoğun olduğu yıllar olan 1965-67 arası Türkiye, Stronsiyum-90 kirlenmesinden en fazla etkilenen ülkeler arasındaydı. Birleşmiş Milletlerin bir kuruluşu olan UN SCEAR’ın 1969’da yayınladığı aşağıdaki harita bu gerçeği gözler önüne seriyor!

 

26 Nisan 1986 tarihinde oluşan Çernobil faciasından 5 gün sonra başlamak üzere ülkemizin radyasyondan ne kadar etkilendiğini de Alman Globus’un haritalarından görebiliyoruz. Tüm Anadolu ve Kıbrıs’ı da içine alan bir alan, daha sonra Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya kayıyor.

 

Zamanın aklı yedi karış havada yetkilileri ne demişlerdi? Onlara göre “Çernobil’in radyasyon bulutları bize kadar ulaşmamıştı”. Hem zaten “biraz radyasyon Türklere iyi de gelir”di. Bu utanmazca açıklamaları yapan sefiller, TV karşısında Karadeniz çayı diye yabancı çayları içip halkı kandırmamışlar mıydı? Ve yıllardır yenmemesi gereken fındıkları yedirip, içilmemesi gereken çayları halka içirmemişler miydi?

 

Hiç merak etmeyelim; yine aynısı olur. Eğer becerebilip de ülkemizin başına birsürü nükleer santral belasını sarabilirlerse, ileride çıkması nerede ise kesin olan felaketler karşısında da aynı vurdumduymazlık içerisinde olacaklar; utanmadan, sıkılmadan. Ve insanlarımız yine eskiden olduğu gibi, bunların yakalarına sarılıp hesap sormak yerine, kadere havale edecekler başlarına gelenleri!

 http://www.jmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=688

 

Gerze’nin katili Anadolu Grubu McDonalds blokajıyla protesto edildi

Anadolu grubununun Sinop/Gerzede yapmak istediği Termik Santrale karşı gelen halka uygulanan polis-jandarma terörü Galatasaray lisesi önünden başlayan yürüyüşle protesto edildi. 

Karadeniz İsyandadır Platormunun çağrısıyla; Loç vadisi Koruma Platformu, Munzur Çevre Derneği, Sinop Gerzelilerin, Hopalıların da destek verdiği yürüyüş sırasında, sırasında Anadolu Grubu’na ait Komili, Efes Pilsen, Coca-Cola, Fanta, Faber Castel, Isızu, Abank, Damla su, Cappy, Sprite markalarının dövizleri taşınarak bu markalar teşir edildi. Anadolu Grubu’nun katil şirketlerinde bir diğeri olan Mcdonalds önüne gelindeğinde kapı önünde blokaj yapıldı. Yaklaşık 1 saat boyunca Mcdonalds’a girişler engellenerek çalışmaz hale getirildi. Eyleme destek veren Loç Vadisi Koruma Platformu, Munzur Çevre Derneği destek konuşmalarını yaptılar.  Gerzeden ve Hopadan gelen katliam tanıkları yaşadıklarını anlatıtan sonra basın açıklaması okunup yürüyüşün ardından eylem sonlandırıldı. Ardından, destek için 15:30’daki İstiklal’e Dokunma eylemine geçildi.

‘Gerzelilerin isyanı isyanımızdır’

Karadeniz İsyandadır Plotformu, Sinop Gerze’de termik santral yapımına karşı direnen köylülere gaz bombaları ile yapılan müdahaleyi İstanbul McDonald’s önünde protesto etti. Platform üyeleri, yaklaşık bir saat boyunca sürdürdükleri oturma eylemi ile McDonald’s’a müşteri girişini durdurdu.

Sinop’un Gerze İlçesi Yaykıl Köyü’nde termik santrale karşı direnen köylülere yapılan polis müdahalesi protesto edilmeye devam ediyor. Karadeniz İsyandadır Platformu üyeleri, Taksim’de yaptıkları eylemle “Gerze halkının isyanı isyanımızdır” dedi.

Galatasaray Lisesi önünde bir araya gelen platform üyelerine, Loç Vadisi Koruma Platformu, Munzur Çevre Derneği ve “Hopalı eşkiyalar” destek verdi. “Anadolu grubu sana her yer Gerze” pankartının açıldığı eylemde, “Santral yapma boşuna, yıkacağız başına”, “Gerze darda Karadeniz isyanda”, “Hopa’dan Gerze’ye eşkiyalar her yerde” sloganları atıldı. Ayrıca, Anadolu Grubu’na ait olan “McDonald’s, Faber Castell, Coca Cola, Fanta, Sprait, Komili, İsuzu, Efes Pilsen, ABank” gibi markaların her biri için “Gerze’nin katili…” dövizleri taşındı.

Buradan yürüyüşe geçen 500 kişi, Demirören AVM önüne geldiğinde “Demirören sıra sana gelecek” sloganlarını attı.

Sloganlar ile yürüyüşünü sürdüren platform üyeleri Beyoğlu McDonal’s’ın önünde yaklaşık bir saatlik oturma eylemi gerçekleştirdi. Çok sayıda polis, McDonald’s’ı korurken, binanın kapıları kilitlendi. Oturma eylemi süresince binaya müşteriler giremedi.

YAŞAM SAVUNUCULARI BULUŞTU

Eylemde Gerze’de direnen Şengül Şahin, “Destekleyen herkese sonsuz teşekkürlerini”; Loç Vadisi için direnenler, “Kastamonu Cide Loc’tan Sinop Gerze’ye kucak dolusu dayanışmalarını” iletirken, Munzur Koruma Kurulu üyeleri de “Gerze’den Munzur’a direnen halklar kazanacak” sözleri ile kitleyi selamladı. Eylemde ayrıca, kendilerini “Hopa’lı eşkiyalar” diye tanıtan Hopalılar adına da bir konuşma yapıldı, “Bize eşkiya diyen devlet, Gerze’de tutuklananlar için ne diyecek diye bekliyoruz” denildi.

Ayrıca, 14 Eylül’de davaları görülecek olan Hopa tutukluları için duyarlılık çağrısında bulunuldu.

‘TOPYEKÜN SALDIRIYA TOPYEKÜN DİRENİŞ’

Karadeniz İsyandadır Platformu adına konuşan Osman Oral “Yıllardır yaşam alanlarına tırnaklarını geçirerek HES’çi şirketlere direnen Tortum halkını isyanımızın tüm ateşiyle selamlıyoruz” dedi. Ayrıca, “Topyekün saldırıya, topyekün isyan” çağrısı yaptı.

Osman Oral, Anadolu Grubu’na şöyle seslendi: “Anadolu Grubu, derhal Gerze’den kirli elini çek! Yoksa seni gizli anlaşmaların, projenin başlamasını ağzı sulanarak bekleyen aç timsahların, jandarmasıyla, polisiyle, özel birimiyle, hukuksuzluğuna yol veren kamu görevlisiyle arkana aldığın devlet terörün de kurtaramayacak.”

İSTANBUL-ETHA http://etha.com.tr/Haber/2011/09/10/yasam/gerze-halkinin-isyani-isyanimizdir/

Karadeniz’den ‘ortak mücadele’ çağrısı

İSTANBUL (DİHA) – KARADENİZ İsyandadır Platformu, Gerze’de planlanan termik santral projesini protesto eden halka yapılan müdahaleye tepki gösterdi. Platform üyeleri, ortak mücadele çağrısı yaptı.

Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP) üyeleri, Sinop’un Gerze Beldesi’ne bağlı Yaylık Köyü’nde Anadolu Grubu’nun yapmayı planladığı termik santrale karşı direnen köylülere yapılan müdahaleyi protesto etti. İstanbul Galatasaray Lisesi önünde bir araya gelerek platform üyeleri, Taksim Mc Donalds’a kadar yürüdü. “Anadolu Grubu sana her yer Gerze” ve “Karadeniz’de zehir solumak istemiyoruz” pankartları ve “Termik santral istemiyoruz”, “Gerze halkı yalnız değildir”, “Gerze’nin katili yazılı altında çeşitli markaların adı” dövizlerinin taşındığı yürüyüşte, “Santral yapma boşuna, yıkacağız başına” ve “Termikçi şirket Gerze’yi terk et” sloganları atıldı.

‘ANADOLU GRUBU KİRLİ YÜZÜNÜ GİZLEYEMEYECEKTİR’

Dersim, Hopa ve Loç Vadisi’nden gelen çevre örgütü üyelerinin konuşmalarının ardından KİP adına açıklama yapan Osman Oral, Anadolu Grubu’nun polis ve jandarmayı arkasına alarak, termik santral tehdidine karşı çıkanlara iki kez acımasızca saldırdığını ve 25 kişinin yaralandığını hatırlattı. Bölge halkının 6 Ağustos’tan bu yana Yaykıl köyünde çadırlarda nöbet tuttuğunu dile getiren Oral, “Anadolu Grubu kirli yüzünü cilalı markalarının arkasına daha fazla saklayamayacak” dedi.

‘GÖZÜMÜZÜ ÜZERİNİZDEN AYIRMAYACAĞIZ’

Oral, Gerze’nin katilinin Efes Pilsen, ABank, Mc Donalds, Coca Cola, Fanta, Cappy, Komili, İsuzu, Faber Castell gibi markalar olduğunun altını çizdi. Yaşam alanlarının tamamını sermayenin hizmetine sunanların ve bu uğurda Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkaranların, halkların isyanını bastırabilmek umuduyla “Karadeniz’e özel güvenlik birimleri” kurmaya başladığına dikkat çeken Oral, “Hopa, Tortum ve Gerze’de yaşamı savunanlara yaptıklarınızı unutmayacağız, affetmeyeceğiz, gözümüzü üzerinizden ayırmayacağız” diye konuştu. Oral, tüm çevre örgütlerine “Ortak mücadele ve direnişi yükseltme” çağrısında bulundu.

Açıklamanın ardından platform üyeleri, iki saat boyunca Anadolu Grubu’na ait Mc Donalds’ın önünü kapatarak, müşterilerin girişini engelledi. 

http://evrensel.net/news.php?id=13428

BASIN AÇIKLAMASI METNİ

5 Eylül günü, Gerze’de, polisi ve jandarmayı arkasına alan Anadolu Grubu, termik santral tehdidine karşı toprağını, havasını, suyunu korumak için panzerlerin altına yatan, gaz bombalarına, tazyikli suya, plastik mermilere ve joplara maruz kalan halka ikinci kez ve acımasızca saldırmıştır.

Gerze’de termik santral kurmak üzere Yaykıl Köyü’nde sondaj faaliyeti yapmak isteyen yaşam düşmanı Anadolu Grubu’nun hukuku hiçe sayan girişimleri, yöre halkının büyük direnişine rağmen arkasına devlet terörünü de alarak sürüyor. Anadolu Grubu’nun Sinop’un Gerze ilçesine termik santral kurmak girişimlerine karşı yöre halkı 6 Ağustos’tan beri Yaykıl köyünde çadırlarda nöbet tutuyor. Çünkü kurulmak istenen kömürlü termik santralin doğaya ve yaşama zehirli etkisi biliniyor. Çünkü termik santral projesine karşı 2009 yılında “Yürütmenin Durdurulması” kararı verilmiş olmasına rağmen ve sonraki süreçte Gerze halkının lehine olan tüm yargı kararlarına rağmen Anadolu Grubu haksız ısrarından vazgeçmiyor; Yaykıl köyüne zemin etüdü yapabilmek için gece baskınlarıyla saldırıyor. Gerze halkı da fiili duruma karşı haklılığından ve meşruluğundan aldığı güçle çadırlarda direniyor.

Gerzelilerin haftalardır süren bu onurlu direnişi, 5 Eylül günü bir kez daha polis ve jandarma terörüne maruz kaldı. Gerzelilere jandarma, polis ve panzerlerle saldırıldı.  Kimyasal gaz, tazyikli su, cop ve plastik mermilerin de kullanıldığı saldırıda kan aktı, 25 kişi yaralandı, atılan gaz bombalarından ormanda yangın çıktı, devletin ambulansları ise yaralıları taşımak için değil polisin tükenen gaz bombası stoklarını takviye etmek için kullanıldı, 3 kişi gözaltına alındı, 1 kişi tutuklandı.  Ancak Anadolu Grubu yine de Gerze halkına diz çöktüremedi, Gerze halkı sermayenin oyununu bozdu. GERZE HALKININ İSYANI İSYANIMIZDIR!

Vitrinine dizdiği prestijli markalarla, sözde “sosyal sorumluluk projeleriyle”  imajını cilaladığını zanneden Anadolu Grubu, kirli enerji pazarlıkları için neleri gözden çıkarabileceğini göstermiştir.  Gerze’nin katili,  Coca Cola markasının Hayata Artı projeleriyle “sözde çevrecilere” sus payı dağıtan Anadolu Grubu’dur. Gerze’nin katili Efes Pilsen, ABank, Mc Donalds, Coca Cola, Fanta, Cappy, Komili, İsuzu, Faber Castell gibi markalarıyla gözlerimizi boyayabileceğini zanneden Anadolu Grubu’dur.

İşte “Hızlı Tüketim” böyle bir şey olsa gerekir, Ve aynı Anadolu Grubu’nun yaşam alanlarımızı katletmek inadı ortadadır. Ancak benzer planları olan diğer termikçi şirketlerin de tüm bu zorbalıklarıyla başarılı bir emsal teşkil etmesini umdukları ANADOLU GRUBU BİLMELİDİR Kİ DİRENEN GERZE HALKI YALNIZ DEĞİLDİR. Anadolu Grubu kirli yüzünü cilalı markalarının arkasına daha fazla saklayamayacak; SENİN BÜTÜN MARKALARINI BİLİYORUZ… SENİN BÜTÜN NUMARALARINI BİLİYORUZ… ANADOLU GRUBU, SANA ARTIK HER YER GERZE!

Bizler Karadeniz’de ve her yerde yaşamı savunan Karadeniz İsyandadır Platformu olarak biliyoruz ki Gerze halkına yaşatılan bu zulüm, tüm doğal, kültürel varlıkların ve yaşam alanlarımızın sermayenin talanına açılması saldırısının bir parçasıdır. Ve bu acımasız talana karşı halkların yükselen isyanı, sermayenin kuklası olan devletin ve kolluk kuvvetlerinin faşist yüzünü bir kez daha tüm çıplaklığıyla ortaya çıkartmıştır. 30 Mayıs’ta Hopa’da başlayan fiili taaruz ve devlet terörü süreci her gün bir başka vadimizde kan akıtmaktadır. Mülki idareler ile bunlara bağlı Polis ve asker gücü şirketlerin emrine verilmiş; bu ortaklık ayyuka çıkmıştır. Gerze’den bir gün sonra Tortum’da HES’çi şirket köylülere saldırmış, 4 kişi yaralanmıştır.  YILLARDIR YAŞAM ALANLARINA TIRNAKLARINI GEÇİREREK HES’Çİ ŞİRKETLERE DİRENEN TORTUM HALKINI İSYANIMIZIN TÜM ATEŞİYLE SELAMLIYORUZ! TOPYEKÜN SALDIRIYA TOPYEKÜN İSYAN! TORTUM’DAN GERZE’YE DİRENENLER KAZANACAK!

Topyekün İsyan! Çünkü bugün her vadisinde binlerce HES ile boğuşan Karadeniz,  termik santraller, nükleer santraller, çimento fabrikaları, taş ocakları, kimyasal atıklar,  tehlikeli atık tesisleri, tersane adı altında gemi söküm tesisleri, sahil yolları, madencilere yayla otobanı projeleri ile ablukaya alınmış durumda. Karadeniz’in dağları maden şirketlerine, vadileri HES’çilere, sahilleri inşaat şirketlerine, denizleri petrol şirketlerine, bulabildikleri tüm alanlar da termik’çilere ve nükleer santralcilere peşkeş çekilmiş durumda.  Yaşam alanlarımızın tamamının sermayenin hizmetine sunan, bu uğurda kanun hükmünde kararnameler (KHK) çıkaranlar artık halkların isyanını bastırabilmek umuduyla Karadeniz’e “Özel güvenlik birimleri” kurmaya başladı. Ancak nafiledir, HOPA’DA, TORTUM’DA, GERZE’DE, FINDIKLI’DA, TÜM VADİLERİMİZDE DİRENENLER KAZANACAK! DOĞA KAZANACAK!

Anadolu Grubu’nun patronu, aynı zamanda doğa, yaşam ve emek düşmanı TUSİAD’ın eski başkanı olan Tuncay Özilhan riyakâr bir açıklamasında “Gerze’ye bir zararı olacağını bilir ya da görürsem projeden hiç düşünmeden çekilirim” demiş. Bu termik santral hayalinin öncelikle bizleri imha etmeden Gerze’ye bir zarar verebilmesi mümkün değildir. Yağmacı şirketlerin her saldırısında öfkemiz ve kararlılığımız bilenmektedir. Anadolu Grubu Gerze’yi ve dünyayı termik santalle katletmek hayalinin tek zararının yine Anadolu Grubu’na olacağını artık görmüş ve anlamış olmalıdır. Anadolu Grubu, derhal Gerze’den kirli elini çek! Yoksa seni gizli anlaşmaların, projenin başlamasını ağzı sulanarak bekleyen aç timsahların, jandarmasıyla, polisiyle, özel birimiyle, hukuksuzluğuna yol veren kamu görevlisiyle arkana aldığın devlet terörün de kurtaramayacak.

HOPA’DAN GERZE’YE DİRENENLER KAZANACAK!

HOPA’DA, TORTUM’DA, GERZE’DE YAŞAMI SAVUNANLARA YAPTIKLARINIZI UNUTMAYACAĞIZ, AFFETMEYECEĞİZ, GÖZÜMÜZÜ ÜZERİNİZDEN AYIRMAYACAĞIZ!

YAŞAMI SAVUNAN HOPA, TORTUM, GERZE HALKLARI YALNIZ DEĞİLDİR!

KATİL ANADOLU GRUBU, SANA ARTIK HER YER GERZE!

KARADENİZ İSYANDADİR PLATFORMU

karadenizisyandadir@gmail.com

http://www.karadenizisyandadir.org/

http://www.facebook.com/karadenizisyandadir

Su savaşı daha yeni başlıyor!.. Ebru Erbaş

Kahir ekseriyet, 31 Mayıs günü Erdoğan’ın Hopa mitinginde patlayan ve HES karşıtlarına yönelik olarak artarak sürmekte olan devlet terörünü anlamlandırmakta güçlük çekti:  Bir oy için kapı kapı makarna taşıyan bir siyasetçi, tam da seçim arifesinde nasıl böyle rezaletini çıkartmış, bu kadar tepki çekmeyi göze alabilmişti? Bu garip ve meraklı vaziyet karşısında belki seçim sathı mahallinin kaygan zemininde iddialı sayılabilecek siyasi analizlere girişmek fazlaca netameli göründüğünden, belki bizzat HES patronları olan ana akım medya kaynaklı beslenme bozukluğundan, yapılan yorumlar genel itibariyle “faşist devlet”, “imamın ordusu”, “kınıyoruz/ anıyoruz” kalıplarının sıkça tekrarından ibaret kaldı.

Oysa mücadelenin en sıcak aşamalarının daha yeni başlayacağını önceki sayılarda haber vermiştik; kavganın neferleri böylesi bir taarruzu bir zamandır bekliyor, esasen kendileri üzerinden yazılan mektubun adresinin de su kaynaklarının talanına girişen şirketler olduğunu biliyorlardı. Hatta Erdoğan’ın insaniyet sınırını zorlayan beyanlarında ifadesini bulan hezeyanı da çok şaşırtıcı değildi; ne de olsa vahşi şirket emperyalizminin tersiyle daha yeni tanışıyordu. Mesela olayların akabinde hükümet sözcüsünün aldatılmış bir sevgili hüsranıyla “hiçbir seçim döneminde bu kadar adileşmemişlerdi” dedikleri de aslında CHP ya da Hopa halkı değil, beynelmilel finans kapital çevreleriydi[1]. Evet, Erdoğan’ı tam da seçimlere girerken asıl çileden çıkartan, efendisi sermaye iktidarının üzerini çizme baskısıydı.

Oysa her şey ne ince kurgulanmıştı, HES projeleri hem kapitalizmin sermayeyi en hızlı biriktirebileceği “barajlar” hem de su kaynaklarına şirketler tarafından el konulmasının vesilesi olarak ne parlak bir icattı. Üstelik mazruf da “yıkılıyordu”: “Memleketin enerji ihtiyacını yerli kaynaklarla karşılamak” hedefi vardı, HES’ler için “yenilenebilir enerji kaynağı” sınıflandırması vardı, HES lisanslarının karbon emisyonu piyasalarında finansallaştırması vardı, arıza çıkarana “Moskof ajanı”nın yeni sürümü olarak “doğalgaz lobisinin beslemesi” yaftası vardı…

2000’de BM, AB gibi üst kuruluşların suyu temel bir hak olmaktan çıkartıp ‘ekonomik bir kaynak/ meta’ya dönüştürmesi ve su kaynaklarının yönetiminde yeni ilişkiler tarif etmesiyle başlayan sürecin Türkiye ayağı, 2005 yılında çıkartılan Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu ile start aldı. Yenilenebilir enerji pazarının toplam portesi 50 milyar Dolar olarak tahmin edilen ve bu yeni dönemin pilot hedeflerinden biri olarak seçilen Türkiye’de takip eden düzenlemelerle doğa varlıklarının piyasalaştırılması ve finansal birikim aracı olarak kullanılması mekanizması oluşturuldu.

2009 yılında Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne taraf olması hisli duygulu yeşilliklerimizin tezahüratı ile karşılanırken, bu imza aslında Dünya Bankası başta olmak üzere kredi kuruluşlarınca yenilenebilir enerji için temin edilen kredilerden yararlanmanın önünü açıyordu. 2009 itibariyle HES lisanslarının sayısındaki patlamanın temel nedenleri HES’lere tanınan kredi olanakları, alım garantileri, ödemelerdeki kolaylıklar ve diğer yatırımları finanse etme potansiyeliydi. Bu kredilerin miktarı, aynı yıl içinde Dünya Bankası kaynaklı 1.260 milyon Dolar, CTF (Temiz Teknoloji Fonu) kaynaklı olarak da 420 milyon Dolar’a ulaşmıştı.  

Başrol oyuncuları olan dünya su tröstleri ise, bu tip yerel pazar istilalarında ortaya çıkabilecek pürüzlerle, “yabancılara satılıyor” tepkileri ve benzerleriyle muhatap olmamak için  mutad olduğu üzere, taşeronluğu yerli şirketlere bırakmıştı. “Sizin yerel pazardaki tecrübeniz…” gazları ve bir avuç döviz karşısında salyaları akıtan yerliler de “çokulusluyla iş yapıyoruz” havalarıyla balıklama daldılar. Tabi en büyükler biraz daha ihtiyatlı olmak suretiyle ve ortaya çıkan manzara: Misal, Doğuş Grubu gibi bir büyük baş, Öztürk Enerji namıyla ufak çaplı bir paravan şirket kurar, Öztürk Enerji HES lisansını alır, kredileri bağlar ve vadiye dalar. Bir eşkıya da merak edip ticaret siciline bakarsa bu özÖztürk Enerji’nin hisselerinin   %98’i İspanyollarda olduğunu görür. Böyle böyle Anadolu’nun derelerinin dörtte üçü Avusturyalı şirketlerin yatırımına açılmış olur: http://www.wirtschaftsblatt.at/archiv/energiehunger-der-tuerkei-sorgt-fuer-volle-auftragsbuecher-470781/index.do

Ama yaşam alanlarının talanına isyan eden taban hareketleri yükselişe geçmiş, “eşkıyanın” zoru oyunu bozmaya başlamıştır. Protesto gösterileri, mitingler, vadi nöbetleri, şantiye baskınları, büyük şehirlerdeki şirket merkezleri önünde oturma eylemleri, deşifreler ve davalardan alınan iptal ve durdurma kararlarıyla HES’çiler fiilen iş göremez hale getirilmiştir. 2010 itibariyle çeşitli platformların HES yapımlarının durdurulmasına yönelik açmış oldukları 74 davadan 34’ü sonuçlanmış, 33’ünden yürütmeyi durdurma veya iptal kararı çıkmıştır. Yerel halkı parayla satın alma girişimleri, sermayenin Truva Atı sözde çevreci (Erdoğan’ın deyimiyle “daniskası”) örgütlerin uzlaştırma gayretleri, patron medyasının sansür ve mizenformasyon bombardımanı, engel çıkaran mevzuatı değiştirme çabaları, kiralık katiller, gizli ve açık tehditlerden de anlamlı bir sonuç alınamadığı noktada patronların arızaları artık açıktan yükselmeye başlamıştır. Tüsiad toplantısında “Hes  eylemleri yatırımcıyı ürkütüyor, hiç bir şey yapılamayacak noktaya gidiliyor” uyarıları basına yansıyor (http://www.haberturk.com/yazarlar/625053-hes-eylemleri-tusiadi-urkutmus ), Cide HES Projesi Sarıyazmalılar’ın isyanıyla elinde patlayan Orya Enerji’nin sözcüsü aynı günlerde http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=17797075&yazarid=44&tarih=2011-05-16 “işin %40’ını bitirdim, elimde patladı, 10 milyon masrafım var!” diye feryad ederken Eroğlu’na konuşuyordu. Patronlar kendilerini yerden göğe kadar haklı ve de kazıklanmış, hissediyorlardı: “Bize legal şekilde sattığın işi yapmamızı sağlayamıyorsun, bizi kazıkladın, o kadar da masrafa soktun, kredi geri ödemeleri bastırdı, yabancı ortaklar “it is your problem” deyip anlaşmaları bozmaya, tazminat istemeye başladı,  üstelik bizi halka kötü kişi ettin, altın adımızı bakır ettin…”

                Ağır abiler de sadece yerli taşeronların harcanmasıyla Türkiye pazarını gözden çıkartacak değildi.  Güzelim işi bok eden Erdoğan tayfasına Brütüs’lüklerini göstermekte gecikmediler: Birleşmiş Milletler, 20 Mayıs’ta yayımlanan Türkiye’ye ilişkin raporunda bu kez Baraj ve HES projeleri ile Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel hakları ihlal ettiğine dikkat çekiyor, yasa ve yönetmeliklerin hızla gözden geçirilmesi gerektiğinin altını çiziyordu. Tam da seçime girerken devran dönmüş, The Economist – suların satışı konusunda ön mutabakatın sağlanmış olduğu- “CHP’ye oy verin!” demeye (http://www.economist.com/node/18774786), The Observer “Erdoğan hala bir baba figürü mü” diye sormaya başlamıştı (http://www.guardian.co.uk/theobserver/2011/jun/05/observer-profile-recep-erdogan-turkey , http://www.ntvmsnbc.com/id/25220136/)

                Erdoğan, zamanında 24 Ocak kararlarını uygulamayı beceremeyen Demirel’e “sen çekil bakalım kenara” deyip darbe marifetiyle iktidara taşıdığı Özal’a işini gördüren sermaye iktidarının niyetinin bozulduğunun farkındaydı. Artık seve seve olmazsa döve döve bu işi becerebileceğini ispat etmek zorundaydı. Gücünü ve azmini göstermek için fiili savaşın ilk cephesini mücadelenin en sağlam kalesi konumundaki Hopa’dan açacaktı…  

İşte Hopa miladından bu yana, Bülent Arınç’ın “yaralı halde bırakmak çok tehlikeli olur,” dediği güçleri tamamen ezmek azmiyle film hızlandırılmış olarak akıyor:

–       Ablukaya alınan Hopa’da fiili OHAL devam ediyor. Ev ve kafe baskınları ile başlayan insan avı sürüyor. Kaçabilenler dağlarda saklanıyor. Gün itibariyle 65 kişi gözaltına alındı, 13 kişi tutuklandı. Dosya özel yetkili savcılara devredildi ve tutuklular Hopa’ya 300 km. uzaklıktaki Erzurum E Tipi Cezaevi’nde, ağır baskı koşullarında tutuluyor. Gönüllü avukat ordusu yaklaşık 300 kişiye vardı ancak savunma hakkının açıkça ihlal edilmesine neden olan kısıtlılık kararına yapılan itirazlardan sonuç alınamadı, tutuklama kararına ve dosyalardaki bilgi ve belgelere ulaşılamıyor. Diğer şehirde yapılan protestolarda da polisin tavrında radikal bir değişiklik yaşandığı görüldü. Gaz bombalarından kalp krizi geçirenler, polis coplarıyla sakat bırakılanların yanı sıra onlarca kişi tutuklandı ve hayali suç örgütleriyle ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Gözaltıların durdurulması, Çevik Kuvvet’in ilçeyi terk etmesi, tutukluların mahkeme tarihinin belirlenmesi ve serbest bırakılması, “31 Mayıs günü kolluk kuvvetlere saldırı emrini ben verdim vicdanım rahat” diyen Hopa kaymakamının istifa etmesi ve Lokumcu’nun katillerinin yargı önüne çıkarılması talepleriyle eylemler sürüyor.

–       HES projelerine muhalefetin önemli bir odağı olan meslek odalarının da başı ezilmeliydi: 3 Haziran 2011 tarih ve 536 sayılı KHK ile TMMOB – Türk Mühendis Mimar Odaları Birliği ve onu oluşturan 23 Meslek Odası Kamu Yararına çalışan özerk ve anayasal kurumlar olmaktan çıkarılıp Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı’nın Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü’ne bağlanarak adeta kapı kulluğuna indirgeniyordu. Böylece seçim sonrası düz bir satıhta devam etmek mümkün olacaktı.  

–       Erdoğan’ın doğal kaynakları finans kapitale servis etmedeki azmi yeni hükümet programında da ifadesini buldu:

  • “Su kaynaklarının etkin kullanımı ve korunması için bütüncül su kaynakları yönetimi modelini gerçekleştireceğiz. Bu çalışmaları yeni oluşturduğumuz Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile daha etkin şekilde yürüteceğiz (diğer adı “havza planlaması” olan, bu “bütüncül su kaynakları yönetimi” tabirinin mahiyeti hakkında bakınız: Red, Şubat 2011, “Tema Vakfının İpliği Pazara Çıktı” yazısı).
  • Özellikle hidroelektrik santraller kapsamında, 2015 yılı sonuna kadar kamu ve özel sektör eliyle yürütülen toplam 5.500 MW’lık ilave gücü devreye alacağız.” 

–       4 Temmuz 2011 tarih ve 646 sayılı KHK ile hazine arazilerinde imar planı yapma yetkisi yerel yönetimlerden alınarak valiliklere devredildi. TMMOB değerlendirmesinde “yerel yönetimler baskı altına alınmakta, belediye meclislerinin ve il genel meclislerinin yasadan kaynaklı yetkilerine el konulmakta, seçilmiş yerel organlara yönelik merkezi dayatma sistemleştirilmektedir” dedi.

–       21 Temmuz’da yayınlanan ‘Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine ilişkin Yönetmelik’ ile zaten kırtasiyeden ibaret hale getirilmiş olan lisans alma sürecinden de vazgeçildi ve Türkiye’nin önü değil 2023, cehennemin dibine kadar açılmış oldu. Bu yönetmelik doğal kaynaklara yönelik bugünleri aratacak şiddette bir talanın başlangıcı. Geçmişteki yapsat inşaat nasıl kentleri bugünkü hale getirdiyse bu uygulama da tahribatı bir anda her yere pıtrak gibi dağıtacak ve yapılması düşünülen 2000 civarında HES belki de bir anda 20.000’lere varacak gözüküyor.  http://www.haberdar.com/haber/enerjide-span-stylebackground-coloryellowlisanssizspan-uretim-donemi-2977204

–       Bir yandan süren HES davalarından peş peşe iptal kararları gelmeye devam etti: Son birkaç haftada özellikle de mücadelenin kalelerinden olan Hopa HES, Cide Loç HES, Borçka Taşköprü HES, Rize İkizdere HES iptal edildi, Borçka Maçahel’de 4 ayrı davadan iptal kararı çıktı ve Artvin Şavşat HES için verilen ÇED olumlu kararının yürütmesi durduruldu. Bu kararlara dayanak teşkil eden, tutunabildiğimiz son mevzuat kırıntılarını da tarihe gömme girişimlerinden henüz sonuç alamamış olan Erdoğan, hırsını hâkimlerden çıkartmaya girişti ve Karadeniz’de HES davalarına bakan tüm mahkeme heyetlerinin görev yerleri değiştirildi: http://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/yargidaki-atamalarin-hedefinde-hes-mucadelesi-mi-var-haberi-44815   Yeni atanan Ordu İdare Mahkemesi heyeti de siftah olarak 3 HES projesi için önceden verilmiş yürütmeyi durdurma kararlarını kaldırdı: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/18371122.asp?gid=381

–       Son olarak taze İçişleri Bakanı İdris Şahin, Özel Harekat Dairesi’nin töreninde, Karadeniz bölgesinde görev yapmak üzere özel bir birim oluşturduklarının, bir manada polis devletine geçişin pilot bölgesi olarak da Karadeniz’in seçilmiş olduğunun müjdesini verdi: http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/07/27/karadeniz.icin.ozel.birim.olusturuyoruz/624201.0/index.html

Su savaşçıları ise, her yeni hamleyle daha da bilenen öfke ve kararlılığın yanı sıra, Erdoğan ve ekibini yıllardır bel bağladıkları piyar, manipülasyon ve mizenformasyon dümenlerinden ümidi keserek tüm çirkefliklerini ortaya dökmek noktasına getirmiş olmanın da keyfiyle, tam saha devlet terörü altından bildiriyorlar: Biz de bu günleri bekliyorduk! Bu kez karşında ezik ordu, sarı sendika, patron medyası, sol liboş akademisyen tayfası yok Tayyip Efendi! Bu eşkıya dediğinin ipek yüklü kervanı yok ki haramin korku versin!  Yaşam alanlarına geçirilmiş tırnakların direnci, on bin yıllık coğrafyanın hayata tutunma bilgisi, kurdun kuşun hakkı, haklılığın gücü, ezilenlerin kara ve korkunç öfkesi, ara sıcaklardan da Laz’ın tersi var burada! Mafyan, daniska çevrecilerin, özel timin, zindanların, bombaların, ağababaların… Haydi, kopartın da kıyametinizi görelim!

Red Dergisi Ağustos sayısında yayınlanmıştır.

Yunuslar özgür olmalı / Yunuslarda “Esaret X Özgürlük”

Yunuslar özgür olmalı – Prof. Dr. Bayram Öztürk

Karadeniz ülkeleri arasında bilimsel işbirliği giderek somutlaşıyor. Ülkemizin son yıllarda Karadeniz’den avladığı balık miktarı sürekli azalmakta. Özellikle Karadeniz’le özdeşleşmiş olan hamsi, palamut, lüfer gibi balıkların azalması, yunusların aşırı çoğalarak, bu ticari değeri yüksek balıkları yemesiyle açıklanmaktadır. Ancak bu, tam bir spekülasyondur. Eski balıkçılar denizde yunus sürüsü gördüklerinde birbirlerine, “Payını bana satar mısın?” diye pazarlık yaparlardı. Bilirlerdi ki yunuslar birçok balık türünü önüne katıp kıyıya sürecek balıkçılar da daha az masrafla kolayca balık avlayacaklar. Yunuslar çoban köpeklerinin görevini yaparlardı balıkçılara. Şimdiki balıkçılar ise konudan bihaber spikerlere Karadeniz’deki balıkları yunusların bitirdiklerini söylüyor. İki balıkçı arasındaki fark eskisinin farkında olmadan ekolojik bilgisini kullandığı, yenisinin ise, ekoloji cahili olması. Acaba Karadeniz’deki yunusların popülasyonu gerçekten arttı mı? Avlanan yunus miktarı nedir? Son sayımlar neyi gösteriyor? Bu sayımlar ne kadar güvenilir? Askeri amaçlarla kullanılan yunus sayısı nedir? Boğaz trafiği bu hayvanların göçlerini etkiliyor mu?

Önce şunları hatırlamak gerekir; Karadeniz’de bulunan üç yunus türü mutur, afalina ve tırtak (Phocoena phocoena, Tursiops truncatus veDelphinus delphis) Rusya, Romanya ve Bulgaristan tarafından 1966’ya kadar avlandı. Türkiye ise avcılığı 1983’te yasakladı. En yüksek av 1938’de 135-140.000 yunus ile yapıldı. Avcılık, alamana denilen ağlarla sonra da tüfeklerle vurmak suretiyle devam etti. 1948’den 1983 yılına kadar balıkçı kooperatiflerine 500 kadar tüfek ile 750.000 kadar mermi dağıtıldı. Ülkemizin 1983 yılına kadar avladığı yunus miktarı hakkında ayrıntılı bilgi bulunmamakta ancak bu sayının her yıl için 30.000 birey civarında olduğu tahmin edilmekte. Avlanan yunuslar işlenerek un ve yağ yapımında kullanıldı. Yunus yağı başta D vitamini ilaçları için iyi bir hammaddedir. Türkiye’den sonra en fazla avcılık ise eski Sovyetler Birliği’nde yapıldı. Karadeniz’de “Difrin” olarak bilinen ve kazanlarda yunus kaynatma işi uzun zamandır artık yapılmıyor. Ünlü seyyah Bijişkyan’a göre avcılık en fazla Sürmene’de yapılırmış.

1966’da Romanya, Bulgaristan ve Rusya yunus stoklarının azaldığı gerekçesiyle avcılığı yasakladılar. Bu yasaklamadan önce ise havadan ve denizden sayımlar yapıldı. Türkiye’de ise avcılık 1983’e kadar sürdü, uluslararası protestolar karşısında ise avcılık yasaklandı.

Karadeniz’deki üç türe ait yunus miktarı 1971’de 443.800 birey olarak belirlendi. 1980’de 200.000, 1982’de 190.000, 1984’te 60.000, 1987’de ise 113-160.000 birey olarak sayım yapıldı. Bu veriler Ruslara ait ve birçok hata ve çelişki içerebilir. Örneğin Karadeniz’in Türkiye kıyılarıyla Kafkas Rusya kıyılarındaki türlerin bollukları farklı olmalıdır. Ayrıca yıllık doğum, büyüme, ölüm oranları gibi her türün popülasyonuna ilişkin veriler eksiktir. Dahası uçakla yapılan gözlemlerde erkek dişi ayrımı için yapılan kabullenmelerdeki tutarlılık gerekçeleri zayıftır. Türkiye’de yapılan bir araştırmada ise üç türe ait yunus sayısı 454.440 olarak bildirilmiştir. Türk ve Rus araştırmacıların sayılarının bu kadar farklı olması metot farkına bağlanmaktadır. Ancak bu konudaki giz hâlâ çözülmüş değildir. Bilimci diliyle araştırmaya açıktır. Karadeniz’deki toplam yunus miktarı 1930’larda ise 1,5-2 milyon olarak bildirilmiştir. Ne olursa olsun günümüzdeki yunus miktarının sadece yüzbinler mertebesinde olduğu kabul edilmektedir. Türkiye kıyılarında yaşayan yunus miktarının ayrıntılı olarak ortaya çıkarmak bizim görevimiz. Kalkan ağlarına takılan hayvanların sayıları ise daha kolay hesaplanıyor. Yakakent/Gümenez bölgesinde 1990-1993 döneminde öyle hayvanlar ağlara takılıp kıyıya çıkarıldı ki şaşmamak elde değil. Karaya vuran veya ağa takılan yunusların yağını çıkarıp büyük varillere konularak kamyonetlerle götürüldüğünü bilirim.

Yunuslar ne kadar balık yerler? Bu sorunun cevabı türlere göre değişir ama ortalama olarak bu 5- 10 kg ./gün olarak hesaplanmaktadır. Bu hayvanların gıdalarının en az yüzde 90’ını balıklar oluşturur. Uzatma ağlarına takılıp ölen yunusların mide muhteviyatı incelendiğinde midelerin yüzde 80’i boş olduğu görülüyor. O halde, Karadeniz ekosisteminin bozulmasından bu hayvanlar da etkileniyor. Yani Karadeniz’deki balıkları yunuslar bitirmiyor. Ana neden, balık stoklarındaki azalmadır. Son veriler Karadeniz’den Marmara’ya ve Marmara Denizi’nden Karadeniz’e geçen yunus sürülerinde azalmalar olduğunu gösteriyor.

Bu azalma sadece balık göçlerinin azalmasıyla ilgili değil, azalmada İstanbul Boğazı’ndaki deniz trafiğinin büyük etkisi var bence. Çünkü “Akustik travma” yani gürültü kirliliği bu hayvanları rahatsız ediyor. Bu nedenle son yıllarda deniz memelileri için kritik habitat özelliği olan Uluslararası darboğazlarda deniz trafiğinin düzenlenmesinde bu hayvanların yaşam alanlarının korunması konusu da dikkate alınıyor. Karadeniz’deki yunuslar askeri amaçlarla kullanıldı mı? Ne yazık ki evet. Rus ordusunda yunus filosu mayın toplama ve keşif görevi yaptı uzun süre, Amerikan ordusundaki yunusların 55 tanesi emekli olunca Ruslar da filoda azaltma yaptılar. Her yunus aslında bir keşif veya mayın tarama gemisi gibi önemli. Eğitimleri de kendisi de sudan ucuz, öldüklerinde arkalarından ağlayanlar yok, sigorta veya tazminat isteyenler yok.

Son zamanlarda ülkemizin birçok yerinde yunus gösteri merkezleri açıldı. Bu merkezler için gereken hayvanlar ya ithal edildi veya bizim denizlerimizden yakalandı ve adeta esir kamplarına yani gösteri merkezlerine götürüldü. Denizden yakalananların bir kısmı öldü, bir kısmı yaralandı. Yakalanıp gösteri merkezlerine getirilenlere ise havuzlarda gösteri yaptırılarak esir ticaretine devam ediliyor. İstanbul’dan Alanya’ya kadar en az on adet gösteri merkezi var. Bunların kapatılmasıyla ilgili kampanyalar devam ediyor. Bazı turizm acentaları ve çevreci gruplar bu konuda eylemler yapıp turistlerin dikkatini çekerek destek bekliyorlar. Ama gösteri merkezlerinde sadece yunuslar değil, foklar ve deniz aslanları gibi hayvanların çoğunun yaşam koşulları kötü.    

Bence bütün yunuslara özgürlük gerekir. Havuz gösterilerinde kullanılan ve denizden yakalanan yunuslar modern esirler veya kölelerdir. Esirlik engin denizlerde yaşamaya alışmış bu soylu hayvanlara hiç yakışmıyor. Yunus görmek isteyen doğada görsün. Zaten son yıllarda balina ve yunus gözlemlerine olan ilgi gitgide artıyor. “Efendim yunus terapisi çocuklara faydalıymış, psikolojik sorunlarına iyi geliyormuş”. Bilimsel bir kanıt olmadıkça bu tez esir tacirlerinin bir uydurmasıdır. Esir ticaretine son vermek için birlikte çalışacağız.

Prof. Dr. Bayram Öztürk

İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi, TÜDAV (Türk Deniz Araştırmaları Vakfı) Başkanı

http://www.yunuslaraozgurluk.com/node/240

 

Yunuslarda “Esaret X Özgürlük” – WSPA

Doğada…
Yunuslar hareketlerinde tamamen özgürdür. Bedenleri hız için yaratılmıştır ve eğlenmeyi çok seven bu varlıklar bu gerçekten faydalanırlar. Günde 64,5 km’ye kadar yüzebilirler. Okyanusun içinde kovalayacak sayısız yaratık ve keşfedilecek kocaman bir dünya olduğu için yunuslar suyun altında olabildiğince çok zaman geçirirler. Zamanlarının sadece %10-20’sini ise yüzeyde geçirirler. 20 dakikaya kadar nefeslerini tutabilir ve 500 metreden daha derine dalabilirler.
Tutsaklıkta…
Yunuslar içine kondukları su haznesinin veya tankının boyutları ile sınırlanmıştır. (Tüm yaşamınızı dolap kadar bir hapishane hücresinde kapalı olarak geçirdiğinizi düşünün.) Birleşik Devletler kanunları bir hücrenin sadece 9 metre uzunluğunda olmasını gerektirdiği için, yunus bir duvarla veya tel örgüyle karşılaşmadan fazla uzağa gidemez. Tutsak yunuslar, özellikle de su tanklarında tutulanlar, zamanlarının büyük bölümünü bir sersemleme ve uyuşukluk halinde geçirirken, durmadan küçük daireler çizerek yüzer veya suyun yüzeyinde hareketsiz bir şekilde yatarlar.

Doğada…
Yunuslar çoğunlukla diğer yunuslarla birlikte, organize ve birbirine sımsıkı bağlı takımlar halinde yaşarlar. Hepimiz gibi bu zeki ve sosyal yaratık da güvenlik, sevgi ve arkadaşlık arayışındadır ve bunları ait olduğu sürüde bulur. Sürüdeki sosyal bağlar yıllarca sürebilir, özellikle de beş yıl kadar birlikte olan annelerle yavruları arasında. Ayrıca bu ailede, yunus “teyzelerin” de yoğun anneler için bebek bakıcısı rolünü üstlendiği bilinir.
Tutsaklıkta…
Yunuslar sonsuza dek sürülerinden koparılır ve yıllarca yararlandıkları ve besledikleri güçlü sosyal bağlar birdenbire imha edilir. Yakalanma, aşırı derecede şiddetle gerçekleşen bir işlemdir, sadece yakalanacak hayvan için değil, bir aile üyesinin ani ve kalıcı kaybını yaşayan bütün sürü için son derece vahşicedir. Tutsaklık altında yetiştirilen yunuslar için de aynı derecede ıstıraplıdır. Bu hayvanlar, bir aileye ait olmanın rahatlığını ve zevkini hiçbir zaman yaşayamayacaklardır. Duygusal tecrite mahkum edilmişlerdir. Ayrıca kurabildikleri tek yakın bağ da –anneleriyle olan bağ- çok erken koparılır, çünkü genellikle ayrı hücrelere kapatılırlar veya başka bir parka ya da akvaryuma satılırlar.

Doğada…
Yunuslar doğal deniz suyunda yaşarlar.  
Tutsaklıkta…
Yunusların çoğu, hassas derilerine ve gözlerine ciddi zararlar veren kimyasal işlem görmüş yapay deniz suyu içeren su tanklarına kapatılır. Fakat deniz kenarında bir hücrede olmak bundan çok daha iyi sayılmaz. Bu hücreler genellikle kıyı gölü gibi tenha yerlerde, suyun okyanustaki gibi dolaşımda olmadığı alanlarda bulunur. Yunuslar sıradan bir insanın 4-5 katı oranında atık boşaltırlar. Sonuç? Kendi tuvaletleri içinde yüzmeye zorlanırlar.
Doğada…
Yunuslar muhteşem sonar yeteneklerini kullanmakta özgürdürler. Etraflarındaki dünyayı öğrenmek için bu yetilerini kullanırlar. Mercan kayalıklarının inceliklerini ve aralarında gizlenmiş olan canlıları keşfetmekten, çevrelerindeki balıklar ve diğer yunuslarla ilgili ve onlar için gölgelerde pusuya yatmış olabilecek yırtıcılarla ilgili bilgi toplamaya kadar. Sonarları onlara bilmeleri gereken herşeyi söyler. İnsanlar için görme duyusu ne kadar önemliyse, yunuslar için de sonar kullanımı o derece önem taşır.

Tutsaklıkta…
Yunuslar sonarlarını kullanma konusunda kısıtlanmışlardır. Canlı balık avlamak için onu kullanamazlar çünkü artık sadece eğitimcilerinin bir “ödül” olarak verdiği ölü balıklarla beslenmek zorundadırlar. Sualtı dünyasını keşfetmek için sonarlarını tam kullanıma sokamazlar çünkü kısır, beton tanklarda keşfedilecek hiç bir şey yoktur.
Doğada…
Yunuslar, birbirleriyle işbirliği içinde balık kovalamak ve yakalamak için saatler harcarlar. Yiyecek arama konusunda da uzmanlardır. Bu onlar için sadece gerekli bir tatbikat değildir, aynı zamanda eğlencelidir de. Yunusluk yapan yunuslar. Canlı avlarını kovalamak ve yakalamak onların tüm doğal yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlar: hızları, zekaları, sonar kullanımları ve iletişim ve işbirliği yetileri.

Tutsaklıkta…
Bir yunusun öğrendiği ilk şey, gerçek bir yunus olmasına izin verilmediğidir; doğal coşkusunu ve davranışlarını kısıtlamak zorundadır.  Aksine, emirlere itaat etmeyi ve ölü balık yemeyi öğrenmesi (ki özgür olsaydı bunu yapmayı aklına bile getirmezdi), ayrıca elle beslenmeyi kabul etmesi gerekir. Kendi yiyeceğini kovalama ve yakalamanın doğal heyecanı yunustan sonsuza dek alınmıştır.
Doğada…
En iyisini anne bilir. Bebek yunusun annesi ona okyanusta yaşaması için ihtiyacı olan herşeyi öğretir: Yırtıcılardan korunmak için sonarını nasıl kullanacağını, nerede yiyecek araması gerektiğini ve balıkları kovalayıp yakalamayı. Yavru yunus, sürüdeki diğer yunusları izleyerek ve taklit ederek de dalmayı, atlamayı, sıçramayı, dalgalarda sörf yapmayı ve iletişim kurmayı öğrenir.

Tutsaklıkta…
Yunuslar yemek konusunda eğitmenlerine tamamiyle bağımlıdırlar. Bu durum eğitmene, yunusu kontrol etmek ve insanların alkışlayacağı numaraları yapması konusunda onu ikna etmek için güçlü bir silah olur. Başka bir deyişle, eğitmen aç bir yunusun şunu anlamasını sağlar: eğer yemek ödülünü almak istiyorsa birkaç çemberin içinden atlamak zorundadır. Peki yunuslar doğada kuyrukları üstünde yürüyüp, seyircilere el sallayıp, insanları sırtlarında gezdirirler mi? Hayır. Ayrıca bu eğitimin yunuslar üzerinde çok zararlı bir etkisi vardır: Doğal olmayan davranışlar er ya da geç doğal olanların yerini alacaktır.

Kaynak: http://www.wspa-usa.org/

Çeviri: Işıl Karaelmas

http://www.yunuslaraozgurluk.com/node/87

Termik Santrallerinin Çevresel Etkileri

 

Termik santrallerinin çevresel etkileri şöyle sıralanabilir: Hava Kirliliği, Su Kirliliği, Toprak Kirliliği, Canlılar üzerinde Yaptığı Etkiler.

 

Hava Kirliliği

 

  • Termik santrallerin çalışması sonucu ortaya çıkan baca gazı (SO2, NOx) birçok çevresel problemi de beraberinde getirmektedir. Kullanılan yakıta bağlı olarak değişen oranlarda çıkan gaz ve partikül maddeler uzun zaman boyunca havada asılı kalmaları nedeniyle bronşit, anfizeme, damar hastalıkları gibi hastalıkların yanında insan ölümlerine de sebebiyet vermektedir.
  • Termik santrallerin oluşturduğu hava kirliliği sadece havayı soluyan canlılara değil, orman ve geniş tarım arazilerine de olumsuz  etkiler yapmaktadır. Bacadan çıkan gazlar ve diğer maddelerin ürün verimlerine olumsuz etkileri görülmektedir.
  • SO2 ve NOx gazları asit yağmurlarının oluşumunda birinci derecede sorumludurlar.
  • Bacalardan atılan kükürt ve azot oksitler, rüzgarla birlikte ortalama 2-7 gün içerisinde atmosfere ulaşırlar.
  • Bu zaman süresi içinde bu kirleticiler atmosferdeki su partikülleri ve diğer bileşenlerle tepkimeye girerek Sülfirik Asit ve Nitrik Asit’i oluştururlar. Atmosferde oluşan bu asitler,  yağmur ve kar ile yeryüzüne ulaşırlar.
  • Böylece termik santrallerin bacalarında gazlar ikinci kez ve daha geniş bir bölgeye etki etmiş olurlar.
  • Termik santral küllerinin toplandığı alanda oluşan Radon gazı havaya ulaşmaktadır.
  • Küllerin üzeri toprakla örtülse bile oluşan Radon gazı toprağın gözeneklerinden geçerek havaya karışmakta, yaklaşık 4 gün içerisinde Polonyum’a ve aktif Kurşuna dönüşebilmektedir.
  •  Bu nedenle kül yığınları çevreye radyoaktif madde yaymaktadır. Bacadan atılan maddelerin içerisinde en önemli olan radyoaktif madde Uranyum maddesidir.

 

Su Kirliliği

 

  • Termik santrallerde soğutma, temizleme vb. işlemler için önemli miktarda su kullanılmaktadır. Kullanılan bu suyun alıcı ortama deşarjı sonucu ortamdaki sıcaklık dengesi bozulur. Sıcaklık canlılar için hayati önem taşıyan bir kavramdır ve sıcaklık değişimlerinin canlı faaliyetleri üzerinde kısıtlayıcı hatta öldürücü etkisi vardır.
  • Kullanılan soğutma sularının alıcı ortama verilmeden önce arıtılması sırasında (geçici sertlik giderimi, çöktürme) kullanılan kimyasal maddeleri suyun verildiği ortamlarda kirliliğe neden olmaktadır.
  • Baca gazından çıkan maddelerin yarattığı asit yağmurları da yeryüzüne düşmeyle beraber kirliliğe, bitki ve toprak yapısında değişime  neden olabilmektedir.
  • Uçucu küllerde bulunan Fe, Zn, Cu, Pb vb. ağır metaller yağmur sularıyla yıkanma gibi durumlarla yer altı suyuna ve içme suyu kaynaklarına ulaşabilmektedir.

 

Toprak kirliliği

 

  • Termik santrallerin hava ve su ortamlarında yarattığı etkiler toprak içinde geçerlidir. Santralde kullanılan suların toprağa deşarjı, asit yağmurları, uçucu küllerin toprak üzerinde birikmesi gibi bir çok kavram toprak kirliliğine ve dolaylı olarak verim düşmesi ve ürün kalitesinin bozulmasına sebep olmaktadır.
  • Santralden çıkan baca gazları bitki örtüsünün gelişimini yavaşlatır.  Ürün kalitesi ve ürün veriminin düşmesine neden olabilir.
  • Toprak çoraklaşması, orman azalmasına sebep olabilir.
  • Yapılan araştırmalar santral çevrseinde yaşayan insanlarda solunum yolu rahatsızlıklarının diğer bölgeler göre daha çok olduğunu ortaya koymuştur.

Prof. Dr. Gülfem Bakan (TMMOB Samsun Kent Sempozyumu kitabında yayınlanmıştır)

Türkiye’nin sahip olduğu en bol fosil kaynaklı yakıtı linyit olup, Afşin Elbistan havzası Türkiye’nin en büyük linyit rezervine sahiptir. Ancak linyit düşük-kaliteli ve yüksek derecede kirlenmeye yol açan yakıt kaynağıdır. Linyit kömürünün kullanımı çok yüksek miktarda Kükürt Dioksit (SO2), Azot Oksitler (NOx), Karbondioksit (CO), Ozon (O3), Hidrokarbonlar, Partiküler Madde (PM) ve kül oluşturmaktadır. Bu atıklar çevre sağlığını değişik biçimlerde olumsuz olarak etkilemektedirler.

SO2 ve NOx gazları asit yağmurlarının oluşumunda birinci derecede sorumludurlar. Bacalardan atılan kükürt ve azot oksitler, rüzgarla birlikte ortalama 2-7 gün içerisinde atmosfere ulaşırlar. Bu zaman süresi içinde bu kirleticiler atmosferdeki su partikülleri ve diğer bileşenlerle tepkimeye girerek Sülfirik Asit ve Nitrik Asit’i oluştururlar. Atmosferde oluşan bu asitler,  yağmur ve kar ile yeryüzüne ulaşırlar. Böylece termik santrallerin bacalarında gazlar ikinci kez ve daha geniş bir bölgeye etki etmiş olurlar. Asit yağmuru denilen bu olgu yalnız canlılar için değil taş yapıtlar ve eski sanat eserleri için de önemli bir tehlike oluşturmaktadırlar.

Termik santral küllerinin toplandığı alanda oluşan Radon gazı havaya ulaşmaktadır. Küllerin üzeri toprakla örtülse bile oluşan Radon gazı toprağın gözeneklerinden geçerek havaya karışmakta, yaklaşık 4 gün içerisinde Polonyum’a ve aktif Kurşuna dönüşebilmektedir. Bu nedenle kül yığınları çevreye radyoaktif madde yaymaktadır. Bacadan atılan maddelerin içerisinde en önemli olan radyoaktif madde Uranyum maddesidir.

Termik santraller soğutma, buhar elde etme ve temizleme gibi çeşitli amaçlarla su kullanmakta ve tüm bu işlemler sonucunda tonlarca atık su oluşturmaktadırlar. Atık sular ne kadar işlemden geçirilirse geçirilsin çevre kirliliğine yol açmaktadır. Çünkü sonuç olarak bu sular ya toprağa ve yer altı sularına ya da bir şekilde denize ulaşmaktadır.

Termik santrallerinin çevresel etkileri şöyle sıralanabilir:

1.      Hava Kirliliği

2.      Su Kirliliği

3.      Toprak Kirliliği

4.      Canlılar üzerinde Yaptığı Etkiler

5.      Arazi Kullanımı Üzerindeki Etkileri

 

HAVA KİRLİLİĞİ

İnsanoğlunun en temel hakkı olan yasama hakkı, nefes almak olsa gerek. Havanın kurşun gibi ağır olduğu, çocukların okula giderken ağızlarına, burunlarına mendil tıkadıkları bir yerde nefes almak ne kadar kolay olabilir ki…

Hava kirliliği; havada katı, sıvı ve gaz halinde bulunan yabancı maddelerin insan ve diğer canlıların sağlığına, hayatına ve ekolojik dengeye zarar verecek yoğunlukta atmosferde bulunmasıdır. Atmosfere bırakılan veya termik santrallerden çıkan atıkların çevre üzerinde etkileri olduğu gibi insanların üzerinde de önemli etkileri vardır.

Hava kirliliğinden bazı gruplar daha kolay etkilenmektedirler. Bu gruplar; bebekler ve gelişme çağındaki çocuklar, gebe ve emzikli kadınlar, yaşlılar, kronik dolaşım ve solunum sistemi hastalıkları olanlar, endüstriyel işletmelerde çalışanlar ve düşük sosyo-ekonomik grup içinde yer alanlardır.

Genel olarak havadaki kirleticilerin sağlığa etkileri ise şunlardır: Özellikle yeryüzüne yakın seviyelerde oluşan ozon insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Azot oksitlerin bulunduğu kısa süreli bulunma solunum şikayetlerine, uzun süre bulunma ise akciğerlerde kalıcı hasarlara neden olmaktadır. Partiküller madde tanecikleri bronşite, anfizem ve damar hastalıklarına bağlı olarak ölümlere neden olmaktadır. Kurşun kan hücrelerinin gelişmesini ve olgunlaşmasını engellemekte, kanda ve idrarda birikerek sağlığı olumsuz yönde etkilemektedir. Karbonmonoksit (CO)’in ise, kandaki hemoglobin ile birleşerek oksijen taşınmasını aksattığı bilinmektedir. Bununla birlikte kükürt dioksit (SO2)’in, üst solunum yollarında keskin, boğucu ve tahriş edici etkileri vardır. Özellikle duman akciğerden alveollere kadar girerek olumsuz etki yapmaktadır.  Kronik kalp hastalığı olan kişilerin hastalıklarının alevlenmesinde artış, kanser insidansında artış ve erken ölüm insidansında artışa neden olmaktadır.

Hava kirliliği arttıkça daha fazla ölüm veya hastaneye başvuru gerçekleşmektedir. Hava kirliliğinin yoğun olduğu bölgelerde insan yaşamın 1-2 yıl kadar daha kısa olduğu literatürde yer almaktadır.

 

SU KİRLİLİĞİ

Termik santrallerde buhar üretme, soğutma ve temizleme işlemleri için önemli miktarda su kullanılmaktadır. Termik santrallerde tüketilen soğutma sularının santralin makinelerine zarar vermelerini engellemek amacıyla, kullanılmadan önce çeşitli kimyasal işlemlerden geçirilmekte dir. Ancak bu işlem atık suların Demir2 Sülfat bakımından zenginleşmesine neden olmaktadır.

Termik santrallerde yakma işlemi sonucunda önemli miktarda yüksek basınca ve sıcaklığa sahip buhar üretilmekte ve elektrik üretiminde bu buhar kullanılmaktadır. Buharın tribünleri çevirmesinden sonraki sıcaklığı da oldukça yüksektir. Termik santrallerde atık olarak çıkan ısının yaklaşık %15’i baca gazı içinde, %85’i ise su ile dış ortama bırakılmaktadır. Atık suların tekrar kaynağa döndürülmesi bu kaynakta kirliliğin artmasına neden olmaktadır.

Termik santrallerin doğal çevre üzerindeki olumsuz etkilerinden bir diğeri de yakma sonucunda veya baca gazı desülfürizasyon tesislerinden çıkan küllerin su kaynakları üzerinde yarattığı kirlenmedir.

 

TOPRAK KİRLİLİĞİ

Türkiye’deki linyitlerde önemli miktarda radyoaktif madde ile zehir etkisi yaratan elementler bulunmaktadır. Bu elementler ve radyoaktif maddeler yıkanma ile kömürün bileşiminden uzaklaştırılamamaktadır. Bu linyitlerin yakılmasıyla söz konusu radyoaktif maddeler baca gazları arasında partikül halinde veya kazandan çıkan diğer küllerle birlikte atılmaktadır.  Afşin-Elbistan linyitleri üzerinde yapılan araştırmada Uranyum, Potasyum, Radyum ve Toryum gibi seçilmiş radyonük-loidlerin belirlenen yoğunlukları, literatürde yer alan kömürlerin ve dünya kabuğunun ortalama değerinin çok üzerinde olduğu tespit edilmiştir. Söz konusu elementler sadece yüzey ve yer altı sularını kirletmemekte, aynı zamanda toprağın kirlenmesine de neden olmaktadır.

CANLILAR ÜZERİNDE YARATTIĞI ETKİLER

Özellikle baca gazı desülfürizasyon tesisi olmayan veya arızalanarak devre dışı kalmış olan tesislerden, büyük oranlarda kükürt dioksit çıkışı olmaktadır. Söz konusu gazın canlılar üzerinde birçok olumsuz etkisi vardır. Bunlardan birisi bitkiler üzerindeki etkisidir.

Linyitle çalışan termik santrallerin aktif hale geçmesiyle ormanlarda kirleticilerin birikimli etkisi söz konusu olmaktadır. Bu etki çam gibi iğne yapraklı ağaçların iğne yapraklarında kükürt birikimi ve ağaçların yıllık büyüme halkalarında da daralma olarak ortaya çıkmaktadır. Sonuçta zararlı gaz etkisi hem bitki örtüsünün gelişimini yavaşlatarak kesintiye uğratmakta hem de odun üretiminde verim ve hasılat kaybına neden olmaktadır.

ARAZİ KULLANIMI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Elektrik santrallerinin arazi kullanımı üzerinde de bazı etkileri vardır. Termik santrallerinde kullanılan birincil enerji kaynağının depolanması, bir sorun olarak belirmektedir. Linyitle çalışan termik santrallerinde özellikle düşük kaliteli linyitlerin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Linyit üretimi, yatağının özelliğine göre açık veya kapalı işletme şeklinde yapılmaktadır. Özellikle açık linyit işletmelerinin çevreyi daha fazla olumsuz etkilediği bilinmektedir.

Birincil enerji kaynağının depolanması dışında termik santrallerinde çıkan büyük miktardaki küllerin imhası da her zaman sorun olmaktadır. Günlük olarak çıkan kül miktarının fazla olması geniş alanların kül depolama alanı olarak kullanılmasını gerektirmektedir. Küllerin ağır metal ve radyoaktif elementlerce kirlenmiş olma olasılığı da vardır. Bu durum, kül depolama alanlarının özenle seçilmesini, toprak ve su kaynaklarının kirlenmesini engelleyecek tedbirlerin alınmasını zorunlu kılmaktadır. 

Şengül ARSLAN (BÜYÜKGÜL)

9.3.2007

“Hava”dan para kazananlar, doğaya ve emeğine sahip çıkanlara söz söyleyemez – Mehmet Polat

 Bu yazı Antalya kaynaklı “Sekiz Sayfa Haber” sitesinde 29 Temmuz’da yayınlanan ve “karbon danışmanı” Aynur Uysal’la yapılan  “HES’lere doğalgaz lobisi karşı çıkıyor” başlıklı röportajdaki iddialara yanıttır. (http://www.sekizsayfa.com/haber/6526–hes39lere-dogalgaz-lobisi-karsi-cikiyor.html)

Ülkemizin her köşesindeki sayısız HES karşıtı gibi ben de bu yapılara karşıyım. Şirketlerden çıkar ya da destek beklemek bir yana,  bu işleri gönüllü yapıyoruz. Önce “karbon danışmanlığı”nın ne olduğu üzerinde duracağım, ardından en küçük bir bilgi kırıntısı dahi taşımayan bu iddiaları irdeleyeceğim. Amacım Uysal gibi insanlara laf yetiştirmek değil, her zaman ve her durumda dert sahiplerinin yanında olduğumu ifade etmek.

Karbonla ilgili danışmanlık, uzmanlık, müdürlük gibi işler daha çok son yıllarda duymaya başladığımız ve genellikle büyük miktarlarda enerji tüketen ya da üreten kurumlar için verilen bir hizmet türünü ifade ediyor. Dünyayı yıllar boyu hoyratça kullanarak yok etme sınırına yaklaştıran şirket ve ülke yöneticilerinin de artık yaşayacak başka yerleri olmadığını fark etmeye başlamasından beri,  kapitalizmi daha az zararlı kılmak için bu tür işler yapılıyor. Bu alandaki uzman kişilerin işi, şirketlerin kârlarını korumak amacıyla atmosferi nasıl daha az kirleteceklerini ya da “yenilenebilir enerji” alış verişini en kârlı biçimde nasıl yapacaklarını bilmek. Büyük şirketlerin genellikle bu işler için ayrılmış bir bölümü varken, küçükler gerek duydukça uzman kişi ya da kuruluşlardan hizmet satın alıyor.

Anlaşılacağı üzere Uysal başta enerji şirketleri olmak üzere gerek duyan her şirkete ücretli hizmet sunmaktadır. Dolayısıyla önce şunu belirleyelim: Harcadığı emeğin niteliği bakımından kendini “çevreci” dediği kişilerle karşılaştıracak durumda değildir. Çünkü kendisi para kazanmak için, sözünü ettiği insanlar gönüllü çalışırlar. Bu yüzden Uysal’ın HES karşıtlarını kendisi gibi çıkar amacıyla çalışıyorlar sanması, bilinçsizce yapılmış bir eşitlik kurma çabasıdır. Ayrıca işinden dolayı hiç kimse Uysal’ı “HES şirketlerince destekleniyor” diye tanımlamazken kendisinin kalkıp HES karşıtlarını bu biçimde suçlaması, işgüzarlıktır. Üstelik bunu “dedikoduları dolaşıyor” diye ifade etmesi, işgüzarlıktan da öte bilerek yapılan bir karalamadır. Kim, nereden, nasıl bir çıkar elde ediyorsa; hemen açıklamalıdır. Açıklayamıyorsa, sarf ettiği sözler için özür dilemelidir.

Bir de röportajda dikkati çeken şu var: Uysal biraz da küçümseyerek “çevreci” dediği insanların galiba her şeye rasgele karşı çıktığını,  uçuk kaçık kişiler olduğunu, laf etmekten başka iş yapmadığını sanıyor olmalı. Çünkü hakkımızda yalan yanlış bilgilerle köylüleri kandırarak olay yaratıyormuşuz gibi konuşuyor. Oysa buna karşılık kendi gibileri köylülere gerçekleri anlatıyor, HES şirketlerinin yöredeki insanlara iş vermesini, “sosyal sorumluluk projeleri” kapsamında okul, su, yol gibi eksiklerin giderilmesini sağlıyormuş…

Uysal gerçekten bilmiyor: Bir köyde HESe karşı çıkanlar, o köyde yaşayanlardır. Hiç kimse uzaktan gelerek köylüyü köyünde kandıramaz. Bu projelere toprağı elinden alınan, ağacı kesilen, atalarının mezarları bile baraj gölleri altında kalan ve sonunda su bolluğu içinde su sıkıntısı çeker hale gelen insanlar karşı çıkıyor. Bunlara suyun hayat olduğunu bilen ve kullanım hakkının bir şirkete verilmesini yanlış bulanlar karşı çıkıyor. Bu projelere yalnızca insanlar değil; ağzı dili olmayan kurt, kuş, ağaç, böcek, tüm canlılar karşı çıkıyor.  Tabi karbon ticaretinden elde edilen kazançlarla kulağı insan sesine bile kapatılanlardan doğanın sesini duymasını bekleyemeyiz. Çünkü onlar buna benzer yörelerde dağıttıkları üç beş kuruşla ve sağladıkları kırık dökük birkaç küçük işle; köylüyü köylüye ve köyü komşusuna düşman ediyorlar. HES şirketleri sayısız örneğini verdikleri uygulamalarla köylerimizde geleneklerimizi hiçe sayıyor, paranın her şeye muktedir olduğunu bilinci yayıyor,  rekabet yaratıyor ve düşmanlık tohumları ekiyorlar. Bunlar mı “sosyal sorumluluk”?

Ve şunu da eklemek istiyoruz: Bir köyün, okul, köprü, yol vs. eksiğini gidermek için yakınlardaki bir su kaynağını, ormanı ya da maden alanını neden ille de bir şirkete vermek gerekiyor? Uysal köylerdeki eksiklerin giderilmesini çok istiyorsa, şirketlere danışmanlık etmek yerine doğrudan köylülerin yanında yer almalı ve elinden başka bir şey gelmiyorsa bile en azından köylülerimizin sorunlarını duyurmaya çalışmalıdır. Bu tür sorunları çözecekmiş gibi şirketleri köylerimize, dağlarımıza, meralarımıza, su kıyılarına yerleştirmek yanlıştır. 

HESlere karşı çıkış nedenimiz aslında hükümete muhalefet etmek mi?

Uysal’ın iddialarından biri de HES karşıtlarını körü körüne iktidar partisine muhalefet etmekle suçlamasıdır. Ona göre “iktidar ne yaparsa kötü yapar” mantığıyla böyle davranıyoruz. Acaba Uysal hiç HES karşıtı bir çalışma görmüş mü?  İktidar partisinden belediye başkanlarının, il ve ilçe yöneticilerinin, hatta bakan ve milletvekillerinin bile en azından yörelerindeki HESlere karşı çıktığını biliyor mu?  Belli ki bunlardan haberi yok ve kulaktan dolma konuşuyor.

HES karşıtlığı tüm canlıların su hakkını savunduğu için doğası gereği siyaset, cinsiyet, kültür, bölge ayrımcılığı içermeyen bir toplumsal muhalefet hareketidir. Ayrıca hangi nedenle olursa olsun insanlar HESlere durduk yerde karşı çıkmaz. Mutlaka önceden o yakınlarda “hiçbir zarar vermeyeceği” gerekçesiyle bir HES kurulmuş, köylüler mağdur edilmiş ve bunun üzerine yenilerinin yapılmasına karşı çıkılmıştır.

Örneğin Antalya Akseki Gümüşdamla köyündeki HES karşıtlığı böyledir. Daha önceden yöreye yapılan ve şu an inşaatı süren projelerin zararları sürekli yaşandığı için köylülerimiz HES istemiyor. Çünkü heyelanlar yüzünden yöreleri yaşanmaz halde. Bu arada başka yörelere kurulan HESlerin zararlarını ayrıntılı olarak öğreniyor ve daha çok karşı çıkma gereği duyuyorlar.

Fethiye Karabel mevkiindeki Eşen I HES 6 bin dönüm verimli tarım arazisinin su altında kalmasına yol açtığı ve tarlalar “acil kamulaştırılma” kapsamında yok pahasına köylülerin ellinden alındığı için, yöredeki başka HESlere de karşı çıkılıyor.

Türkiye’deki toplam sayıları 2 bin 200 dolayında olan HES projelerinin yaklaşık üçte biri Doğu Karadeniz’de yer alıyor. Bunların küçük bir kısmı yapıldığı ve sayısız zarara yol açtığı için yörede büyük bir HES karşıtlığı var.

Ülkemizde HES kapsamında yürütülen işlemler, aslında tatlı su kaynaklarının küresel ölçekte özel şirketlere devredilerek karlı biçimde işletilmesi çabalarının bir parçasıdır. Bu özelleştirmeci ve piyasacı anlayış 1980’den beri ülkemizde de uygulanıyor. Yakın zamana kadar HES kurma girişimleri “yap işlet devret” modeline göre yürütülüyordu. Bugünkü yaygınlığına ulaşması, şu anki iktidar partisinin çabalarıyla olmuştur. O bakımdan HES karşıtlığının hükümet kararlarını eleştirmekle ilintisi vardır ama bundan ibaret de değildir.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) bu hükümetten önce, 2001 yılında kuruldu. Suların kullanım hakkının 49 yıl süreyle şirketlere devredilmesi yönetmeliği 26 Haziran 2003’de çıkarıldı. Ardından HES yapılmasında yaşanan sorunlara bağlı olarak bu hükümet döneminde bir dizi mevzuat değişikliği yapıldı. Bunların hepsi de şirketlerin çıkarlarına öncelik tanır niteliktedir.

Önce 2007 yılında DSİ Enerji Bakanlığından alınarak, hiç ilgisinin bulunmadığı Çevre ve Orman Bakanlığına bağlandı. Çünkü HES izinleri bu bakanlıkça verilirken, suları kamu adına yöneten ve başka bir bakanlığa bağlı olan DSİ ile sorunlar yaşanıyordu. Ardından, bugün elektrik üretiminden dağıtımına kadar tüm sektörü kapsayacak biçimde enerji piyasasının özelleştirilmesine ilişkin yasal düzenlemeler yapıldı. Mahkemelerin HESler aleyhine verdiği kararların önüne geçmek için Çevre Kanunundan Mera Yönetmeliğine, ağaç kesimlerinin kolaylaştırılmasından milli parklarla ilgili düzenlemelere ve karbon borsasının kurularak HESlerden üretilecek elektriğin uluslararası piyasalarda kolayca satımına kadar bir dizi mevzuat değişikliği gerçekleştirildi. Elektrik üretim lisanslarının alınış tarihlerine bakılırsa, buna benzer her düzenlemenin ardından lisans sayısında bir sıçrama olduğu görülür.

Mevzuatta HES şirketleri lehine yapılan bu düzenlemeler yetmez gibi, 13 Mayıs 2011 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan “Su Yapıları Denetim Yönetmeliği”ne göre bugüne kadar HESlerin DSİ tarafından yapılan denetim işlemleri de artık özel şirketlerce yürütülecek. Bu yüzden Uysal’ın röportajında bu işleri hâlâ kamu kurumları yapıyormuş gibi konuşması ve içimizin rahat olmasını söylemesi boşunadır. Anlaşılacağı üzere çayın kuşu, çayın taşıyla vuruluyor. Başka toplumsal dengelerin yanı sıra şirket ve halk arası hakkaniyeti de gözetecek olan kamu kurumlarının yerini, artık yalnızca kâr amacıyla çalışan şirketler alıyor.

Yine de, Uysal’ın kendini hiçbir zaman iktidar partisine muhalefetle sınırlamayan HES karşıtlığını böyle yapıyorlar diye suçlamasının anlaşılır bir yanı var. Her ne kadar HES karşıtları yaşamı savunurken siyaset ayrımı yapmıyorsa da,  doğa ve topluma zarar veren mevzuat değişikliklerinin çoğu bu hükümet döneminde gerçekleşti. Kaldı ki kimi düzenlemeler eski bile olsa; sakıncalarını gidermek şöyle dursun, bu hükümet tarafından daha da ilerletildi. Dolayısıyla Uysal’ın HESlere karşı çıkışı hükümete karşı çıkmak gibi anlaması normal ama eksik ve yanlıştır.  En iyisi Uysal kendi işine bakmalıdır. 

“Karbon ticareti” denilen şey aslında zehir ticaretidir

Son yüzyıldır sanayi, tarım, hayvancılık, kentleşme, doğal alanların tahrip edilmesi vs. nedenler sonucu atmosferdeki karbondioksit, azot oksitleri, metan, klor ve flor kökenli gazlarla su buharı miktarında artış görülüyor. Bu gazlar atmosferin üst kısımlarında birikiyor ve bir sera örtüsü gibi dünyanın her tarafını kaplıyor. O yüzden bunlara “sera gazları” deniyor. Bazıları atmosferin ozon tabakasına zarar veriyor. Ozon, radyasyonlu güneş ışınlarını tutarak dünyanın aşırı ısınmasını önlüyor. Sera gazları ozon tabakasını delerek işlevini yerine getiremez kıldığı için, güneşten gelen radyasyon kolayca yeryüzüne ulaşıyor.  Bu yüzden yeryüzü ısınıyor ve buna bağlı olarak hava da ısınıyor. Isınan hava yükseliyor ve normal koşullarda atmosferdeki ısı fazlası uzaya kaçıyor.  Ama sera gazlarının oluşturduğu tabaka bu kaçışı önleyerek, sıcak hava tabakasını atmosferin içine hapsediyor. Bunun sonucu atmosfer sıcaklığı artıyor ve “küresel ısınma” dediğimiz olay ortaya çıkıyor. Bunun sonucu buzullar eriyor, denizlerdeki akıntılar değişiyor, kuraklık ve seller bir arada yaşanıyor.

“Sera gazlarının” büyük bölümünde karbon atomu bulunuyor. Dolayısıyla küresel ısınma olayı da büyük ölçüde karbon kökenli gazlardan kaynaklanıyor. Bu tür gazların her geçen gün artan miktarlarda atmosfere karışmasının en önemli nedeni günlük yaşamda başta sanayi üretimi olmak üzere ısınma, ulaşım, tarım, hayvancılık gibi alanlarda“fosil yakıtlar” dediğimiz petrol ve kömürün yaygın olarak kullanılmasıdır. Ayrıca bu faaliyetler sırasında ve çöpler yok edilirken karbon kökenli olmayan flor, klor ve azotlu sera gazları da çıkıyor.

Meteoroloji kayıtlarında ve sel, kasırga, asit yağmuru gibi doğa olaylarında görülen olağanüstü değişikler; yaklaşık 1980’li yıllardan bu yana dikkatleri küresel ısınma sorununa çekiyor. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki önemsiz bir artışın bile kuraklık, büyük doğal afetler, tarımsal üretimde azalma ve hastalıklara yol açacağı üzerinde duruluyor. Nitekim son yıllarda bu yöndeki gelişmelere tanık oluyoruz. İşte bu gidişin daha kötü noktalara varmaması için yapılması gerekenler, uzun çabalar sonucu 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde imzalanan “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” ile kayıt altına alınıyor.

Dünyada 2005 yılında yürürlüğe giren, Türkiye’nin 2009’da imzaladığı anlaşmaya göre küresel ısınmanın önüne geçmek için uzun vadede sera gazlarının atmosfere salınması önlenecek. Ama bu birden değil, adım adım olacak. Sözleşmeye taraf ülkeler 2008–2012 yılları arasında atmosfere saldıkları sera gazı miktarını, 1990 yılındakinden yüzde 5,2 daha aşağı çekecek. Böylece kirlilikten en çok sorumlu olan gelişmiş ülkelerden başlayarak, tüm imzacı ülkelerde sera gazına yol açan her tür toplumsal faaliyet yeniden düzenlenecek. Bu sırada dünyayı en çok kirleten ülkeler ve şirketler, olağan yaşamlarını sürdürmek için az ya da hiç kirlilik yaratmayan ülke ve şirketlerin kirletme hakkını satın alabilecekler. Buna kısaca “karbon ticareti” deniyor.

Örneğin bugün gelişmiş ülkelerde yalnızca petrol ya da kömür gibi kirli enerji kaynaklarından yararlanan bir şirket, olağan işleyişini sürdürebilmek için kullandığı enerjinin karmaşık hesaplara göre belirlenen bir bölümünü temiz enerji kaynaklarından sağlamak zorunda.  Gereken temiz enerjiyi eğer kendisi üretemiyor ve havayı kirletmeye devam edeceğini hesaplıyorsa,  temiz enerji üreten bir şirket ya da ülkeden satın alır. Bu, “karbon ticaretinin” bilinen en basit yoludur. Böylece belli bir miktar temiz enerji kullanarak, geleneksel kirletici enerji kaynaklarından yararlanmaya devam eder. Satışı yapanın da bu yolla elde ettiği geliri yeni temiz enerji kaynakları için kullanacağı varsayılır.

Öte yandan temiz enerji üretiminin yanı sıra enerji tasarrufu ya da atmosferdeki karbon kökenli gazların tutulmasına hizmet eden ağaçlandırma faaliyetlerine katkıda bulunmak gibi çalışmalar da, sera gazı salınımını önler. Bu tür faaliyetler,  şirket ve ülkelere “karbon kredisi” kazandırır. Bu karbon kredisi sayesinde, isterlerse kirli enerji kaynakları kullanabilirler ya da kredilerini çevreyi hakkı olandan fazla kirleten şirket ya da ülkelere satabilirler. Bir ton karbondioksit gazı karşılığı satılacak temiz enerji miktarı ve fiyatı, “karbon borsasında” belirlenir. Böylece her tür vurgunculuğa ve yolsuzluğa son derece açık olan gaz ticaretinin kayıt altına alınması sağlanmış olur. (Ülkemizde bu konuda atılan son adım, 7 Ağustos 2010 Tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Sera Gazı Emisyon Azaltımı Sağlayan Projelere İlişkin Sicil İşlemleri Tebliğidir.”

Küresel karbon piyasasının 2009 yılı cirosunun 125 milyar ABD doları olduğu tahmin ediliyor. 2015 yılında bu piyasanın 2 trilyon dolar büyüklüğüne ulaşacağı öngörülüyor.  Türkiye son yıllarda atmosferi hızla kirleten ülkeler arasında yer alsa da, henüz gelişmiş ülkelere göre elinde fazladan karbon kredisi bulunuyor. Bu yüzden Kyoto Protokolüne koşullu olarak katılıyor ve sera gazının kısıtlanması için 2013 yılı başına kadar herhangi bir uluslararası yaptırıma uyması gerekmiyor. Bu tarihte ne kadar sera gazı salacağını beyan edecek, uluslararası taahhüt altına girecek ve elindeki enerji kaynaklarını buna göre değerlendirecek. O zamana kadar karbon kredilerini ve “yenilenebilir enerji” stoklarını gönüllü karbon piyasasında satabilecek. Bu tarihten sonra zorunlu karbon piyasasında yer alacak ve yeterli karbon kredisi yoksa,  toplamak için bedel ödeyecek.

Kirli enerji kaynaklarına bağlı olarak üretim yapan ve karbon kredisine gereksinimi olan Avrupalı şirketler Türkiye’nin şu anki durumundan yararlanıyorlar. Kendi ülkelerinde yüksek maliyetli olacak karbon kredisi kazanma faaliyetlerini ülkemizde sürdürerek; HES ya da RES (rüzgâr enerjisi santralleri) inşaatlarına yatırım yapıyor, ortak oluyor, kredi veriyor ve buradan sağlanan karbon kredisini satın alıyorlar. Örneğin bir HES şirketinin bu yolla yatırım sermayesinin başlangıçta en azından yüzde 15-20’sini sağlayabileceği tahmin ediliyor. Ayrıca HESlerin elektrik üretim lisansları 49 yıl gibi uzun süreli olarak verildiği için, bir HES şirketi daha işin başında gelecek yıllara ait karbon kredilerini satarak yatırım maliyetlerini fazlasıyla karşılayabiliyor. Bu avantajlı duruma ilk birkaç yılı ödemesiz, uzun vadeli ve düşük faizli kredi kolaylıkları; elektriğe devletin verdiği alım garantisi, ithalata ve çeşitli resmi giderlere yapılan indirimler de eklendiğinde; HES şirketlerinin kuytu yurt köşelerindeki derecikleri bile neden boş bırakmadığı daha iyi anlaşılıyor.

Bu ticaretin ardındaki mantık, çevreyi kirletenin bedelini ödemesi gerektiğine dayanıyor. Böylece çevreye zararlı şirket kârlı biçimde işletildiği sürece istediği kadar temiz enerji satın alırken, bir yandan da geleneksel biçimde çevreyi kirletmeyi sürdürür. Nitekim kirletme hakkını alınıp satılır hale getiren Kyoto sözleşmesinden sonra sera gazları azalmamış, tam tersine artmıştır. Bu yüzden karbon ticaretiyle uğraşanlar yaptıkları işi her ne kadar “sürdürülebilir kalkınma, yeşil ekonomi” vs. diye şirin göstermeye çalışsa da; aslında sera gazı üretimine katkıda bulundukları için bir tür zehir tacirliği yapmaktadırlar. Başka bir deyişle; kirlenmesinde hiçbir bir sorumluluğu bulunmayanların soluduğu temiz havayı, atmosferi soluk alınmaz hale getiren şirketlere satmaktadırlar. İşte HES karşıtlarını “doğal gaz lobilerinin desteğini almakla” suçlayan Uysal, böyle bir ticarete danışmanlık yapmaktadır. 

HESler temiz ve yenilenebilir enerji kaynağı mı?

Uysal röportajında “çevreyi kirletmeyen, bir devamlılığı olan enerjilere yenilenebilir enerji” denildiğini belirtiyor. Böylece barajlarla ilgili olarak yıllarca bize yutturulan “temiz, güvenilir, çevreye zararsız oldukları” uydurmacasını bir kez daha tekrarlıyor.  HESler hangi tipte olursa olsun çevreye ve toplumsal dengelere büyük zarar verir. Ayrıca danışmanımızın belirttiği gibi gölalanı yalnızca 15 kilometrekareden büyük barajlar değil, irili ufaklı hiçbir baraj “yenilenebilir” değildir. Çünkü bunların ardı ardına yapılması sonucu doğadaki su döngüsü kırılır, iklim değişir, yeraltı suları çekilir, üzerine baraj kuruluna ırmak da zaman içinde kurur gider. Öte yandan doğayı “yenilenebilir” sözcüğü altında tükendikçe yerine yenisi konabilecek bir eşya gibi tanımlamak yanlıştır.

Öncelikle belirtelim, bir barajın kullanım ömrü en çok 50 yıldır. Bu süre içinde çamurla dolarak bataklığa dönüşür. Bilindiği üzere sularımız HES şirketlerine 49 yıllığına verilmektedir. Yani bir akarsu üstüne kurulan barajın işi bittiğinde, oranın kullanım hakkını elinde tutan şirketin de işi bitmiş olur. Bu nedenle derelerimiz bir süre sonra birer HES mezarlığına dönüşecektir.

Öte yandan, artık dünyada büyük barajlar yapılmıyor. Örneğin ülkemizdeki Keban, Atatürk ya da Dalaman Çayı üzerindekine benzer büyük barajların yapımı yıllar sürüyor. Son olarak 1970’lerde bu tür projelere kaynak ayrılıyor ve uzun vadeli kalkınma planları kapsamında kârına zararına bakılmaksızın devlet tarafından yapılıyordu. Ama artık devlet bu tür projelerden çekildi. Özel sektör de ancak 20–30 yılda bitecek yatırımlara para bağlayarak kâr bekleyecek kadar sabırlı değil. Genellikle şirketlerin yaptığı en uzun vadeli yatırımların geri dönüş süresi 5 yılı geçmiyor. Küresel kriz yüzünden büyük sermaye grupları en kısa sürede en yüksek kâr sağlayabilecekleri alanlara yöneliyor. Bu da küçük HESleri kârlı kılıyor. Bu yüzden Uysal’ın zaten yapılmayan büyük barajları kötülemesine gerek kalmıyor.

Baraj gölü aslında göl değil, herhangi bir su birikintisidir. Çünkü göller gibi kendi kendini temizleyebilen, içindeki canlıların bir yaşam dengesi oluşturduğu binlerce yıllık doğal döngüden yoksundur. Bu yüzden bitki artıkları, hayvan leşleri, bakteriler ve sayısız su canlıları ölüp dibe çöktükçe; baraj yoğun bir metan gazı üreticisine dönüşür. Metan gazının atmosfere etkisi karbondioksite göre 25 kat daha fazladır. Bugün dünyadaki insan faaliyetleri sonucu atmosfere karışan metan gazının yaklaşık dörde birinin barajlardan kaynaklandığı tahmin ediliyor. Ayrıca baraj göllerindeki bakteriyel faaliyetler sonucu azot oksitleri çıktığı bilinmektedir. Bu gazın atmosfere etkisi de yine karbondioksite göre 300 kat daha fazladır.

Barajlar, bulundukları yöreyi yazın daha nemli ve serin, kışın daha ılık hale getirir. Genellikle elektrik üretmek amacıyla kurulan barajlar su kaynaklarına yakın inşa edildiğinden,  yörede kar tutulmasını önler. Bir derecelik ısı artışının etkisi kısa sürede gözle görülmez ama uzun sürede yaşamı ve iklimi alt üst eder. (Bunun için şu araştırmaya bakılabilir: Palandöken Çat Barajının Küresel Isınma ve İklim Değişikliği Açısından Erzurum İli Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi, Atatürk Üniversitesi Erzurum Meslek Yüksekokulu öğrencileri Mustafa Erat, Hülya Doğan, Gamze Çiloğlu, Fatma Fidan, Hilal Cengiz)

Bir yöreye baraj yapıldıktan sonra suya bağlı dizanteri, tifo, kolera, sıtma gibi hastalıklar artar. Hızla üreyen bakteri, su böcekleri ve parazitler hastalık kaynağı haline gelir. İklim değişikliği ya da yerleşim alanlarının su altında kalması yüzünden insanlar göç eder. Bugün Artvin Çoruh üzerindeki barajlar yüzünden yörede insan kalmamıştır. Dünyada bu yüzden yaklaşık 80 milyon kişinin göç ettiği tahmin edilmektedir.

Baraj yapımı sırasında özellikle ülkemizde binlerce ağaç kesilmektedir. Orta büyüklükteki bir ağacın yılda 12 kg. karbondioksiti oksijene dönüştürdüğü hesaplanıyor. Barajların yapımı sırasında yüzlerce yaşında ağaçların kesilerek her birinin yerine beş tane fide dikilmesi ve birkaç yıllık bakım masrafının ödenmesi zararı karşılar mı?

Akdeniz ve Ege kıyılarından denize kavuşan dereler üstündeki HESlerin en önemli zararlarından biri de, delta ovalarının tuzlanmasına yol açmasıdır. Başta Çukuorova olmak üzere Finike, Kumluca, Eşen, Dalaman ovaları ırmakların binlerce yılda taşıdığı alüvyonlarla oluşmuştur. Bu ovaların denizden yüksekliği genellikle birkaç metreyi geçmez. Buna karşılık değil ülkemizin, dünyanın en verimli toprakları arasında sayılırlar. İşte bu ovaları oluşturan ve besleyen akarsular üstüne kurulacak çok sayıda HES, suyun akışını düzensiz hale getirir. Bu durum zamanla ovadaki tatlı ve tuzlu su dengesini bozar. Tuzlu su ovanın taban suyuna karışarak toprağın tuzlanmasına yol açar. Bu sorunun geri dönüşü, düzeltilmesi, çözümü yoktur. Bugün Seyhan ve Ceyhan ırmakları üzerine kurulan barajların etkisiyle Çukurova’nın deniz tarafındaki yaklaşık 2 km. eninde bir şerit tuzlanma sonucu kullanılamaz hale gelmiştir. Alakır, Eşen Çayı gibi dereler üstündeki HES projeleri tamamlanırsa, aynı sorun bu yörelerde de görülecektir.

 Su herhangi bir sıvı değil, hayatın kendisidir

Uysal,  HESlerin ne şekilde çalıştığı sorusunu “su değirmeniyle aynı sistem” diye yanıtlıyor.  Yani o kadar zararsız…  Demek ki karşı çıkanlar bunu ya cahilliğinden, ya da bilemediğimiz başka bir kötü niyetten yapıyor.

Elektrik üretebilmek için  belli miktar suyun tribün üstüne belli bir yükseklikten ve hızla düşürülmesi gerekir. Küçük derelerdeki suyun enerjisi genellikle bu işlemin yerine getirilmesine yetmez. Bu yüzden su mümkün olan en yüksek noktada,  kaynağa yakın bir yerlerde “regülatör” denilen bir bent arkasında toplanır. Buradan boru ya da beton kanallarla yeterli düşünün elde edileceği noktaya kadar taşınır ve oradaki tribünün üstüne salınarak elektrik elde edilir. Bu mesafe Uysal’ın söylediği gibi 3 kilometre değildir, bazen suyun onlarca kilometre taşındığı bile olur.

Bazen o kadar küçük dereler üstüne elektrik üretim lisansı alınır ki, insan şaşırır kalır. Çünkü bu kadar az suyla elektrik üretilemeyeceği sanılır. Ama üretim lisansı yalnızca su kaynağı için alınmaz, yöreyi kapsar. Dağların içine doğru açılan kilometrelerce tünelde çevredeki su toplanır. Buradan sağlanan suyla kullanım hakkı ele geçirilen küçük dereler birleştirilerek tribün çalıştıracak miktarlara ulaşılır.

Su bir kez bent arkasında tutularak kapalı bir sistem içine alındıktan sonra, denize ulaşana dek defalarca elektrik elde edilmeye çalışılır. Örneğin İkizdere üstüne 4 tane HES kurulmuş, bu sırada görülen zararlara köylüler isyan etmiş ve ek olarak 22 tane daha HES yapılmasını önlemişlerdir. İkizdere yaklaşık 60 km. uzunluğundadır. Eğer tüm HES projeleri gerçekleştirilmiş olsaydı, yaklaşık her 2 km. de bir HES kurulacak ve su sürekli boru içinde akarak denize kadar ulaşacaktı.

Bugün Fethiye Eşen Çayı ve kolları üzerinde toplam 26 HES projesi bulunuyor. Şu an bunların iki tanesi işletiliyor. Dalaman Çayı üzerinde 7 tane HES çalışır durumda, yeni 1/100 binlik Çevre Düzenleme Planına göre 15 tane daha yapılması planlanıyor. Bir köyün sulama suyu gereksinimini dahi karşılayamayacak derecikler üzerine ülkenin en büyük çimento, tekstil, turizm, gıda şirketleri HES yapmak istiyor.  Eğer bu projeler gerçekleşirse su bir tribünden diğerine taşınarak ve hiç havayla ya da toprakla temas etmeden denize kadar ulaşacak. İçinde oksijen ya da mineral barındırmayan bu su artık bildiğimiz su değil, yalnızca HES şirketlerinin santrallerini döndürmekte kullanılan herhangi bir sıvı olacaktır. Bu, dağlardan denizlere kadar suyun taşıdığı hayattan beslenen sayısız canlının yaşamını söndürmek anlamına gelir. Buna rağmen dere yataklarına  “can suyu” adı altında yeterli su bırakıldığı yalanı söyleniyor. Ne demektir can suyu? Can vermek üzere olan bir canlıya birkaç damla su vermekten başka anlamı yoktur. HES kurulan derelerin yatağına “can suyu” adıyla yeterli su bırakıldığı ve bunun denetlendiği yalnızca bir masaldır. İsteyen HES havzalarına gidip bakabilir. Dere yatağındaki su miktarı, doğanın kendisi tarafından belirlenir. Su havzaları hassas dengeler üzerinde duran eko sistemlerdir.  Buralar yalnızca yakın yöredeki canlıları yaşatmaz, göçmen türleri de kapsayan geniş bir alandaki canlıların üreme, beslenme, barınma gereksinimlerini karşılar.  Yaşam zinciri bu sayede ayakta durur.

Suyu ele geçirmek, bir yöreyi denetim altına almanın en kolay yoludur. Çünkü toprakların, yerleşim alanlarının, ormanların, meraların, maden yataklarının anahtarı sudur. Bu yüzden tarih boyu su kıyıları uygarlık beşiği olmuştur. Kurulmaya çalışılan HESlerle bugün Allonai, Hasankeyf, Munzur gibi tarihi uygarlık izleri de silinmek isteniyor.

Ülkemizde bugün 1 MW üstünde yaklaşık 2 bin 200 dolayında, bundan daha küçük 10 bin ile 20 bin arasında HES projesi var. Bu gösteriyor ki, kullanım hakkı bir şirket tarafından alınmamış bir tane dahi dere kalmamıştır. 

Ülkemizde enerji açığı değil, plansızlık yüzünden enerji savurganlığı var

HESlerin Türkiye’deki enerji açığını karşılayacağı iddiası, röportajında Uysal’ın da dile getirdiği bir konu.  TMMOB Makine Mühendisleri Odasınca 2009 yılında Kayseri’de düzenlenen “Yenilenebilir Enerji Kaynakları Sempozyumu”nda da ifade edildiği gibi ülkemizde elektrik üretim ve dağıtımı sırasındaki kayıp ve kaçak oranı yaklaşık yüzde 17 kadardır. Avrupa’da kişisel elektrik tüketiminden örnek verip ülkemizde bunun çok altında tüketim yapıldığını söyleyen danışmanımız neden aynı ülkelerdeki kayıp ve kaçak oranlarını da belirtmiyor? Komşu ülkelerde genellikle bu oran yüzde 6–8 arası, gelişmiş ülkelerde daha da azdır. Ülkemizde elektrik kayıplarının bu kadar yüksek oluşunun nedeni, nasıl olsa bu alandaki tüm işlemlerin özelleştirileceği gerekçesiyle yıllardır bakım ve onarım yapılmayışı, kamu personeli alınmayışıdır. Oysa gerekli bakımlar yapılsa ve başta sanayide tasarruf önlemleri alınsa, HESlerden gelecek enerjiye gerek bile kalmayacaktır.

Ayrıca ülkemizde enerji açığı değil, tam tersine plansızlık ve kamu yararı kavramının terk edilmesi yüzünden enerji savurganlığı vardır. Belki beş köye hayat veren bir su kaynağı üstüne kurulu 2 MW gücündeki HES tam kapasiteyle çalışsa bile, orta büyüklükteki bir alışveriş merkezinin yıllık elektrik tüketimini ancak karşılar. Kaldı ki hiçbir HES kâğıt üstündeki gibi çalışmaz. Bugün başta Keban ve Atatürk olmak üzere ülkemizdeki barajların çoğu öngörülenin altında bir verimlilikle çalışmaktadır. Çünkü yeterli su yoktur ya da baraj projeleri abartılı büyüklüklerdedir.

Uysal artık Kuzey Amerika başta olmak üzere Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş yörelerde HES yapılmadığını bilmiyor ya da bilmez görünüyor. Bugün ABD nükleer santrallerden de vazgeçerek güneş enerjisine yöneliyor. Gelişmiş ülkeler barajların iklime, çevreye, toplum sağlığına, tarıma verdiği zararları biliyor ve bunlardan kurtulmaya çalışıyorlar.

Sonuç olarak Uysal HES şirketlerinden para kazandığı için onlar lehine konuşuyor. Ancak HES karşıtlarının doğal gaz şirketleri tarafından desteklendiğini düşünmesi gülünç. Çünkü sözünü ettiği şirketlerle kullanılsın kullanılmasın bedelini ödemek üzere gaz alım anlaşmalarını HES karşıtları yapmadılar.  “Mavi Akım” gibi ülke çıkarlarına aykırı anlaşmalardan yargılanıp zaman aşımından yararlanarak ceza bile almayanlar biz değiliz. Ülkeyi enerji koridoru yapmak amacıyla durmadan doğal gaz ve petrol boru hatları döşemeye devam edenler yine biz değiliz. Uysal’ın günün 24 saati ışı ışıl parlayan, yazın serin kışın sıcak olan alışveriş merkezlerinde harcanan enerjinin kaç su canlısının yaşamına mal olduğunu düşünmesi gerekir.  Küresel ısınma yüzünden tatlı su kaynakları giderek daha değerli hale gelirken, “enerji lazım” diye akarsularımızın kullanım hakkının şirketlere verilme gerekçeleri üzerinde düşünmelidir. Madem enerji lazım, araba satışı ve dolayısıyla petrol dışalımını arttırmaktan başak işe yaramayışın çok şeritli yollar neden yapılıyor?  Durmadan evlerimizde tasarruflu ampul kullanalım diye propaganda yapılırken, sanayide neden tasarrufa gidilmiyor? Uysal’ın bu konularda söyleyecek sözü yok ama HES karşıtlarına söyleyecek çok sözü var.

Ülkenin dört bir yanındaki HES karşıtları aynı zamanda yaşam savunucularıdır. Yörelerindeki madencilik faaliyetleri, balık çiftlikleri, orman katliamları, kıyı yağmacılığı, her tür termik santral inşaatıyla mücadele ederler. İnsanın doğanın efendisi değil, bir parçası olduğunu düşünürler. Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve çeşitli şirketlerin çevre fonlarından yararlanmazlar. Böyle yapanlarla yan yana gelmezler. Hepsinin kendine göre siyasi düşüncesi olsa da, gönüllü çalışmalarını bir propaganda fırsatı gibi görmezler. Uysal tanımadığı insanları rasgele suçlarken, dileriz kendisi herhangi bir lobi faaliyeti tarafından desteklenmiyordur.

http://www.karasaban.net/havadan-para-kazananlar-dogaya-ve-emegine-sahip-cikanlara-soz-soyleyemezmehmet-polat/

Su Mücadelesi – Tony Clarke & Maude Barlow

Okulda bizlere dünyanın kapalı bir hidrolik sisteme sahip olduğu öğretilir. Su, yağmur ve buharlaşma yoluyla sürekli bir şekilde yeniden dolanıma girer ve tek bir tanesi gezegenin atmosferini terk etmez. Bugün de gezegenin oluşumunda bulunduğu kadar, aynı miktarda su bulunmaktadır; su aynı sudur. Bir daha ki sefere yağmurda yürürken durun ve üzerinize düşen suyun bir kısmının dinozorların kanı ya da binlerce yıl önce yaşamış çocukların taşan gözyaşları yoluyla geçtiğini düşünün.

Aynı miktarda su bulunacak olmasına rağmen, suyu gezegen ve kendimiz için kullanışsız hale getirebiliyoruz. İçilebilir suya oranla artan kıtlık farklı nedenlerden kaynaklanır. Her yirmi yılda bir, insan nüfusunun artış oranından iki misli fazla olan kişi başına su tüketimi kendi kendisini alt üst ederek ikiye katlanıyor. Özellikle varlıklı sanayileşmiş ulusların teknoloji ve sıhhi tertibat sistemleri insanların ihtiyaç duyduklarından çok daha fazla su kullanmalarını teşvik etmiştir. Yine de bireysel su kullanımındaki bu artışla birlikte, aile ve belediyeler su kullanımının sadece yüzde onunu teşkil eder.
Sanayi, dünyanın kullanılmamış su stoklarının yüzde yirmiden yirmi beşine kadarına sahiptir ve talepleri hayret verici bir şekilde artmaktadır. Dünyanın en hızlı büyüyen sanayilerinin birçoğu su yoğunlukludur. Örneğin, sadece ABD’de, bilgisayar endüstrisi pek yakında yılda 396 milyar galon su kullanıyor olacaktır.

Ama yine de, yüzde 65 ile 70’ine kadar bütün suyun insanlar tarafından kullanıldığını iddia ederken, gerçek su pisboğazı olan sulamadır. Artan miktarda sulama endüstriyel çiftçilik için kullanılıyor. Bu su yoğunluklu şirket çiftçiliği uygulamaları hükümetler ve onların vergi mükellefleri tarafından sübvanse edilir ve damla sulama gibi doğal kaynakları koruma pratikleri yönünde gerekli girişimlerde bulunmak çiftlik faaliyetleri açısından güçlü bir caydırıcı etken meydana getirir.

Nüfus artışı ve kişi başına artan su tüketiminin beraberinde, dünyanın yer üstünde bulunan su sistemlerinin yoğun kirliliği geride kalan kullanılmamış temiz su stokları üzerinde önemli bir iz bırakmıştır. Küresel orman tahribatı, nemli toprakların yok edilmesi, böcek ilaçlarının fiyatlarının düşürülmesi, su yollarının içine gübre konması ve küresel ısınma, dünyanın narin su sisteminde korkunç bir bedele mâl oluyor.

Dünyada temiz su tükeniyor. 2025 yılına kadar, dünyada bugünkünden 2.6 milyar daha fazla insan olacaktır. Bu insanların üçte ikisi kadarı ciddi su kıtlığı koşulları içerisinde yaşıyor olacaktır ve üçte biri kesin su kıtlığıyla yaşayacaktır. Su talebi, elde olan suyu yüzde elli altıya kadar aşacaktır.

Ticaret olarak Su

Artan talep ve stok daralmasının birleşmesi suyu kâr için satmayı isteyen küresel şirketlerin çıkarlarını cezbetmiştir. Su endüstrisi Dünya Bankası tarafından trilyon dolarlık potansiyel bir sanayi olarak göklere çıkarılmıştır. Su 21.yüzyılın “mavi altını” olmuştur.
Suyu özelleştirme girişimi hâkim dünya ekonomik felsefesine göre Washington Mutabakatının yükselişiyle uyum içerisindedir. Bu felsefe ticaret ve yatırımın liberizasyonunu gerektirir ve toplumsal programlar için sorumluluğun değiştirilmesini ve özel sektör yönünde kaynak yönetimini şart koşar. Dolayısıyla bu, suyun eski ortaklarına karşı bir saldırıdır.

Küresel ticaret anlaşmaları, su ticareti yapan şirketler ve onların ortakları için muhtemelen en önemli araç haline gelmiştir. İktidarda olan çokuluslu grupların hepsi, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), Ticaret ve Gümrük Vergisi Genel Anlaşması (GATT), ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) suyu ticaret olarak tanımlar. Bundan dolayı su, şu anda petrol ya da doğal gaz gibi diğer metalara egemen olan aynı kural ve düzenlemelere tabi tutulmaktadır. Bu ortak uluslararası kurallardan dolayı, bir ülke DTÖ tarafından kınanmayı göze almadan su ihracatını sınırlayamaz ya da yasaklayamaz. Ayrıca ulusların bir ülkeden su ithalatını reddetmeleri sınırlanmıştır. NAFTA’nın “orantılılık şartı” şu anlama gelir: eğer bir ülke kendi doğal kaynaklarını ihraç etmek için musluğu açarsa, bu kaynak tükenene kadar musluğu kapayamaz.

Ayrıca su hizmetlerini özelleştirme çabası, DTÖ’nün hizmetindeki sınır ötesi ticareti yönlendiren GATS olarak bildiğimiz (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) yeni kanunlarla iyice arttırılacaktır. Tasarlanan GATS kanunları uyarınca hükümetler,  su sistemlerini özelleştirmeleri ve deregülasyon yapmaları yönünde baskılara maruz kalırlar ve aynı zamanda bir kentin su hizmetleri yabancı temelli bir şirket tarafından devr alındığında, bu hizmetleri tekrardan kamu denetimi altına alınmaya çalışırlarsa DTÖ komutasıyla ağır ekonomik cezalara çarptırılırlar.

Özelleştirmenin baş sorumlusu üç ulus ötesi şirket Avrupa’da kurulmuştur: Vivendi, Suez ve RWE. Yeryüzünün her yerinde su ticaretinde hâkim güçler olmak için her üçü de sistematik bir şekilde daha küçük rakiplerinin şirketini satın aldı. Bu şirketlerin uzun vadeli stratejisi kendilerini su krizlerinin kurtarıcısı olarak konumlandırmayı umduğu Üçüncü Dünya ülkelerindeki kamu su sistemlerini ele geçirme çabalarıyla başladı. Bunun yerine, Üçüncü Dünyada bir dizi özel sektör fiyaskosu onların planlarını raydan çıkardı.
Buenos Aires örneği bilhassa öğreticidir. Buenos Aires, Üçüncü Dünya su özelleştirmesinin en nitelikli faaliyeti olacaktı. Suez, kendisine tabi olan Aguas Argentias şirketi yoluyla, 1992’de Buenos Aires’in su ve lağım sistemini devr aldı. Suyun özelleştirilmesiyle ilgili yaygın bir iddia da nakit para sıkıntısı içindeki kamu sektörünün tersine, özel sektörün eskiyen su sistemlerini yenileyecek ya da modernleştirecek gerekli sermayeye sahip olduğudur. Ancak Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve diğer daha küçük bankalar,  kamu kaynakları Suez’in özelleştirme girişimi için gerekli olan 1 milyar doların yüzde 97’sini temin etti. Suez küçük bir artışla su ve lağım hizmetini genişletti, fakat her iki alanda planlanan hedeflerini karşılamakta başarısız oldu. Ama yine de şirket yıllık, 1990’ların ortalarında yüzde 25 civarında kâr elde etmeyi başardı. Suez geçenlerde Arjantin’den çekilmeyi planladığını ilan etti çünkü ülkenin nakit para krizi şirketin kârlarını azaltmıştı. Johannesburg, New Delhi, Manila ve çok iyi bilinen Cochabamba, Bolivya gibi yerlerde başka özel sektör fiyaskoları da oldu.

Üçüncü Dünya su sistemlerini özelleştirme çabası sivil toplum protestolarının bir hedefi haline geldi. Mart ayında Kyoto’da, Japonya, Dünya Su Forumu’ndaki şirket genel müdürlerinin bir toplantısında uluslararası bir sivil toplum ağının temsilcileri boy gösterdi. Grup mikrofonları ele geçirdi ve dünyanın dört bir yanındaki su özelleştirmesinin etkisi hakkında bir dizi tavsiye mektubu sundu. Olayın sonuna doğru, Cancun’dan, Meksika, bir su aktivistti mikrofona yürüdü ve simsiyah berbat kokan bir su bardağını havaya kaldırdı. Suyu Suez’in belediyeye ait su sistemini işlettiği Cancun’daki evinin musluğundan aldığını açıkladı. Ve daha sonra sahne üzerindeki Suez’in genel müdürünü siyah, pis kokulu suyu içmeye davet ettikten sonra arabulucunun suyu ona uzatmasını rica etti.

Birinci Dünyanın Suyunu Hedeflemek
Büyük su şirketleri şimdi stratejilerini değiştiriyor ve faaliyetlerini, yatırımlarını Kuzey Amerika ve Avrupa’daki daha güvenli pazarlarda yoğunlaştırıyor. ABD’deki bütün su hizmetlerinin yüzde seksen beşi halen kamunun denetimindedir. Bu, Suez, Vivendi ve RWE gibi şirket toplulukları için cazip bir hedeftir. Gelecek 10 yıl içerisinde ABD’nin bir ucundan diğer ucuna su hizmetlerinin yüzde yetmişini kontrol etmeyi hedefliyorlar.
Kendilerini saldırgan bir şekilde hareket etmeye adadılar. Vivendi, Suez ve RWE önde gelen ABD su şirketlerini, U.S Filter, United Water ve American Water Works satın aldı. Bu su şirketleri büyük ölçüde küçük kasabalara ve cemaatlara hizmet verir, ancak bunlar küresel devlerin himayesinde ABD’de özelleştirmenin motoru oldu.
Ulus ötesi su şirketleri topluluğu bir belediyeye ait su sistemini ele geçirdiğinde, bu yerel bir sorun izlenimi uyandırır, ancak aynı şirket oyuncuları dünyanın her yerinde toplulukları hedef aldığı için, birbirinden ders alan ittifaklar ve bağlantılar kurmalı ve cepheden bir saldırı geliştirmeye başlamalıyız.

Polaris Enstitüsü’nde, üç koldan bir strateji tasarlıyoruz. Birincisi, bir su alarm-ağı geliştirin ki böylece şirketler nerede faaliyet yürütüyor ve gelecek sefere nereye gidiyor bilebilelim. Nasıl hareket edecekler? Ve önlerine nasıl geçebiliriz?

İkincisi, yerel su-izleme koalisyonlarını kurmak için yurttaşları biraraya getiren su-hareket ekiplerine ve yurttaşların su rezervlerini ve hizmetlerini şirket topluluklarından korumak için kampanyalar geliştirmeye ihtiyacımız vardır. Daha sonra bu yerel kampanyaları Public Citizen ya da Council of Canadians ulusal kampanyalarıyla birleştirmeliyiz.

Üçüncüsü, alternatifler önermemiz gerekir. Özel el koymalara karşı kamusal su sistemlerimizi savunmak istediğimizi söylemek yeterli değildir. Kamusal su sistemlerimize ilişkin sorunlarımız vardır ve yurttaş katılımı yoluyla kendi topluluklarımızda bunları canlandırmanın yeni yollarını bulmalıyız. Yurttaşlar yerel su sistemlerinin takipçisi olabilir.

Yerel eylemler üç küresel ilke tarafından bilgilendirilmelidir. Bunlardan biri suyun muhafazasıdır. Su kıtlığına ilişkin kendimizi aldatamayız. Su bir yerde bol olabilir, ancak başka yerlerde kıttır. Suyun muhafazası en önemli öncelik olmalıdır.
İkinci ilke suyun temel bir insan hakkı olmasıdır. İnsanlar yaşamak için suya ihtiyaç duyar. Su ödeme yetisine dayanmak yerine insanlara eşit bir şekilde temin edilmelidir.
Üçüncü ilke su demokrasisidir. En kıymetli kaynağımızın idaresini, iyi niyetli olsunlar olmasınlar, hükümetlerin içindeki bürokratların ya da özel şirketlerin denetimine terk edemeyiz. Biz insanlar bu özel güveni korumalıyız, bunun için savaşmalıyız ve asıl rolümüzü oynamalı ve su için demokrasi talep etmeliyiz.

Maude Barlow, Council of Canadians’ın ulusal başkanı ve Tony Clarke Polaris Enstitüsü’nün yöneticisi ve Blue Gold: The Corporate Theft Of The World’s Water’ın yazarlarındandır. Bu makale Eylül 2003’de New York’da Resurgence dergisi ve Omega Enstitüsü tarafından ortak desteklenen “Yaşam için Su” konferansında yazarlar tarafından yapılan sunumdan uyarlanmıştır.

Tony Clarke ve Maude Barlow

Yes Magazin 

http://onbirincitez.wordpress.com/2011/02/10/tony-clarke-maude-barlow-su-mucadelesi/

Yaşam Yolculuğu 4.gün (12 Temmuz, Fındıklı-Hemşin) “Devlet HES’i yapacaz diyorsa biz de cumhuruz yaptırmayacağız diyoruz”

Fındıklı köylüleri: “Para için geleceğimizi satmayacağız”

Fındıklı Yaylacılar köyü Goloskur Mezrası’ndaki kampın ardından sabah köylülerle sohbet etmek, karşılıklı bilgi alışverişinde bulunmak için Arılı’da bulunan köy kahvesine gittik… Burada nerden geldiğimizi hangi amaçla geldiğimizi anlattıktan sonra HES’e karşı 5 yıldır verdikleri mücadele hakkında bilgi verdiler bize… Bu direnişin bu kadar başarılı olmasının nedeni aslında köylülerin örgütlü hareket etmeleri… Fındıklı Dereleri Koruma Derneği köylülerle sürekli iletişim halinde. Köye HES çalışanlarının bilgisi anında yayılıyor ve köylüler bu duruma anında müdahale edebiliyor…

Sohbet ettiğimiz bir köylü devletin bu kadar ısrar etmesini daha çok AKP’nin politikalarına ve özel olarak da Tayyip Erdoğan’a bağlıyor. “Devlet büyüktür yapacak diyorsa biz de cumhuruz yaptırmayacağız diyoruz…” Köyün yüzde 95’inin HES’e karşı olduğunu söyleyen başka bir köylü de isteyenlerin bunu para için yaptığını söyleyerek “para için geleceğimi satacaksam ben buna ihanet derim” diyor. Bu süreçte Su Bakanlığı’nın kurulmasını nasıl değerlendirdikleri sorumuza köylülerin çoğunluğu, saldırıların daha da artacağı cevabını veriyor.

 

Fındıklı’dan sonra yolculuğumuz Rize Pazar’la sürüyor…

Rize’de ilk HES projesi 96 yılında Fırtına Vadisi’nde yapılmak istenmiş ve protestolar sonucu projeden vazgeçilmişti. Burada Derelerin Kardeşliği Platformu yürütmesinden Yaşar Aydın’dan bilgi alıyoruz. Bu tarz platformların birbiriyle dayanışma halinde olması ve birinin eksik bıraktığını diğerinin tamamlaması gerekliliği üzerine ortaklaşan sohbetimiz dayanışmanın büyütülmesi için pratik adımlar atılmasının gerekli olduğunu birkez daha ortaya koyuyor.

Ardından Hemşin’e yol alıyoruz… Girişinde “Bulutların ülkesi Hemşin’e hoşgeldiniz” tabelası bulunan Hemşin’e gidiyoruz. İlk durağımız Hilal köyü. Köyde elbette farklı düşünenler de var. Buradaki gelişmelerle ilgili Köyden Mine ve Vahit Sarı’dan bilgi alıyoruz. Ertesi gün diğer köylülerle bir toplantı yapma kararı alarak günümüzü noktalıyoruz.

Kaynak: http://munzurcevredernegi.net/

KİP Yaşam Yolculuğu 3. gün (11 Temmuz, Arhavi-Fındıklı) Köylüler: “Kanımızın son damlasına kadar direneceğiz!”

 
 
Balıklı Köylüleri HES’e izin vermeyecek
 
Yolculuğumuzun 3. Günü Arhavi’deyiz. Arhavi’de görüştüğümüz Eğitim-Sen’den Mehmet Öncel Arhavi’ye 22 tane HES yapılması düşünüldüğünü yani akan her dereye HES kurmak istediklerini söyleyerek burada tek dik duran köyün Balıklı köyü olduğunun altını çiziyor. Bizler de Balıklıköyü’ne giderek köyün tek su kaynağına yapılması düşünülen HES’le  ilgili planlanan dereye giderek köylülerle görüştük. Köyün yüzde 95’i HES’e karşı. Kendilerine Hopa’yı örnek aldığını söyleyen köylüler “kanımızın son damlasına kadar direneceğiz” diyorlar… 21 Temmuz’da ÇED toplantısı yapılacağını söyleyen köylüler, biz bu toplantıya katılmayacağız” diyorlar… Köyden kadınlarla yaptığımız sohbetlerde kadınlar şunu söylüyorlar bize “dere adamın hayatidur. Doğduğumuzdan beri bu derede yaşiyoruz.  Onları köyümüze almayacağuz. Gelen buradan geri gidecek başka yolu yok. Biz sonuna kadar direneceğuz.”
 
Fındıklı köyleri 5 yıldır HES’e karşı nöbette….
 
Arhavi’den Rize Fındıklı’ya sürüyor yolculuğumuz. Fındıklı’yla ilgili bilgilendiriliyoruz önce. Burada Derelerin Kardeşliği Platformunun çalışması var ve 5 yıldır köylerine 06, 34, 61 plakalı aracı kendi bilgileri dışında sokmuyorlar. Köylülerin tamamına yakını HES’e karşı burada da. Öncelikle köye çıkıp kamp kurmak için yol alıyoruz. Tabi köylülerden oluşan eskortla ancak girebiliyoruz. Buna rağmen yol boyunca bakan meraklı gözler yada arada aracı durdurup belli sorularla karşılaşıyoruz…
 
Geç saatlerde ulaşabildiğimiz kamp yerine araç çıkmadığı için köylülerin yardımıyla ulaşabiliyoruz ancak. Burada önceden geleceğimizi bilen köyün gençleri tulum ve horonlarla bizi karşılıyorlar. Hep  beraber oynanan horonlardan sonra bizler kendimizi geliş amacımızı anlatıyoruz. Köylüler de 5 yıldır verdikleri mücadeleyi. “Mücadele bundan sonra daha da setleşecek. Jandarmayla karşı karşıya geldiğimizde de yanımızda görmek istiyoruz diyorlar. Bizler de dayanışmayı büyüteceğimizi gerektiğinde omuz omuza jandarmaya karşı da direneceğimizi söylüyoruz. O arada havayi fişekler atılıyor. Herkes bir anda şaşırıyor tabii. Köylüler bizim  için sürpriz hazırlamışlar….
 
Ertesi  sabah köylülerle sohbet için buluşmak üzere geceyi  bitiriyoruz….

Kaynak: http://munzurcevredernegi.net/

 

Yaşama ve Doğaya saldırılara karşı 2.Karadeniz Yaşam Yolculuğuna… 9-25 Temmuz 2011

Yağmaya-Talana karşı, birlikte doğayı ve yaşamı savunmak için  

2. KARADENİZ YAŞAM YOLCULUĞU’NA DAVET… Yolculuk her noktada katılımlara aciktir. 

Yaşam düşmanı kapitalist elitlerce derelerin, ormanlarin, doganin, yasamin her alaninin talan edilerek ticarileştirilmesine, 

Doğa katili HES’lere, nukleere, termik santrallere, zehir saçan endustriyalizm ve madencilik faaliyetlerine, ormansızlaştırma ve insansızlaştırmaya,  

Çay ve fındıktaki sömürüye, küçük çiftçi tarımının ve köylülüğün tasfiye edilmesine, 

Yaşama ve doğaya yapılan saldırılara, yağma-rant proje ve yasalarına karşı, 

İnadına Yaşam, İnadına İsyan, İnadına Özgürlük! diyenler olarak 

9 Temmuz 2011 Cumartesi günü, geçen seneki gibi HOPA’dan başlayarak yaklaşık 2 hafta sürecek 2. Karadeniz Yaşam Yolculuğu’nda, doğaya ve yaşama sahip çıkan tüm dostlarla görüşmek dileğiyle…

 

PROGRAM (Değişiklikler olabilir) 

08.07.2011          Yola Çıkış: İstanbul, Ankara, muhtelif yerler

09.07.2011          Buluşma: Artvin – Hopa

10.07.2011          Artvin – Hopa

11.07.2011          Artvin – Arhavi

12.07.2011          Rize – Fındıklı

13.07.2011          Rize – Pazar, Hemşin

14.07.2011          Rize – Senoz

15.07.2011          Trabzon – Solaklı

16.07.2011          Trabzon – Araklı

17.07.2011          Trabzon – Macka

18.07.2011          Trabzon – Tonya

19.07.2011          Giresun

20.07.2011          Ordu

21.07.2011          Sinop – Gerze

22.07.2011          Sinop Merkez

23.07.2011          Karabük

24.07.2011          Bartın

25.07.2011          Dönüş 

Her turlu oneri, katki ve katiliminiz icin: karadenizisyandadir@gmail.com,

0 543 634 9449,

0 535 931 4999,

0 537 246 8661 

Karadeniz İsyandadir Platformu 

http://www.facebook.com/karadenizisyandadir

http://karadenizisyandadir.wordpress.com/

http://www.karadenizisyandadir.org/

karadenizisyandadir@gmail.com

 

Hopa Cinayetini Protesto Eden Bir Kadının Yaşadıkları. Şiddet ve Taciz

Hopa Olaylarını Protesto Eden Bir Kadının Yaşadıkları - Yusuf YAVUZ

Hopa’da yaşanan olayların ardından ülke genelinde yapılan protesto eylemleri sırasında çok sayıda eylemci gözaltına alındı. Olayların olduğu günün akşamında Metin Lokumcu’nun ölümüne neden olan polis şiddetini protesto etmek için Ankara’da yapılan protesto gösterilerinin ardından gözaltına alınan Karadeniz İsyandadır Platformu gönüllüsü Ezgi Ö., gözaltında yaşadığı dehşet verici hakaret ve işkenceyi anlattı. 
 
Öğretmen adayı olduğunu anlatan Ezgi Ö., bunu öğrenen polislerin kendisi ve otobüste bulunan diğer öğretmene ağza alınmayacak küfürler ve gurur kırıcı hakaretler yaptığını öne sürerek, “bu esnada erkek polisler tarafından kadın oluşumla ilgili sözler edilerek taciz edildim (kız halinle ne işin vardı, kız da değildir bu, diğer gözaltındakiler kastedilerek arkadakiler beğendiniz mi bunu vb. sözler.) Bir polis saçlarımdan çekerek kafamı yukarı kaldırdı ve dışarıdan geçmekte olan, olaylar esnasında yaralandığı söylenen bir polisi göstererek, olaydan benim sorumlu olduğumu ve içeride o polisin halinden çok daha vahim bir hale sokulacağıma dair tehditler savurdu” iddiasında bulundu. 
 
İşte Ankara’da polis şiddetine maruz kalan öğretmen adayı Ezgi Ö’nün gözaltında yaşadıkları… 
 
‘DÖRT ÇEVİK KUVVET POLİSİ BENİ GÖZLATINA ALDI’    

“O gün orada Metin Hoca’mızın acısını paylaşmak için toplanmıştık, fakat ne yazık ki buna izin vermediler. 31.05.2011 günü bulunduğum Kızılay YKM Önü mevkiinde, çevik kuvvet güçlerinin otobüslerinin bulunduğu alanda, otobüs içinde gözaltına alınan bir kadına yapılan ağır darba şahit olmam ve sonrasında olaya müdahale etmem sonucunda ben de dört çevik kuvvet tarafından sert bir şekilde tutma suretiyle gözaltına alındım.
 
POLİS ARACINA SAÇLARIMDAN ÇEKİLERE BİNDİRİLDİM

Dört çevik kuvvet tarafından gözaltına alındığım andan itibaren astım hastası olduğumu ve bu nedenle yavaş hareket etmelerini istedim, fakat hiçbir şekilde dikkate alınmadım. Gözaltı aracına götürülürken aracın kapısına doğru polisler tarafından oluşturulan koridorda kafama vurma, saçımı çekme gibi saldırılara maruz kaldım. Polis aracına dizlerim merdivene sürtecek şekilde saçlarımdan çekilerek bindirildim. Kafamdan cama vuracak şekilde itilerek koltuğa oturtuldum. 
 
O.OSPU BUNLAR, ÖLDÜRECEĞİM SİZİ…

Oturduğum koltuğa doğru gelen bir kaç kadın polis tarafından kafamı cama vurma suretiyle; “o.pu bunlar, öldüreceğim sizi, gebereceksiniz şerefsizler” gibi birçok tehdit ve küfre maruz kaldım. Astım hastası olduğumu ve krize girebileceğimi, bu sebeple hava almam gerektiğini dile getirdiğimde, yine birkaç kadın polis saçımı çekerek, kafama vurarak; “Astımsan ne işin vardı orada? Taş atarken astım değil miydin?” gibi sözlerle daha da sertleşen bir müdahaleye maruz bırakıldım. Bu sırada otobüse ara sıra binen erkek polisler sırasıyla koltuklarda oturan, gözaltına alınmış tüm kişilere sırta vurma, tokat atma şeklinde fiili müdahalelerde bulundular.
 
PSİKOLOJİK VE FİZİKSEL ŞİDDET, SÖZLÜ TACİZ

Otobüste bulunan kişiler sendika üyesi olduklarını belirtmeleri üzere daha da sert müdahaleye tabi tutuldular. Bu sırada sırtıma aldığım sert yumruktan sonra nefesimin kesildiğini söylememe rağmen hiçbir şekilde dikkate alınmadım. Otobüste bulunduğumuz yaklaşık bir saat boyunca takılan kelepçeler sürekli kontrol edildi, her kontrol sırasında daha fazla sıkıldı. Daha sonraki süreçte bindirildiğimiz araçta Adli Tıp’a götürülme ve merkeze geri getirilme esnasında saatlerce psikolojik ve fiziksel şiddete, sözlü tacize maruz bırakıldık, saatlerce otobüste bekletildik.
 
‘KIZ HALİNLE NE İŞİN VARDI, KIZ DA DEĞİLDİR BU!’

Öğretmen adayı olduğumu öğrenen polisler ben ve otobüste bulunan diğer öğretmene ağza alınmayacak küfürler, gurur kırıcı cümleler sarf ettiler. Yine bu esnada erkek polisler tarafından kadın oluşumla ilgili sözler edilerek taciz edildim (kız halinle ne işin vardı, kız da değildir bu, diğer gözaltındakiler kastedilerek arkadakiler beğendiniz mi bunu vb. sözler.) Bir polis saçlarımdan çekerek kafamı yukarı kaldırdı ve dışarıdan geçmekte olan, olaylar esnasında yaralandığı söylenen bir polisi göstererek, olaydan benim sorumlu olduğumu ve içeride o polisin halinden çok daha vahim bir hale sokulacağıma dair tehditler savurdu. Diğer öğretmene ise mütemadiyen tokat atmak suretiyle darp uygulandı.
 
İLK GÖZALTINDA YAŞADIKLARIM DERİN İZLER BIRAKTI

Nezarethanede bulunduğumuz süre içinde ise ben ve başka arkadaşlar acil olarak almamız gereken ilaçlarımız olduğunu söylememize rağmen uzun bir süre dikkate alınmadık. İlaçlarımız avukatlarımızın çabaları sonunda uzun bir süre sonrasında bizlere verildi. Yaşananlar ilk gözaltım olma, maruz kaldığım ve seyirci kalmak zorunda kaldığım ağır darplar sebebiyle ben ve eminim ki gözaltına alınan tüm şahıslarda derin izler bırakmıştır.
 
ANNEM ETKİLENMESİN DİYE SADECE ADIMI KULLANDIM

Umarım yaşanılanları bir şekilde aktarabilmişimdir. Ricam ise; bu olaylar sebebiyle ve sürecin çevresel olarak mütemadiyen devam etmesiyle anacığımın, sürekli yaşanan darbı aklına getirmesi, adımın ve kendimin geçtiği görüntüleri döndürüp döndürüp izlemesi, Hopa’ya üzülüp durması; bu sebepten tansiyonu 20’den aşağıya düşmeyen annemin daha da fazla etkilenmemesidir. Bu yüzden sadece ismimi kullanarak bu yazıyı aktarıyorum.”

 

Hopa’da yaşanan olaylar ve Metin hocanın öldürülmesi sonrası pek çok şehirde yapılan eylemelerden en şiddetlisi Ankara’da da yaşandı, polisin göz altına alırken uyguladığı şiddet ve gözaltında iken uyguladığı gerek psikolojik gerek fiziki saldırısı arkadaşlarımızın üzerinde derin izler bırakacak şekilde.

Ankara’da polis şiddetine maruz kalan bir arkadaşımızın ağzından yaşadıkları…

“O gün orada Metin Hoca’mızın acısını paylaşmak için toplanmıştık, fakat ne yazık ki buna izin vermediler. 31.05.2011 günü bulunduğum Kızılay YKM Önü mevkiinde, çevik kuvvet güçlerinin otobüslerinin bulunduğu alanda, otobüs içinde gözaltına alınan bir kadına yapılan ağır darba şahit olmam ve sonrasında olaya müdahale etmem sonucunda ben de dört çevik kuvvet
tarafından sert bir şekilde tutma suretiyle gözaltına alındım.

Dört çevik kuvvet tarafından gözaltına alındığım andan itibaren astım hastası olduğumu ve bu nedenle yavaş hareket etmelerini istedim, fakat hiçbir şekilde dikkate alınmadım. Gözaltı aracına götürülürken aracın kapısına doğru polisler tarafından oluşturulan koridorda kafama vurma, saçımı çekme gibi saldırılara maruz kaldım. Polis aracına dizlerim
merdivene sürtecek şekilde saçlarımdan çekilerek bindirildim. Kafamdan cama vuracak şekilde itilerek koltuğa oturtuldum.

Oturduğum koltuğa doğru gelen bir kaç kadın polis tarafından kafamı cama vurma suretiyle; “o.pu bunlar, öldüreceğim sizi, gebereceksiniz şerefsizler” gibi bir çok tehdit ve küfre maruz kaldım. Astım hastası olduğumu ve krize girebileceğimi, bu sebeple hava almam gerektiğini dile getirdiğimde, yine birkaç kadın polis saçımı çekerek, kafama vurarak; “Astımsan ne işin vardı orada? Taş atarken astım değil miydin?” gibi sözlerle daha da sertleşen bir müdahaleye maruz bırakıldım. Bu sırada otobüse ara sıra binen erkek polisler sırasıyla koltuklarda oturan, gözaltına alınmış tüm kişilere sırta vurma, tokat atma şeklinde fiili müdahalelerde bulundular.

Otobüste bulunan kişiler sendika üyesi olduklarını belirtmeleri üzere daha da sert müdahaleye tabi tutuldular. Bu sırada sırtıma aldığım sert yumruktan sonra nefesimin kesildiğini söylememe rağmen hiçbir şekilde dikkate alınmadım.

Otobüste bulunduğumuz yaklaşık bir saat boyunca takılan kelepçeler sürekli kontrol edildi, her kontrol sırasında daha fazla sıkıldı. Daha sonraki süreçte bindirildiğimiz araçta Adli Tıp’a götürülme ve merkeze geri getirilme esnasında saatlerce psikolojik ve fiziksel şiddete, sözlü tacize maruz bırakıldık, saatlerce otobüste bekletildik.

Öğretmen adayı olduğumu öğrenen polisler ben ve otobüste bulunan diğer öğretmene ağza alınmayacak küfürler, gurur kırıcı cümleler sarf ettiler.Yine bu esnada erkek polisler tarafından kadın oluşumla ilgili sözler edilerek taciz edildim (kız halinle ne işin vardı, kız da değildir bu, diğer gözaltındakiler kastedilerek arkadakiler beğendiniz mi bunu vb. sözler). Bir polis saçlarımdan çekerek kafamı yukarı kaldırdı ve dışarıdan geçmekte olan, olaylar esnasında yaralandığı söylenen bir polisi göstererek, olaydan benim sorumlu olduğumu ve içeride o polisin halinden çok daha vahim bir hale sokulacağıma dair tehditler savurdu. Diğer öğretmene ise mütemadiyen tokat atmak suretiyle darp uygulandı.

Nezarethanede bulunduğumuz süre içinde ise ben ve başka arkadaşlar acil olarak almamız gereken ilaçlarımız olduğunu söylememize rağmen uzun bir süre dikkate alınmadık. İlaçlarımız avukatlarımızın çabaları sonunda uzun bir süre sonrasında bizlere verildi. Yaşananlar ilk gözaltım olma, maruz kaldığım ve seyirci kalmak zorunda kaldığım ağır darplar sebebiyle ben ve eminim ki gözaltına alınan tüm şahıslarda derin izler bırakmıştır.

Umarım yaşanılanları bir şekilde aktarabilmişimdir. Ricam ise; bu olaylar sebebiyle ve sürecin çevresel olarak mütemadiyen devam etmesiyle anacığımın, sürekli yaşanan darbı aklına getirmesi, adımın ve kendimin geçtiği görüntüleri döndürüp döndürüp izlemesi, Hopa’ya üzülüp durması; bu sebepten tansiyonu 20den aşağıya düşmeyen annemin daha da fazla etkilenmemesidir. Bu yüzden sadece ismimi kullanarak bu yazıyı aktarıyorum.”

Ezgi
Karadeniz İsyandadır Platformu gönüllüsü
.

KİP 15 Mayıs TMMOB Ankara Mitingindeydi: Doğaya ve Yaşama Saldırılara Karşı İsyana!

 

Egemenlerin, sermayenin talanına karşı toplum yararı için çalışan tum muhalif kurumlarla birlikte TMMOB ve toplumcu meslek kuruluşlarını da baskı ve otoriter yöntemlerle, yasa değişiklikleriyle hakimiyeti altına alma, etkisiz kılma çabalarına karşı,  doğa ve yaşamın yağmalanmasına karşı Karadeniz isyandadır Platformu “Yaşam İçin İsyana!” pankartıyla, Ankara Ahali’den de katılımlarla 15 Mayıs günü TMMOB Ankara mitingindeydi.

Suyun, doganin, yasamin her alaninin ticarileştirilmesine karşı mücadele eden, Sinop’ta, İğneada’da ve Akkuyu’da yeni bir Çernobil olmasın diyen, HES’lere, termik santrallere karşı inadına yaşam diyenler olarak, doğaya, yaşama ve kulturlere yapılan saldırılara, doğa katillerine, yağma-rant proje ve yasalarına karşı KİP gönüllüleri isyana çağırdı.

Karadeniz İsyandadir Platformu

http://www.facebook.com/karadenizisyandadir
http://www.karadenizisyandadir.org/
karadenizisyandadir@gmail.com

TMMOB, “Haklarımız, Geleceğimiz, Halkımız, Ülkemiz İçin” mitingine katılan binlerce kişiye toplumun tüm kesimlerinin taleplerinin yer aldığı seçim bildirgesini oylattı. Binler, Sıhhiye Meydanı’ndan hükümet ve yetkililere mesaj gönderdi.

TMMOB Ankara mitingi 24

Etkin Haber Ajansı / 15 Mayıs 2011 Pazar, 16:52

ANKARA- Türk Mimarlar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB), “Haklarımız, Geleceğimiz, Halkımız, Ülkemiz İçin” sloganıyla Sıhhiye Meydanı’nda miting düzenledi.

Sabah saatlerinden itibaren pek çok ilden gelen binlerce mimar, mühendis ve şehir plancısı, “Haklarımız, Geleceğimiz, Halkımız, Ülkemiz İçin” ana pankartı arkasında kortejler oluşturdu. Kortejlerin en önünde genç mimar ve mühendislerin kurduğu “Kızıl Davul” bandosu yer aldı. Yaklaşık 15 bin kişinin katıldığı mitingin ana kitlesini genç mimar ve mühendisler oluşturdu. Miting boyunca, “Yetkin mühendis olmayacağız”, “Güvenceli iş güvenli gelecek istiyoruz”, “Görevli değil mühendisiz” sloganları atıldı.

Binlerce kişi Gar önünden Sıhhiye Meydanı’na yürüdü. Mitinge, TTB, KESK, DİSK, ESP, EHP, Halkevleri, Genç-Sen, Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi, Ev Eksenli Çalışanlar Sendikası, Loç Vadisi Koruma Platformu, Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu, Anadolu’yu Vermeyeceğiz İnisiyatifi, Karadeniz İsyandadır Platformu’nun da aralarında olduğu çok sayıda sendika, demokratik kitle örgütü de katıldı.

BÖLGE İLLERİNDEN YOĞUN KATILIM 

Mitinge Diyarbakır, Urfa, Van başta olmak üzere Kürt illerinden yoğun katılım oldu. Üzerlerinde Muğla ve Diyarbakır’da polis kurşunu ile yaşamlarını yitiren Şerzan Kurt ve Aydın Erdem’in fotoğraflarının basılı olduğu tişörtler giyen genç mimar ve mühendisler, Kürtçe pankart ve dövizler taşıdı.

Odalara bağlı gençlik örgütlerinin kortejlerinde, “Parasız, bilimsel ve anadilde eğitim”, “Savaşa hayır barış hemen şimdi” yazılı pankartlar taşındı.

Miting, sendikaların, siyasi parti ve meslek odası başkanlarının sahneye çıkarak emekçileri selamlamasıyla başladı. Binlerce kişi, emek ve demokrasi mücadelesinde yaşamını yitirenlerin anısına saygı duruşunda bulundu.

SOĞANCI: AKP, MUTLAK HAKİMİYETİNİ KURUYOR 

Mitingde konuşma yapan TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı, “Özgürlük ve demokrasi, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yoldan çözülmesi, öznesi insan olan özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik anayasa, demokratik, parasız eğitim, güvencesiz çalışmaya, taşeronlaşmaya, sendikasızlaştırmaya hayır demek için” alanlara çıktıklarını söyledi.

12 Haziran genel seçimlerinin yaklaştığını hatırlatan Soğancı, bugüne kadar tüm iktidara gelen tüm düzen partilerinin yerli ve yabancı sermaye güçlerinin değirmenine su taşıdığını vurguladı. Ülkenin rant ekonomisine, sıcak paraya, dış borçlara ve borç faizlerine mahkum edildiğini ifade eden Soğancı, “AKP iktidarı emperyalizme bağımlı sömürü düzenini dinle imanla cilalayarak piyasanın mutlak hakimiyetini kuruyor” dedi.

‘BÜYÜK BİR GÖZALTI DÜZENİ’ 

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına göre reel ücretlerde yüzde 12.5 oranında azalma olduğunu, işsizlik ve yoksulluğun arttığını kaydeden Soğancı, halkın sadakaya mahkum edildiğini, gelir dağılımındaki adaletsizliğin daha da büyüdüğünü söyledi.

Soğancı, “AKP referandumu kazanarak kendi 12 Eylül’ünü yürürlüğe koydu. Şimdi güçlendirilmiş, pekiştirilmiş 12 Eylül rejimi altında yaşıyoruz. Bu düzen demokrasiye değil giderek daha baskıcı, otoriter bir yöne doğru gelişiyor. Bu büyük bir gözaltı düzenidir” diye konuştu.

Soğancı, TMMOB’un seçimlere ilişkin bildirgesini miting alanında bulunan binlerce kişinin oyuna sundu. TMMOB Başkanı’nın “Ülkemizin tüm varlıklarını özel sermayeye peşkeş çekenlere oy verecek miyiz? Ülkemize dayatılan dışa bağımlı enerji politikaları üzerinden doğayı, insanımızı yok sayanlara, madenlerimizi, jeotermal kaynaklarımız, ormanlarımızı yerli yabancı sermayeye yağmalayanlara oy verecek miyiz? Eğitim, sağlık ve barınma hakkımızın en temel insan hakkı olduğunu kabul etmeyenlere, kentsel dönüşüm adı altında yağmalayanlara oy verecek miyiz? İşçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerini kamusal bir hizmet olarak tanımayanlara oy verecek miyiz? Kadına yönelik şiddeti ve toplumsal hayatın her noktasında cinsiyet ayrımcılığını önlemeyenlere, ülkemizi ırkçı şoven yaklaşımlar temelinde kamplaştıranlara oy verecek miyiz?” şeklindeki sorularına binlerce ağızdan “Hayır” yanıtı geldi.

Alandan yükselen sesin yeni bir yaşam çağrısı olduğunu söyleyen TMMOB Başkanı Soğancı, hükümete ve yetkililere alandan yükselen sesi dikkate almaları yönünde çağrı yaptı.

Soğancı’nın konuşmasının ardından miting, Bandista ve Sevinç Eratalay’ın söylediği marş ve türkülerle sona erdi.

TMMOB hakları için sokakta  – 15 Mayıs 2011 –

“Haklarımız, Geleceğimiz, Halkımız, Ülkemiz İçin” sloganıyla yapılan çağrıya binlerce mimar, mühendis ve şehir plancısı yanıt verdi. TMMOB çağrısıyla Sıhhiye Meydanı’nda yapılan mitingde binler tek ses oldu

Türk Mühendis Mimar Odaları Birliği (TMMOB) çağrısıyla düzenlenen “Haklarımız, Geleceğimiz, Halkımız, Ülkemiz İçin” mitingine binlerce kişi katıldı. Saat 10.00’da Ankara Garı önünde buluşan binlerce mimar, mühendis ve şehir plancısı hakları için tek ses oldu.

Bandista üzerinde Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın resimleri bulunan tişörtlerle sahneye çıktı.

“Haklarımız, Geleceğimiz, Halkımız, Ülkemiz İçin Susmayacağız” ana partı arkasında Sıhhiye Meydanı’na başlayan yürüyüşe “Kızıl Davul” grubu eşlik etti. Yaklaşık 15 bin kişinin katıldığı mitingte “”Yetkin mühendis olmayacağız”, “Güvenceli iş güvenli gelecek istiyoruz”, “Görevli değil mühendisiz” şeklinde sloganlar atıldı.

Mitinge, TTB, KESK, DİSK, ESP, EHP, Halkevleri, Genç-Sen, Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi, Ev Eksenli Çalışanlar Sendikası, Loç Vadisi Koruma Platformu, Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu, Anadolu’yu Vermeyeceğiz İnisiyatifi, Karadeniz İsyandadır Platformu’nun da aralarında olduğu çok sayıda sendika, demokratik kitle örgütü de destek verdiği göründü.

Gençliğin yoğun katılımı vardı
Özellikle odalara bağlı gençlik yapılarının katılımı dikkat çekti. Diyarbakır ve odaların bölgedeki diğer illerdeki şubelerinden gelen genç üyeler Şerzan Kurt ve Aydın Erdem’in fotoğraflarının basılı olduğu tişörtler giyerek Kürtçe pankart taşırken Genç İMO “Müşteri değil öğrenciyiz” yazan penyeler giydi; “İmamın mühendisi olmayacağız” pankartını taşıdı. Kafalarına taktıkları baretlerle ve eylemdeki canlılıklarıyla gençler “HES’lere mühendis, 3. köprüye mimar, rantlara plancı” olmayacağız mesajını verdi.

Sıhıye Meydanı’nda toplanmaya başlayan kitleyi Bandista müzikleriyle karşıladı.Alana tüm katılımcı grupların gelmesiyle beraber başlayan miting de ilk önce sendikalar, siyasi parti ve meslek odası başkanları sahneye çıkarak emekçileri selamladı. Ardından söz alan TMMOB Genel Başkanı Mehmet Şoğancı konuşmasına Nazım Hikmet’in “Ellerinize ve Yalana Dair” şiirini okuyarak konuşmasına başladı.

12 haziran seçilerine hatırlatan Soğancı iktidara gelen tüm düzen partilerinin yerli ve yabancı sermaye güçlerinin değirmenine su taşıdığını belirtti. “Şimdi başımızda AKP iktidarı var” diyen Soğancı AKP iktidarının önceki tüm iktidarlara rahmet okuttuğunu belirtti. AKP’nin zengin dostu yoksul düşmeni olduğuna dikkat çeken Soğancı emperyalizmin AKP eliyle uyguladığı düzenin “altta kalanın canı çıksın” düzeni olduğunu söyledi.

Özgürlük ve demokrasi mücadelesinin adresi sokaktır
Referandum süreciyle birlikte “ileri demokrasiye” geçildiğini hatırlatan Soğancı bunun “ucube demokrasi” olduğunu çok kısa sürede görüldüğünü söyledi. Soğancı, iktidarın verdiği güçle AKP-Cemaat koalisyonun küstahlaştığını, buna karşı verilecek özgürlük ve demokrasi mücadelesinin adresinin sokak olduğunu ifade etti.

TMMOB seçim bildirgesini mitingde onaylattı
TMMOB’un seçimlere ilişkin bildirgesini miting alanında bulunan binlerce kişinin oyuna sunan Soğancı’nın oylattığı metin şöyle;

“Ülkemizin tüm varlıklarını özel sermayeye peşkeş çekenlere, özelleştirmecilere oy verecek miyiz?Ulusal, bölgesel ve kentsel düzeyde planlı ve kamusal bir ekonomi politikası benimsemeyen, kamusal kaynaklara dayalı ve istihdam odaklı sanayileşme ve kalkınma politikalarını uygulamayanlara oy verecek miyiz?Dünya Bankası, IMF, AB ve benzeri kuruluşların dayattıkları, yerli işbirlikçilerin uyguladıkları “yapısal uyum ve istikrar programları”nı uygulayanlara oy verecek miyiz?Ülkemize dayatılan dışa bağımlı enerji politikaları üzerinden doğayı, insanımızı yok sayanlara, Madenlerimiz, jeotermal kaynaklarımız, kıyı ve ormanlarımızı yerli ve yabancı sermayeye yağmalatanlara oy verecek miyiz?

12 Eylül düzeninin ürünü olan YÖK‘ü kaldırmayanlara, eğitimde öğrenciyi müşteri olarak görenlere; parasız, eşit, bilimsel, demokratik, fırsat eşitliğine dayalı ve anadilde eğitimi sağlamayanlara oy verecek miyiz?

Eğitim, sağlık ve barınma hakkımızın en temel insan hakkı olduğunu kabul etmeyenlere, Kapitalizmin emeği baskı altına alan stratejilerinin uygulayıcılarına, tüm çalışanlara grevli, toplu sözleşmeli sendikalaşma hakkını tanımayanlara oy verecek miyiz?

İşçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerini kamusal bir hizmet olarak tanımayanlara, Kentsel dönüşüm adı altında kentlerimizi yağmalayanlara oy verecek miyiz?

Tarım arazilerinin yok olmasına, kirlenmesine, GDO‘lu gıdaların ülkemize sokulmasına izin verenlere, çiftçimizi üretimden, tarlasından koparanlara, Ülke ormanlarını 2/B, özel ağaçlandırma vb. ad altında rant sağlamak amacıyla talana açanlara, Suyumuzu ticarileştirenlere oy verecek miyiz?

Kadına yönelik şiddeti ve toplumsal hayatın her noktasında cinsiyet ayrımcılığını önlemeyenlere, kadın sesine düşman olanlara oy verecek miyiz?

Ülkemizi ırkçı şoven yaklaşımlar temelinde kamplaştıranlara, Tüm dillerin, kültürlerin, inançların ve renklerin kendilerini özgürce ifadesini engelleyenlere oy verecek miyiz?

Derelerimiz özgür akmasın diyenlere, nükleer santralları başımıza bela edenlere oy verecek miyiz?

Gençlerimizin geleceklerini karartanlara oy verecek miyiz?

Başta düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller olmak üzere demokrasinin önündeki tüm engelleri kaldırmayanlara oy verecek miyiz?

Emperyalizmin savaş ve işgal politikalarına alet olanlara, emperyalizm işbirlikçilerine oy verecek miyiz?

Mühendislik, mimarlık, şehir plancılarını gözden çıkaranlara, TMMOB‘ye düşmanlık besleyenlere oy verecek miyiz?”

Binlerce kişinin bu maddelere “Hayır” demesinin ardından miting Sevinç Eratalay’ın konseriyle son buldu.

Sendika.Org/ Ankara

Mimar ve mühendisler bezirgan saltanatına karşı

Cem Gurbetoğlu / Şiar Can Şener / Abidin Çınar  

  • (Evrensel) Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) üyeleri Ankara’da buluşarak seslerini AKP Hükümeti’ne karşı yükseltti. Türkiye’nin hemen bütün illerinden gelen on binlerce mühendis, mimar, şehir plancısı ve öğrencinin sesi AKP’ye karşı birleşti. Seçimlerde de halk düşmanı politikaları yürütenlerin değil, “emek”, “barış” ve “özgürlük” diyenlerin destekleneceği belirtildi.

“Yok sayılan, çiğnenen, gasp edilen haklarımız için 15 Mayıs 2011’de alanlardayız” diyen kadın-erkek, genç-yaşlı, Türk, Kürt ve diğer halklardan TMMOB üyeleri Ankara’ya adeta akın etti. Türkiye’nin batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine yüzlerce otobüsle Ankara gelen TMMOB üyeleri sabahın erken saatlerinden itibaren Tren Garı’nda toplandı.

TMMOB üyelerini Türk Tabipleri Birliği, KESK Ankara Şubeler Platformu, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş, Türk-İş’e bağlı Tez Koop-İş ve Tek Gıda-İş, Emek Partisi Genel Başkanı Vekili Haydar Kaya, ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, KESK MYK üyesi Kasım Birtek de yalnız bırakmadı.

TÜRKÇE VE KÜRTÇE DÖVİZLER

Rengarenk bayrakları, balonları, flamaları, dövizleri, şapkaları ve tişörtleriyle binlerce TMMOB üyesi sloganlarla Sıhhiye Meydanı’na yürüdü. Öğrenciler, “Demokratik, parasız, bilimsel, anadilde üniversite istiyoruz”, “Müşteri değil, öğrenciyiz”, “Parasız ulaşım, yurt ve beslenme hakkımızı istiyoruz” ve “Staj sömürüsüne son” dövizlerini taşırken, mimarlar ise üzerlerinde “HES’leriniz batsın dereler özgür aksın”, “Ilısu barajına hayır”, “Hasankeyf uygarlıktır” yazan Kürtçe ve Türkçe tişörtlerle alana yürüdüler.

TMMOB üyeleri nükleer santrallere, İstanbul Boğazı’na üçüncü köprü yapılmasına, kentsel dönüşüm adı altında kentlerin yağmalanmasına, internet üzerindeki yasaklara “hayır” derken, işsiz ve güvencesiz çalışma koşullarına da direneceklerini belirttiler.

SOĞANCI: İTİRAZIMIZ VAR    

Saat 10.00’da başlayan yürüyüş, mitingin başladığı saat 13.00’de hâlâ sürüyordu. Geçtiğimiz 1 Mayıs mitingindeki kitleselliğin alana da yansıdığı görülürken, Sıhhiye Köprüsü üzerini de TMMOB üyeleri doldurdu. Mitingin tek konuşmasını yapan TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı, “Nazım’ın da şiirinde söylediği gibi bu bezirgan saltanatının bitmesi için buradayız” dedi. Türkiye halklarının açlık ve yoksullukla terbiye edilmek istendiği, Kürt sorununun çözümsüz bırakıldığına dikkat çeken Soğancı, “itirazımız var yaşananlara, itiraz ediyoruz” dedi.
On binlerce TMMOB üyesinin kentlerin, ormanların, madenlerin yağmalanmasına “dur” demek için buluştuğunu kaydeden Soğancı, “Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yoldan çözümü, öznesinde insan olan özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik bir anayasa için Ankara’ toplandıklarını bildirdi.

‘AKP YOKSULUN DÜŞMANI’

AKP Hükümeti’nin uyguladığı ekonomik politikalarla emekçilere sigortasız, güvencesiz ve düşük ücretle çalışmayı dayattığını bildiren Soğancı, İşsizlik Sigortası Fonu’nun sermayeye peşkeş çekildiğini hatırlattı. AKP Hükümeti’nin gelir dağılımında adaletsiz olduğunu ve en üst hane geliri ile en alt hane geliri arasındaki farkın 8.5 kata çıktığını ifade eden Soğancı, “artık kesinlikle görülmüştür ki, AKP zengin dostu yoksul düşmanıdır” dedi.

‘İŞGAL VE YOK SAYMAYA DEVAM’

Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin son olarak Libya’ya müdahale ettiğini de hatırlatan Soğancı, AKP Hükümeti’nin de bu saldırıya NATO gemileriyle katıldığının altını çizdi. AKP’nin ülke içinde de Kürt sorununu görmezden gelerek çözümsüzlüğü dayattığını dile getiren Soğancı, siyasi ve askeri operasyonların hız kesmeden sürdüğüne dikkat çekti. Soğancı, TMMOB üyelerinin barış için mücadele etmeye devam edeceğini söyledi.

TMMOB’nin seçim bildirgesini de okuyan ve onaylama isteyen Soğancı, “yer altı ve yer üstü kaynaklarını yabancı sermayeye peşkeş çekenlere, eğitim, sağlık ve barınma hakkımızı kabul etmeyenlere, kentsel dönüşüm adı altında kentleri yağmalayanlara, suyu ticarileştirenlere oy verecek miyiz” diye sordu. TMMOB üyeleri hep bir ağızdan Soğancı’ya “hayır” cevabını verdi. Miting Grup Bandista ve Sevinç Eratalay’ın şarkılarıyla son buldu. (Ankara/EVRENSEL)


‘AKP’NİN DEMOKRASİ İLE İLİŞKİSİ YOK’

TMMOB, miting meydanında açıkladığı seçim bildirgesinde, demokratikleşme için 12 Eylül Anayasası’nın ortadan kaldırılmasını istedi. AKP hükümetinin demokrasiden daha da uzaklaştığı kaydedilen bildirgede, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir anayasanın düzenlenmesi talebi yer aldı. Kürt kimliğinin tanınması ve anayasal güvence altına alınması gerektiği ifade edilen bildirgede, Kürt sorununun aynı zamanda bir emek ve demokrasi sorunu olarak algılanması gerektiği ifade edildi.

Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir ülke olduğunun vurgulandığı 60 sayfalık bildirgede, 9 yıldır iktidarda olan AKP’nin demokrasi ile ilişkisi olmadığı belirtildi.

Kürt sorununun tarihi bir sorun ve aynı zamanda bir emek ve demokrasi sorunu olduğu kaydedilen bildirgede, Kürt sorununun çözümsüz kalmasının Türkiye’nin demokrasi sorununu kangren hale soktuğuna dikkat çekildi. Bildirgede, “Kürt sorununun çözüm unsurları içinde yer alan insani, kültürel, siyasal vb. haklar, Türkiye’nin demokrasi eksikliğinin birer simgesi haline gelmiştir” denildi.

‘SANAYİ BİRİKİMİ TASFİYE EDİLDİ’

Özelleştirmelerle Türkiye’nin sanayi birikiminin tasfiye edildiği ifade edildiği bildirgede, işsizliğin bugün gerçekte yüzde 20’ler civarında olduğu, genç nüfus ve kadın iş gücü istihdamının giderek daha fazla gerilediği, işsizlik sigortası fonundaki 60 milyarlık tutarın yalnızca 3. 7 milyar TL’sinin işsizlere ödendiği tespiti de yapıldı.  

Bildirgede, siyasi partilerden taleplerinin, bağımsızlık ve toplumsal refah için kalkınma, sanayileşme, demokratikleşme perspektifinin benimsenmesi olduğu kaydedildi. Bilim ve teknolojiye gereken önemin verilmesi istenen bildirgede, ranta yönelik değil, üretime yönelik politikaların benimsenmesi gerektiğine dikkat çekildi.

Bildirgede, gerçek bir laiklik için hiçbir din ve inancın devletçe benimsenmemesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması gerektiği belirtildi. 1982 darbe anayasasının yürürlükten kaldırılması, tüm kimliklerin güvence altına alındığı, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir anayasa yapılması gerektiği belirtilen bildirgede, siyasi partiler yasasının değiştirilmesi de istendi. Bildirgede ayrıca seçim yasasının değiştirilmesi, seçimlere katılan partilerin aldıkları oy oranında parlamentoda temsilinin sağlanması, dolayısıyla baraj uygulamasının kaldırılması talebi de yer aldı.

‘KÜRT KİMLİĞİ ANAYASAL GÜVENCE ALTINA ALINMALI’

“Kürt kimliği tanınmalı, anayasal güvence altına alınmalıdır” denilen bildirgede, Kürt sorununun tartışılması ve çözümünü engelleyen, düşünceyi ifade etme ve örgütlenme özgürlüğü önünde engel oluşturan tüm yasalar ve psikolojik engellerin kaldırılması gerektiği kaydedildi. Tüm siyasi tutuklulara genel af çıkarmanın kalıcı barışın sağlanması için zorunlu olduğunun belirtildiği bildirgede, seçilmiş belediye başkanlarının, kitle örgütü temsilcilerinin, siyasetçilerin tutuklanmasına yönelik tüm baskıların durdurulması gerektiği vurgulandı.

Bildirgede, İş Yasası ile işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili yasa, tüzük ve yönetmeliklerin uluslararası sözleşme, standart ve normlar dikkate alınarak yenilenmesi istendi.


NOTLAR
*TMMOB’e bağlı bütün odaların il ve ilçe pankartlarıyla yer aldığı mitingde, makine, inşaat ve elektrik mühendislerinin yoğun katılımı dikkat çekti.
*Mühendislik öğrencileri başlarındaki baretler, sloganları ve şarkılarıyla mitingin en hareketli kortejlerini oluşturdular.
iİşten atılan ve direnişlerine devam eden Mas-Daf, Casper ve Mahla işçileri de mitinge katıldılar.
*Dicle Üniversitesi mühendislik öğrencileri, “Em dixwazin din nav wekhevi, demoqrasi u aşitiyede bijın” (Hep birlikte barış ve demokrasi istiyoruz) talebini yükseltti ve katledilen üniversite öğrencileri Aydın Erdem ve Şerzan Kurt’u da taşıdıkları dövizlerle unutmadılar.  
*Öğrencilerden oluşan Kızıl Davul müzik grubu kortejin önünde yürürken, 1 Mayıs Marşı’nı çalan bando grubu ve davul, klarinet ve zurna ekipleri de yürüyüş boyunca müzikleriyle TMMOB üyelerinin yanında oldular.
*Karadeniz İsyandadır Platformu, Loç Vadisi halkı ve çevre hakkı mücadelesi veren gruplar da mitinge katıldı. Mitinge aralarında Emek Partisi (EMEP), ÖDP, TKP, Halkevleri’nin de bulunduğu çok sayıda siyasi parti ve kitle örgütü de destek verdi.
*Katledilen elektrik mühendisi Hasan Balıkçı da meslektaşları tarafından unutulmadı. EMO üyeleri Balıkçı’nın fotoğraflarını taşıdı.

STHP’den 2. İstanbul Uluslararası Su Forumu’na karşı basın açıklaması: “Sermaye elini suyumuzdan çek!”

  

İSTANBUL (DİHA) – Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu, su politikaların ve özelleştirmelerin masaya yatırıldığı İstanbul 2. Uluslararası Su Forumu’nu, forumun yapıldığı Haliç Kongre Merkezi önünde protesto etti.İSKİ ve 5. Dünya Su Forumu Genel Sekreterliği tarafından düzenlenen İstanbul 2. Uluslararası Su Forumu, Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu’nun protestosuyla başladı. Kurulan HES’ler ile birlikte birçok canlının suya ulaşmada güçlük çektiğini, tarımsal sulamada suyun ticari metaya dönüşmesini protesto etmek için Beyoğlu Adliyesi önünde bir araya gelen grup platform üyeleri, üzerinde 10 farklı dilde “Su hayattır satılamaz” yazılı pankart açarak forumun yapıldığı Haliç Kongre Merkezi’ne doğru yürüyüşe geçti. Düzenlenen protesto yürüyüşüne Emek Partisi, ÖDP ve bazı Halk Cephesi üyeleri de destek verdi. “Su haktır satılamaz”, “Vadime, suyuma, kültürüme dokunma” ve “Dereler özgürdür özgür kalacak” sloganları tarak Kongre Merkezi’ne doğru yürüyüşe geçen grup üyelerinin önü polisler tarafından kesilerek, merkeze yaklaşmalarına izin verilmedi. Kongre merkezi önüne gitmesine izin veremeyen polise tepki gösteren grup, engelleme üzerine forumun yapıldığı merkeze yüz metre uzaklıkta basın açıklamasında bulunmak zorunda kaldı. Grup üyeleri adına basın açıklamasını KESK’e bağlı Tarım Orkam-Sen İstanbul Şube Başkanı Şenal Elhüseyni yaptı.

Elhüseyni, Emperyalizmin halklara karşı çok yönlü saldırısının yaşamsal kaynaklarına, suya karşı, tekelleriyle uluslararası şirketleriyle sürdürdüğünü ifade etti. Elhüseyni, “Emperyalizm şimdi gözünü hakların yaşam kaynağı olan suya dikmiş durumda, bu konuda işbirlikçi AKP iktidarı gibi, dünyanın birçok ülkesinde işbirlikçi iktidar yoluyla, suyun ticarileşmesi çalışmasını hız kesmeden büyütüyor” dedi. Ezilen hakların bugün için ellerindeki tek gücün örgütlenmek olduğunun altını çizen Elhüseyni, “Sularımızı, yaşamımızı ve geleceğimizi kurtarmanın tek yolu örgütlü direnmektir. Direnecek, mücadele edecek ve suyumuzu, geleceğimizi onların ellerine teslim etmeyeceğiz. Bizim için yaşanmaz hale getirdiğiniz ülkemizi sizin için barınamaz hale getireceğimizi söylüyor ve uyarıyoruz. Talan politikalarına son verin” diye konuştu. Açıklamanın ardından grup sloganlar ve alkışlar ile tekrar Beyoğlu Adliyesi önüne gelerek burada eylemlerine son verdi.

(st/öç/avt) 

 
— 

İçerde ticarileştirme, dışarda protesto

Ortadoğudan Kuzey Afrikaya, Orta Asya’dan Doğu Avrupa bölgelerine kadar doğal su kaynaklarıyla ilgili yapılan 2. İstanbul Uluslararası Su Forumu, Haliç Kongre Merkezi’nde başladı. Salonda su kaynaklarının ticarileştirilmesini isteyen uluslararası sermayedarlar konuşurken, dışarıda ise dünyadaki su kaynaklarının talan edilmesine karşı çıkanlar eylem yaptı.

İçerde ticarileştirme, dışarda protesto 12
 
Etkin Haber Ajansı / 03 Mayıs 2011 Salı, 14:03

İSTANBUL-Dünyanın su sıkıntısı çeken bölgeleri ve Türkiye’deki su sorunlarının tartışılacağı 2. İstanbul Uluslararası Su Forumu Haliç Kongre Merkezi’nde başladı.

Forum, Dünya Su Konseyi Başkanı Loic Fauchon, BM Batı Asya Ekonomik Komisyonu Başkanı Habib El Habr, İslam Konferansı Genel Sekreteri Eklemettin İhsanoğlu ve Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu konuşmalarıyla başladı.

Forumun başladığı saatlerde, Haliç Kongre Merkezi‘nin dışında ise Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu üyeleri protesto eylemi gerçekleştirdi.

‘TALAN POLİTİKALARINA SON VERİN’ 

10 farklı dilde, “Su hayattır, satılamaz” yazılı pankart açan platform üyeleri, Beyoğlu Adliyesi’nden Haliç Kongre Merkezi’nin önüne yürüyüş gerçekleştirdi.

Platform adına konuşan, Tarım Orkam-Sen İstanbul Şube Başkanı Şenal Elhüseyni, “Bizim için yaşanmaz hale getirdiğiniz ülkemizi sizin için barınamaz hale getireceğimizi söylüyor ve uyarıyoruz. Talan politikalarına son verin” dedi.

FAUSHON: DÜNYA SU KONSEYİ SUYU PAYLAŞTIRMAYA HAZIR 

İçerde ise Dünya Su Konseyi Başkanı Loic Fauchon, “Büyük bir su ailesi olarak Türklere teşekkürler”ini sundu. Fauchon, suyun adil paylaşımı üzerinde çalıştıkların söyledi. Fauchon, “Hiçkimse komşusunu sudan mahrum edemez. Dünya su konseyi bu konuda diyalogun geliştirilmesi ve suyun paylaştırılması için hazır” dedi.

Su Enerji Paketi’nin tanımlanması gerektiğini belirtten Fauchon, “Her bireyin suya erişiminin sağlanması için enerji gerekmektedir. Daha uygun finansman araçları gerekmektedir. Yenilikçi finansmanlardan bahsedilmelidir” diye konuştu. Ayrıca, ulusal ve uluslararası su kaynaklarını gözetmeden “Su hayattır” demenin bir anlamı olmayacağını savunan Fauchon, şöyle devam etti: “Bu hem sivil bir dava, aynı zamanda da siyasi bir eylem. Çünkü, suyun kaderi siyasilerin elinde. Şimdi topyekün bir hareket başlattık. Bu yola başkoymuş devletlerin üzerinde önemli görevler var.”

2. İstanbul Uluslararası Su Forumu 5 Mayıs tarihine kadar sürecek.

Suyu savunanlara polis barikatı

 

İkincisi düzenlenen İstanbul Su Forumu’nu protesto etmek isteyen “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu” üyeleri polis tarafından engellendi.

Forumun gerçekleştirildiği Haliç Kongre Merkezi önünde açıklama yapmak isteyen yaşam savunucuları, polis barikatıyla engellenmeye çalışıldı. Burada açıklama yapan Platform üyeleri, ilk Su Forumu’ndan derelerin şirketlere satılması kararının çıktığını hatırlatarak, “Ülkemizin ve Ortadoğu halklarının suyuna dokunamayacaksınız. İzin vermeyeceğiz” dedi.

YAŞAM SAVUNUCULARINA POLİS BARİKATI

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu üyesi çevre ve kitle örgütleri ile siyasi partiler saat.10.00’da Halıcıoğlu’nda bulunan Beyoğlu Adliyesi önünde toplandılar. 12 dilde “Su hayattır satılamaz” yazılı pankart açan yüzlerce kişi buradan Haliç Kongre Merkezi’ne doğru yürüyüşe geçti. “Sermaye elini suyumuzdan çek” ve “Dereler özgürdür özgür akacak” sloganları ile yürüyen kitle, Kongre Merkezi’ne yaklaştığında polis barikatı ile karşılaştı. Polis barikatını “Yaşama değil HES’çilere barikat” sloganlarıyla protesto eden Platform üyeleri burada bir açıklama yaptı.

İLK FORUMUN ARDINDAN DERELER SATILDI

Platform adına konuşan Şenay Elhüseyni, “Yaşamın en önemli kaynağı olan su, kapitalizmin metalaştırmaya çalıştığı en önemli hedefi teşkil ediyor. 2009’de yapılan Dünya Su Forumu’nun hemen ardından ortaya çıkan ve yapım aşamasına gelen HES’lerin sayısı bugün 2 bini bulmuş durumda. İşgalleriyle dünya halklarını katleden emperyalist kapitalist sistem gözünü şimdi de halkların en yaşamsal kaynağı olan suya dikmiş; bu konuda AKP iktidarı gibi, dünyanın birçok ülkesindeki işbirlikçi iktidarlar yoluyla, suyun ticarileştirilmesi çalışmasını hız kesmeden her geçen gün büyütüyor” dedi.

YENİ HEDEF ORTADOĞU VE BALKANLAR

Su Forumu’nun hedefinin Balkanlar, Gürcistan, Irak, Mısır ve Libya’ya kadar uzanan coğrafyalarda suların ticarileştirilmesi olduğunu vurgulayan Elhüseyni, “Ortadoğu halkalarına reva görülen açlık ve sefalete ek olarak, suyunun da tamamen elinden alınmak istendiği yeni bir süreç dayatılmak isteniyor. Ezilen halkların ise bugün elindeki tek güç, örgütlenmek ve örgütlü mücadele etmektir. Direnecek, mücadele edecek ve suyumuzu, geleceğimizi onların eline teslim etmeyeceğiz” diye konuştu. (İstanbul/EVRENSEL)

Suyun ticarileştirilmesi su kıtlığını daha da arttıracak / Privatization of water will lead to more water scarcity – Gaye Yılmaz

27 Mart 2011 Tarihli Sundays Zaman‘da ingilizce olarak yayınlanan, başta Maud Barlow olmak üzere dünyadaki Su Hareketleri arasında verimli ve önemli bir tartışmaya yol açan röportajın türkçesi aşağıdadır.

Suyun ticarileştirilmesi su kıtlığını daha da arttıracak. Gaye Yılmaz

27 Mart 2011, Pazar / Yonca Poyraz Doğan, İstanbul

2009 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nde politik ekonomi ve küreselleşme konularında part-time (yarı zamanlı) öğretim elemanı olarak ders veren Dr. Gaye Yılmaz, kapitalist üretimin kendisine karşı mücadele edilmediği takdirde su kıtlığının insanlık açısından giderek büyüyen ve uzun sürecek bir sorun haline geleceğini belirtiyor.

SAV Yayınları tarafından 2009 yılında basılan “Suyun Metalaşması: Kıtlığın nedeni kıtlığa çare olabilir mi?” başlıklı kitabın yazarı olan Yılmaz, “Kapitalizmde üretim asla insanların ihtiyaçlarına değil, sistemin sürekli olarak daha fazla daha fazla üretme ihtiyacına bağlıdır. Bu bağlamda kapitalizmde üretim niteliklerin değil miktarların, niceliklerin üretilmesine odaklanmıştır” diyor.

Birleşmiş Milletler’in 2006 yılı İnsani Gelişim Raporundaki veriler gelişmekte olan ülkelerde yaklaşık 1.1 milyar insanın suya yeterli oranda erişimi olmadığının; 2.6 milyar insanın ise en temel sağlık hizmetlerinden yoksun olduğunun altını çiziyor. Suya erişimin olmaması ile yoksulluk arasında öyle organik bir ilişki var ki temiz suya erişimi olmayan her üç kişiden ikisi günde 2 $’ın altında; üç kişiden biri ise günde 1 $’ın altında bir gelirle yaşamak zorunda. En temel sağlık hizmetlerinden yoksun 660 milyondan fazla insan günde 2$’ın altında bir gelir elde ederken; aynı kategorideki 385 milyondan fazla insan da günde 1$’ın altında bir gelir elde ediyor. Rapor ayrıca “Manila’da gecekondu semtinde yaşıyorsanız, su için Londra halkından daha fazla para ödemek zorundasınız” diyor.

Yılmaz, bunun genellikle su kaynaklarının özelleştirilmesi yüzünden böyle olduğunu; özelleştirmenin su hizmetleri yönetiminin sermaye verimliliğini arttırmak için gündeme getirildiğini; fakat özelleştirme sonrasında temel hizmetlerin fiyatlarında görülen artışlar yüzünden yaşanan deneyimlerin dünyadaki yoksulların suya erişimini daha da azalttığını gösterdiğini belirtiyor. Sorularımıza cevap verirken suyun özelleştirme sürecinde halkın giderek artan farkındalığına dair tartışmaları da detaylandırıyor.

2011 Dünya Su Günü 20-22 Mart tarihlerinde kutlandı. Fakat siz, bunun kutlanacak bir şey olmadığını söylüyorsunuz, neden?

Birleşmiş Milletler (BM) dünyada suyun metalaşmasına en fazla öncülük eden uluslar arası kurumlardan biridir. Öyle ki 1992 Rio ve Dublin Konferanslarında suyu ilk kez piyasada alınıp satılabilecek bir meta olarak tanımlayan kurum BM’dir, 1997 yılında ilk kez bir WWC-Dünya Su Konseyi kurulması önerisini gündeme getiren de yine BM’dir. Bu nedenle Dünya Bankası (WB), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı (OECD) ve Dünya Su Konseyi (WWC)’nin yanı sıra BM de suyun ticarileştirilmesi sürecinde son derece kritik bir rol oynamaktadır. Şurası çok açıktır ki Dünya Su Günü yalnızca halkları su kıtlığının tek çaresinin suyun metalaştırılması olduğuna inandırmak için tasarlanmış bir gündür. Bu tarz girişimler sayesinde BM, WB ve WWC suyun kıt bir kaynak olduğu ve bu nedenle özelleştirilmek zorunda olduğuna dair son derece yanıltıcı tezlerine geniş bir toplumsal onayın verilmesini sağlamaktadırlar.

Suyun özelleştirilmesi sizin de aralarında olduğunuz bazı aktivistleri kaygılandırıyor. Bu neden sizler için bu kadar önemli bir sorun?

Sadece özelleştirme değil, aynı zamanda kamu-özel işbirliği (PPPs) ve hatta kamu-kamu işbirliği (PUPs) son derece ciddi kaygı konusudur çünkü özelleştirme kaynaklar üzerindeki mülkiyet hakkının devredilmesidir. Ancak, kaynak mülkiyeti devlette kalarak su kaynaklarının yönetimi de şirketlere devredilebilir ki bu da su iletiminin yine piyasa kurallarına göre yapılacağı anlamına gelir. En büyük sorun piyasanın kendisidir. Çünkü su gibi doğanın belli bir bileşeni metalaştırıldığında binlerce şirket kar elde edebilmek için bu kaynaklara yatırım yapmaya başlayacaktır. Böyle bir durum, tıpkı Türkiye’de inşa edilmekte olan HES’lerde de tanık olduğumuz gibi temiz su kaynaklarının hızla ve en üst düzeyde tükenmesini beraberinde getirecektir. Projelendiren HES sayısı, pek çok yerli ve yabancı yatırımcının “alternatif enerji üretimi” adı altında su kaynaklarına üşüşmesiyle birlikte yalnızca son bir iki yıl içinde 2000’lerle ifade edilmeye başlanmıştır.

Dünya nüfusunun üçte biri ya tamamen sudan yoksun olan ya da su erişiminin çok sınırlı olduğu bölgelerde yaşadığı için iklim değişikliği ve nüfus artışının bu sayıyı dünya nüfusunun yarısına yükselteceği tahmin ediliyor. Maude Barlow [BM Genel Meclisi Başkanına su ile ilgili konularda kıdemli danışmanlık görevinde bulunan, aktivist ve ünlü yazar] su kıtlığının tek başına aşırı nüfustan kaynaklanmadığını “dünya nüfusunun sadece yüzde 12’sinin dünyada mevcut temiz su kaynaklarının yüzde 85’ini kullandığını, ve bu yüzde 12’nin üçüncü dünyada yaşamadığını” belirtiyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Her ne kadar çalıştığı kurum olan BM’in söylemi ile mutabık olmasam da Maude ile tamamen aynı fikirdeyim. Çeşitli istatistikler yayınlayan BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı UNCTAD raporlarında OECD Bloğuna dahil ülkelerde sanayinin toplam su kullanımındaki payının 1960’da sadece yüzde 12 iken 2000 yılında yüzde 60’a yükseldiğinin belirtilmesi de oldukça ironik bir durumdur. Bu istatistik, kalan yüzde 40’ın kamuya kaldığını düşündürtebilir, ama böyle olmamaktadır. Çünkü sanayi kendi üretim süreçlerinde kirlettiği suyu da çoğunlukla doğrudan doğaya vermekte, doğada geri kalan temiz suyu da kirletmektedir.

“Suyu bir inan hakkı olarak deklare etmek bir çözüm değil”

Su ve insan arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasıyla ilgili devam eden bir tartışma var. Halihazırdaki tanımlama ve bu tanımlamada yanlış olan nedir?

İçinde yaşadığımız toplumsal sistemin tüketim davranışlarımızdan, alışkanlıklarımıza ve pratiklerimize kadar her şeyi şekillendirdiği doğru. Fakat, kapitalist toplumda üretim asla toplumların ihtiyaçlarına değil; yalnızca daha fazla daha fazla üretme ihtiyacına dayalı. Bu sistemde üretim niteliklerin değil niceliklerin, miktarların üretilmesine odaklanmış durumda. Aksi söz konusu olsaydı üretilen ama tüketilmeden raflarda duran bütün gıdalar imha edileceği yerde üçüncü dünyada açlıkla yüz yüze, yaşam savaşı veren insanlara dağıtılırdı. Ayrıca kapitalist sistemde toplumların hiçbir zaman ihtiyaç duymayacağı silah sanayi, savunma sanayi gibi üretimler de var. Öyleyse insanın suyla kurduğu ilişkiye bakmadan önce üretim biçiminin kendisini sorgulamak zorundayız.

Mart 2009’da 5. Dünya Su Forumunun kapanışı sırasında 20’den fazla ülke kapanış belgesinin suyu bir insan hakkı olarak değil bir insan ihtiyacı olarak tanımlaması yüzünden forumun resmi bakanlar deklarasyonuna karşı çıktı. Aynı süreçte suya erişimi ve temizlik hizmetlerini birer insan hakkı olarak tanımlayan bir karşı deklarasyona imza toplanmasında Latin Amerika ülkeleri çok önemli bir rol oynadı. Neden suyu bir insan hakkı yapmak gerekiyor? Bu kimin yararına ve kimin zararına?

Aslında ben “insan hakları” kavramının da oldukça sorunlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz su bir insan hakkıdır ve ticarileştirilemez diyoruz, ancak WB de diyor ki “su bir insan hakkıdır ve bu yüzden özelleştirilmek zorundadır”. Bu zıt duruşları açıklamanın iki yolu var: Birincisi suyun metalaşmasının karşıtları ve yandaşları, her iki tarafın da ortak referansı olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 17. Maddesine göre özel mülk edinmek de temel bir insan hakkıdır. İkincisi, WB, milyonlarca insanın temiz suya erişiminin bulunmadığını bunun nedeninin de bazı devletlerin su altyapısını yapacak mali gücünün bulunmaması olduğunu belirtiyor. Bu nedenle WB yalnızca özel sektörün temiz suya erişimi arttırabileceğini iddia ediyor. Ancak burada gözden kaçırılan nokta şu ki özel sektör suyu piyasa bedelleri karşılığında satacağı için sadece suyu satın almaya parasal olarak gücü yetenlerin suya erişimi sağlanmış olacaktır. Su kıtlığı devam ettiği sürece tek başına suyun bir insan hakkı olduğunun deklare edilmesi çözüm olamayacaktır, çünkü bu deklarasyon ancak halkın en temel ihtiyacının karşılanmasında bir çözüm olabilir ama kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan su kıtlığının azalmasına herhangi bir etkisi olamaz.

“İklim değişikliği ve su kıtlığı birbiriyle çok ilintili” Bu konuda pek çok mücadele vermekte oldukları da göz önüne alındığında Latin Amerika ülkelerinin suyun bir insan hakkı olarak talep edilmesi konusundaki önderliği konusunda ne düşünüyorsunuz ?

Latin Amerika ülkeleri yıllardır ABD’nin arka bahçesi olarak kullanıldığı ülkelerdir. Bu nedenle söz konusu ülkeler aynı zamanda belediye sularının özelleştirilmesi gibi neo-liberal politikaların İngiltere’den sonra ilk test edildiği ülkelerdir. Dolayısıyla ilk toplumsal tepkiler de Latin Amerika halklarından gelmiş, bu ülkelerin halkları dünya ölçeğindeki protestoların lideri olmuşlardır.

Gelecekteki savaşların su kıtlığından kaynaklanacak olması iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz ?

Bugün için hayatlarımızda su kıtlığını ciddi bir biçimde henüz yaşamadığımız için, yakın gelecekte neler olabileceği konusunda da öngörüde bulunamıyoruz. Ancak, tıpkı Meksika/Chiapas’da sanayi şirketlerinin çiftliklere yeni sulama teknolojileri döşeyerek karşılığında bu çiftliklerdeki suyun bir bölümünün kendilerine transfer edilmesini istemeleri örneğinde olduğu gibi farklı çıkar grupları arasında şimdilik belli uzlaşmalar olduğunu, bu nedenle gelecekteki savaşların su kıtlığı kaynaklı olmasının da o kadar uzak bir ihtimal olmadığını göz ardı etmememiz gerekiyor.

İklim değişikliğinin su kıtlığı üzerindeki etkileri nedir?

İklim değişikliği ve su kıtlığı konuları birbiriyle son derece yakından ilişkilidir fakat bu iki sorun açısından önerilen çözümler her iki sorunla ilgili olarak çok daha fazla riski tetiklemektedir. Örneğin, deniz suyunu tuzdan arındırma sistemleri bu teknolojilerin kullanımında muazzam ölçekte enerji tüketilmesi gerekiyor olması ya da arıtma sonrasında kimyasallarla zehirlenen atık suyun deniz ve okyanuslarda yol açtığı kirlilik gibi kanıtlanmış tehlikeler barındırmasına rağmen su kıtlığına bir çözümmüş gibi önerilmektedir. Benzer şekilde “yenilenebilir enerji” ve atmosferdeki karbon monoksit emisyonlarını kontrol altına alacağı ve azaltacağı iddia edilen Kyoto Protokolü de yanlış okunmaktadır. Protokolun yenilenebilir enerji tanımına baktığımızda tanımın su, rüzgar ve güneşi de kapsadığını görüyoruz. Bu saydıklarımın rekabete açık hale getirilmesi halinde gerçek enerji ihtiyacının ne kadar olduğuna bakılmaksızın yeryüzü güneş panelleriyle, rüzgar gülleriyle ve HES’lerle dolacaktır. Ve Kyoto Protokolü “iklim değişikliğine karşı savaş” adı altında, insanlık ve eko-sistem pahasına tüm doğanın ticarileştirilmesinin uluslar arası hukukunu temsil etmektedir. Karbon kredisi programları şirketlerin “yenilenebilir enerji” ve “temiz üretim” alanlarına yatırım yapmalarını teşvik edecek bir dürtü olarak kurgulanmıştır. Ancak bu yatırımlar tek başına parasal dürtülere bağlı değildir, yanı sıra kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasına da bağımlıdır, başka bir deyişle tüm şirketler aynı mali güce sahip olmadıkları için pek çoğu bu yeni alanlara yatırım yapma gücünden yoksundur. Bu aynı zamanda, küresel iklim değişikliği ya da ısınmanın kapitalist toplumlarda durdurulabilecek süreçler olmadığı; ama bu gerçekliğe rağmen doğanın kar ve sermaye birikimi için sonuna kadar tüketildiği anlamına gelir.

“Mevcut barajlar halkın ihtiyaçlarını gidermek için gerek duyulandan çok daha fazla” Türkiye’de nehirler üzerine inşa edilmekte olan barajlar ve HES’lere karşı giderek büyüyen bir toplumsal muhalefet var. Diğer yandan Türkiye’de barajlar da dahil her şeyi destekleyecek kadar yakıcı bir su ihtiyacı içinde kıvrananlar da var. Her iki grubun ihtiyaçlarını karşılayacak, bu ikisini barıştıracak bir yol var mı?

Halkların gerçek ihtiyaçları ile kapitalist şirketlerin yapısal ihtiyaçlarını birbirinden ayırmak zorundayız. Eğer sadece birkaç baraj ve birkaç HES’ten bahsediyorsak bunların kötü olduğunu elbette söyleyemeyiz. Ama daha önce de açıkladığım gibi bu baraj ve HES’ler halkların ihtiyaçlarını karşılamak için inşa edilmiyor, bunlar şirketler arasındaki rekabetin gereğine hizmet ediyor. Bu nedenlerden ötürü bu barajlara da karşıyım, “biz bu barajları ve HES’leri sadece sizin için yapıyoruz” diyerek suya erişimi olmayan halkların yanıltılmasına da karşıyım. Bu gerçekten büyük bir yalan. Diğer yandan ben, turizm ya da endüstriyel tarım gibi diğer kapitalist üretim biçimlerini sanki bu üretimler su kaynaklarının aşırı tüketimini tehdit etmiyormuş gibi öneren ve yerel halkı bunlarla aldatanlara da karşıyım. Hangi amaç için olursa olsun su kaynaklarının piyasaya ve dolayısıyla rekabete açık hale getirilmesi bu kaynakların aşırı derecede tüketilmesine ve kirlenmesine yol açacaktır, çünkü alternatif olarak gösterilen bu üretimler asla birkaç yatırımla sınırlı kalmayacaktır. Her iki grubun ihtiyacını karşılamak ve bu talepleri barıştırmak için yapmamız gereken su kaynaklarımızı kapitalist ilişkilerden tamamen bağımsız hale getirmektir. Sadece şunun hatırlanması yeterli olacaktır: geçmişte yıllar yılı halkların ne barajlarla ne de HES’lerle bir sorunu yoktu. Eğer temiz suya erişimi olmayan halklar varsa elbette bu halkların su ihtiyacının karşılanması için rezervuarlar yapılması gerekir, bunda karşı çıkılacak bir şey yok. Ama biliyoruz ki mevcut barajlar halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak için gerekenden çok daha fazladır.

Türkiye’nin özgürce akan nehirlerini yönetip yönetemeyeceği konusunda ne düşünüyorsunuz? Etkin bir şekilde su toplamak için nehirlerin kapasitelerinin kullanılması mümkün mü?

Teknik açıdan mümkün olabilir, ama benim cevabım bunun yapılmaması şeklindedir. Çünkü bu ne gerekli ne de önerilebilir bir şey değildir. Bu yalnızca, doğaya bir başka müdahale anlamına gelir ve Japonya’daki son depremin ardından tanık olduğumuz gibi doğa kendi intikamını alır. Sizin teknolojileriniz doğa ile başa çıkamaz!

Bu yıl Dünya Su Gününde, gelişmekte olan ülkelerde sadece birkaç kent yönetiminin kent sağlığı ve temizlik hizmetleri konusunda sürdürülebilir bir çözüm bulabildiği belirtildi ve kent belediyelerinin ne toplanan atık suları işleme tabi tutabileceği ne de kanalizasyon şebekelerini gecekondu bölgelerine kadar genişletebileceği tespitleri yapıldı. Katı atıklar dünyada kent alanlarının karşı karşıya kaldığı en büyük tehdit. İstanbul’un karşı karşıya bulunduğu temel problemler konusundaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Başka bir soruyla devam etmek zorundayız: Neden İstanbul, Kahire, Tokyo ve Delhi bu kadar kalabalık kentler haline geldi? Yalnızca şunu hatırlayalım: neden kırsalda yaşayan halklar büyük metropollere göç etmek zorunda kaldı? Bu sorular bizi başka bir soruna götürüyor: son 20 yıldan bu yana gelişmekte olan ülkelerde uygulanmakta olan yeni birikim rejimi. Söz konusu ülkelerde sanayi şirketlerinin fabrikalarını enerji ve ulaşım sorunları dolayısıyla büyük kentler etrafında kurduğu “kalkınmanın” erken aşamalarını hatırlayalım. Başka bir deyişle eğer kırsalda yaşayan halklar kendi topraklarında yaşayabilselerdi asla İstanbul’a göç etmezlerdi. Eğer son 50 yıldır fabrikalarını kentin etrafına kuran sanayi şirketlerinin yapısal ihtiyaçları olmasaydı biz bugün İstanbul’un devasa kent sorunlarını tartışıyor olmayacaktık. Büyük kentlerde standartlara uygun atık işleme sistemlerinin yeterli miktarda bulunmayışının sorumlusu kim? Yaşamak için toprağını bırakıp İstanbul’a göç etmek zorunda bırakılan halklar mı yoksa tamamen eşitsizliklerle dolu bir sistem olan kapitalizm mi? Bazı bölgelerde temiz su bulunmamasının suçlusu kim? Bu bölgelerde on yıllardır doğal kaynaklarla barış içinde yaşamış ama bugün bir damla suya hasret bırakılmış halklar mı yoksa halka götüreceği kamusal hizmetleri genişletmek yerine vergi gelirlerini teşvik adı altında şirketlere aktaran kapitalist devletler mi?

Kaynak: Su Politik Çalışma Grubu

Privatization of water will lead to more water scarcity 

Gaye Yılmaz
 
Water scarcity is going to be a growing and long-lasting problem for humanity if capitalist production systems are not challenged, according to Gaye Yılmaz, a professor of political economy and globalization at Boğaziçi University since 2009.
 
“Production in capitalist societies never depends on the needs of people but only on the need to produce more and more. It is totally based on producing quantity, not quality,” said Yılmaz, author of the 2009 book, “Suyun Metalaşması: Kıtlığın nedeni kıtlığa çare olabilir mi?” (Commodification of Water: Can the reason of scarcity become the solution for scarcity?) published by the Foundation for Social Sciences (SAV).The figures from the 2006 United Nations Human Development Report show that some 1.1 billion people in developing countries have inadequate access to water, while 2.6 billion people lack basic sanitation. The lack of water is closely related to poverty, as almost two in three people lacking access to clean water survive on less than $2 a day, with one in three living on less than $1 a day. More than 660 million people lacking basic sanitation live on less than $2 a day, while over 385 million of people in this category live on less than $1 a day.

Moreover, the report says that “If you live in a slum in Manila, you pay more for your water than people living in London.”

Yılmaz says that this often occurs because of privatization of water resources; privatization is promoted as a means to bring business efficiency into water service management, but experience shows that privatization leads to reduced access for the poor around the world, as prices for these essential services have risen.

Answering our questions, she elaborates on the debate regarding the issue since there is growing public awareness about the privatization of water.

World Water Day 2011 was celebrated in from March 20 – 22. But you say that it is not a day to celebrate. Why not?

The UN is one of the international organizations which is leading the commodification of water around the world, by which I mean that it was the UN which first defined water as commodity in its Rio and Dublin Conferences in 1992 and it was the UN which brought a proposal to establish the World Water Council [WWC] in 1997. Therefore, besides the World Bank, WWC and OECD, the UN also plays a very critical role in the process of commercializing water. It is obvious that World Water Day was designed only to make people believe that commodification would be the only solution for water scarcity. Thanks to these kinds of initiatives, the UN, World Bank and WWC receive broad public recognition for their highly misleading arguments claiming that water is a scarce resource and therefore must be commercialized.

Privatization of water concerns some activists and you are among them. Why is it a big concern for you?

Not only privatization but also public-private partnerships [PPPs] or even public-public partnership [PUPs] are big concerns because privatization means the transfer of ownership rights from the state to corporations. However, water management may also be transferred to corporations without transferring ownership rights, meaning that water delivery will be done according to the dictates of the market. The biggest concern is about the market itself. Because when a specific element of nature, like water, is commodified, then countless numbers of corporations will flood sector to invest and make profits. This will cause the highest degree of depletion in fresh water sources, just like what we saw with hydro power station [HPS] construction in Turkey. The number of projected HPSs increased to 2000s only in the last few years because many domestic and international investors piled on “alternative energy production.”

As some one third of the world’s population is living in either water-scarce, or water-short areas, it is predicted that climate change and population growth will take this number to one half of people in the world. Maude Barlow [renowned author, and activist who volunteered as senior advisor on water issues to Miguel d’Escoto Brockmann, 63rd President of the UN General Assembly] has commented that it is not necessarily overpopulation causing water shortages, saying that “12 percent of the world’s population uses 85 percent of its water, and these 12 percent do not live in the third world.” What do you think of this idea?

I totally agree with Maude although I do not agree with the rhetoric of the organization — the UN — where she works. Ironically it was the United Nations Conference on Trade and Development [UNCTAD] that published statistics saying that the share of industrial water use in the [Organization for Economic Cooperation and Development] OECD bloc increased to 60 per cent in the year 2000, while it was only 12 per cent in 1960. One may consider that the rest, 40 percent, would remain for public use… No, unfortunately this is not the case because industry mostly discharges polluted water in industrial processes directly to the environment.

***

‘Declaring that water is a human right is not a solution’

 

There is a debate going on regarding redefinition of the relationship between water and human beings. What’s the current definition and what is wrong with it?

It is true that the social system we live in shapes our consumption behaviors, customs and practices. But production in capitalist societies never depends on the needs of people but only on the need to produce more and more. It is totally based on the production of quantity, not quality. Otherwise all foods produced, but not consumed, would be distributed to people facing starvation in third world countries instead of being disposed of. There are also developments in capitalist societies, such as armament or defense industry, that people never need. So we must question the manner of production before we question human beings.

As the World Water Forum concluded in March of 2009 in İstanbul, more than 20 countries officially challenged the forum’s ministerial declaration, saying that the document defines water as a human need rather than a human right. In a counter-declaration, Latin American states played a key role in gathering signatures to recognize access to water and sanitation as human rights. Why is there a need to make water a human right? Who would benefit from it and who would not?

Actually I think that the concept of “human right” is also very problematic because we say that water is a human right and it cannot be commercialized; however, the World Bank [WB] says that water must be commercialized because it is a human right. There are two ways to explain these contradictory stands: First, Article 17 in the Universal Declaration of Human Rights, which is the common reference for both opponents and proponents of the commodification of water, defines private ownership also as a basic human right. Secondly, the World Bank claims that there are millions of people who do not have access to clean water and their states are unable to provide access to them. Therefore the World Bank argues that only the private sector can provide access to clean water. However, the missing point here is that only those who are able to pay the cost can access clean water, meaning that the private sector will sell it to people at market prices. Declaring that water is a human right is not a solution as long as water scarcity exists because this declaration can be a solution only for basic needs of people but it doesn’t have any impact on the water scarcity emanating from the capitalist production habits.

***

‘Climate change and water scarcity are very much related’

What would you say about the significance of the Latin American countries’ leadership role in demanding that right for water to be a human right as they have been experiencing many struggles in that regard?

Latin American countries have traditionally been used as the backyard of the US. Therefore, these are also the countries where neoliberal policies like the privatization of municipality waters were tested first, following Great Britain. Thus, the first reactions emerged in the Latin American countries and they took the leadership in protests worldwide.

What do you think about predictions regarding future wars waged over the scarcity of water?

Since we are not seriously experiencing water scarcity in our lives today, we cannot imagine what will happen in near future. However, as there are compromises between different interest groups, like in Chiapas (Mexico), where industrial corporations offer to provide new irrigation technologies for farmers in return for the transfer of a specific amount of surface water from farms, I think water wars are not a remote probability.

What is the effect of climate change on water security?

These two, climate change and water scarcity, are very much related to each other, but the recommended solutions for both also trigger more risk with respect to these two. For instance, desalination systems are being considered as a solution to water scarcity despite the existence of proven liabilities and dangers, such as the incredibly high energy needs of these systems or the level of pollution they generate in seas and oceans. Also the debate on both renewable energy and the Kyoto Protocol, which claims that the protocol was introduced to reduce and control carbon monoxide emissions into the atmosphere, can be misleading. When we look at the definition of renewable energy in the protocol, we see that it includes water, wind and solar energies as well. When these three are open to free competition, the earth will be covered by solar panels, wind tribunes and hydropower generation regardless of the real needs for energy. And Kyoto Protocol represents international law for commercialization of entire nature under the name of fight against global climate change at the cost of nature and humanity. Carbon credit schemes were designed as an incentive for corporations who are expected to invest willingly in renewable energy and clean productions. But this does not depend only on incentives, it also depends on the uneven development of capitalism, meaning that not all corporations are in equal financial positions and therefore many of them are not able to invest in new technologies. This also means that global climate change or warming is not something that you can stop in capitalist societies, but despite this fact nature is being depleted in the name of profit and the accumulation of capital.

***

‘Existing dams are more than sufficient to meet people’s needs’

In Turkey, there is a growing public movement against the construction of dams on rivers or hydro electric power plants. On the other hand, there are people in dire need of clean water and they will support anything, including the construction of dams, to have access to water. Is it possible to reconcile the needs of both groups?

We must distinguish between the real needs of people and structural needs of capitalist corporations. If we are talking about only a few dams and only few hydro power plants, we cannot say that they are bad. But as I explained before, these structures are not to meet the needs of people; they are built to serve the need for competition between corporations. Because of that I am against those dams too. I am also against those who deceive people who are in dire need for clean water by saying, “We construct these dams and hydropower plants only for you.” This is a big lie. I am also against those who deceive local people by offering other capitalist projects, such as tourism or industrial agriculture, as if they are alternatives to the depletion of clean water. As long as these are open to competition, they will also pollute and deplete water resources because they will never be limited to just a few investments. What we need to reconcile the needs of both groups is to make our waters free from capitalist relations. Remember, people didn’t have any problems with HPSs or dam constructions for many years in the past. If there are people who need clean water, reservoirs must be built to meet their needs; this is not something to say no. But we know that existing dams are more than sufficient to meet these kinds of basic needs.

How do you think Turkey can manage its free flowing rivers without damaging the environment? Is it possible to use the capacity of rivers to store water effectively?

It may technically be possible, but my answer is, “don’t do it,” because this is neither necessary nor a recommendable proposal; it is just another intervention in nature which repeatedly takes its revenge as we just have witnessed after the last earthquake in Japan. Your technologies cannot cope with nature!

***

‘Just remember why rural people had to migrate to big cities’

On this year’s World Water Day, it is noted that few urban authorities in developing countries have found a sustainable solution to urban sanitation, and utility companies cannot afford to extend sewers to the slums, nor can they treat the volume of sewage already collected. Solid waste disposal is a growing threat to health and the environment. As İstanbul is one of the biggest urban areas in the world, what would you say about the basic problems that İstanbulites face?

We must start with another question: Why have İstanbul, Kahire, Tokyo and Delhi become so crowded? This takes us to another problem: the new accumulation regime which has been implemented in the last 20 years in the developing world. Just remember why rural people had to migrate to big cities. Remember the early stages of so-called “development” in these countries, when the industrial sector built factories around the big cities because of transportation and energy problems. If rural people were able to survive on their lands, they would never have migrated to İstanbul. If there were no structural needs for industrial corporations, which set their factories around the city in the last 50 years, we wouldn’t be discussing the problems that İstanbul faces today. Who is guilty for the lack of proper solid waste disposal systems in big cities? Is it those who migrated from rural areas in order to survive or the capitalist system itself, which is full of inequalities? Who is guilty for the lack of water in some regions? Is it those people who used to live in peace with natural resources in their local areas for decades but are now desperate for access to clean water, or the capitalist states which transfer tax incomes to big corporations in the name of incentives instead of making public investments for rural people?

TOBB ve TEMA tarafından ortaklaşa hazırlanan Su Kanunu Tasarısı Taslağının Eleştirisi – Supolitik Çalışma Grubu

TOBB ve TEMA tarafından ortaklaşa hazırlanan Kasım 2010 tarihli Su Kanunu Tasarısı Taslağının Eleştirisi

Su Politik Çalışma Grubu, son birkaç yıldır şirketler tarafından yerelliklerde oluşmaya başlayan su hakkı mücadelelerini suyun metalaştırılması yönündeki politikalara muhalefet etmek yerine destek olmaya ikna etmeye çalışan bir dizi girişimin gerçek hedefini görünür hale getirmeyi amaçlayan çalışmalar yürütmektedir. Bugün TEMA ile başlayan ve yarın Doğa Derneği, WWF ya da Ekolojik Turizm Derneği gibi sermaye STK’ları ile devam edecek olan bu çalışmaların amacı bu yapılarla geçmişte yapılan işbirliklerinin bir eleştirisi ya da reddi değildir. Çünkü sermaye STK’ları da bugün örneğin tüm toplumsal muhalefeti ele geçirmek gibi geçmiştekinden çok farklı yönelimler içersindedir; asıl teşhir edilmek zorunda olunan da bu yeni eğilim ve yönelimlerdir. Başka bir deyişle ne TEMA ne de Doğa Derneği vd. eskiden olduğu gibi kendi kulvarında görece bağımsız olarak yürüyen STK’lar değildir. Söz konusu STK’lar bugün yalnızca yerel mücadeleleri çok sıkı bir şekilde gözlem ve kontrol altına almakla yetinmemektedir. Bu tespitin en çarpıcı kanıtlarının başında ise, suyun ticarileştirilmesinin en önemli ayağı olan “Su Kanunu” gibi bir taslağın TEMA’nın üstelik suyun metalaşmasından en fazla çıkar sağlayacak olan şirketlerin örgütü TOBB ile birlikte hazırlanmış olması gelmektedir.

Bu çalışmada, söz konusu tasarı taslağı madde önerileri üzerinden analiz edilmekte ve her bir önermenin pratikte suyun bir piyasa malı haline getirilmesine nasıl hizmet edeceği gösterilmektedir.

Taslak Madde 1- (1) de kanunun amacı anlatılmakta ve “kaynakların ‘havza yaklaşımı çerçevesinde’ ekonomik ihtiyaçlarla ulusal güvenlik gereksinimlerini karşılayabilecek doğrultularda geliştirilmesinin, doğal ve yapay süreçlerle kaybının önlenerek korunmasının amaçlandığı” belirtilmektedir. Türkiye’deki havza yaklaşımı esas olarak AB Su Çerçeve Direktifi’nden esinlenmekte olup, özetle “tüm su kullanımlarının, işlevlerin ve değerlerin ortak bir politika çerçevesine entegrasyonu : çevre, sağlık ve insan ihtiyacı, sektör ihtiyaçları, ulaşım, rekreasyon için su kullanımı” olarak ifade edilebilir. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi, taslak metin kapitalist firmaların ihtiyaçları ile çevre, sağlık ve insan ihtiyaçlarının ortaklaştırılabileceği iddiasındadır. Buna karşın, kapitalist çıkarlar devrede olduğunda ne insan ihtiyaçlarının ne de ekosistemin sürdürülemeyeceğinin en görünür kanıtı, Munzur’da, Akdeniz’de, Doğu Anadolu’da, Ege’de, Karadeniz derelerinde sayıları her gün artan HES inşaatlarının yol açtığı yıkımlardır. Yasa tasarısında önerildiği gibi akarsuların üstünde “ulusal güvenlik gereksinimlerini karşılayabilecek doğrultuda, insan ihtiyaçlarından bağımsız olarak tek başına “güvenlik” gerekçesi ile baraj ve su rezervuarlarının inşa edilmesinin onaylanması anlamına gelmektedir. Özellikle Fırat ve Dicle havzaları ile Türkiye’nin kuzey doğusundaki uluslar arası nehirleri ilgilendiren bu önerme ile söz konusu coğrafyada su kaynaklarına toplumsal ihtiyaçlardan bağımsız müdahalelerin yapılabilmesi yasallaştırılmaktadır.Bu durumda mücadelelerin karşısına bu kez de “ulusal güvenlik” gerekçesi çıkartılmış olacaktır.

MADDE 2-(2) de de benzer şekilde “sınır oluşturan ve sınır aşan bütün sulara bu Kanun hükümleri uygulanır. Bu sularla ilişkili diplomatik işlemler Dışişleri Bakanlığınca yürütülür” ifadesi yer almaktadır. Uluslar arası suların muhafazakar bir yaklaşımla “sınır aşan sular” şeklinde tanımlanmış olması da başta Fırat ve Dicle nehirleri olmak üzere bütün uluslar arası sularda mutlak egemenlikçi bir anlayışın hakim olacağını göstermektedir. Bu madde ile Türkiye’de doğan sular üzerinde mülkiyet tesis edilmesinin esas olduğu ve bu sular üzerindeki “her türlü” tasarruf hakkının sadece Türkiye devleti ve sermayelerine ait olacağı anlaşılmaktadır. Suyun komşu ülke halklarına karşı bir tehdit gibi de kullanılabileceği ise bu sularla ilgili diplomatik işlemlerin Dış İşleri Bakanlığı’na verilmiş olmasından anlaşılmaktadır. Bu durumda uluslar arası akarsuların yönetilmesinde Dış İşleri Bakanlığı’nın risk ve tehdit algılamaları esas alınacaktır.

Madde 3-(1) b’de “Su varlık ve kaynaklarının her koşulda, her süreçte ve her anlamda korunması esastır.” denerek; “Su kaynaklarımız; doğanın ve çevrenin korunması ve tüm canlı yaşamının sürdürülmesi bakımından, her süreçte korunması, ekonomik doğrultuda geliştirilmesi”nden söz edilmektedir. Gerek kampanyalarda gerekse yasa hazırlık metinlerinde en çok dikkat edilmesi gereken, tıpkı bu maddede yapıldığı gibi birbiri ile uzlaşması mümkün olmayan hedeflerin bir arada telaffuz edilişidir. Gerçekten de bu maddede bir yandan su varlık ve kaynaklarının her koşulda korunması gereğinden, çevreden, canlı yaşamın korunmasından bahsedilirken bir yandan da su kaynaklarının ekonomik doğrultuda geliştirilmesinden söz edilmektedir. Bu ikisinin aynı anda olamayacağı kesindir. TEMA’nın bu taslağı TOBB ile birlikte hazırlamış olmasından, aslında bu iki boyuttan yalnızca birinin, ekonomik olanın uygulanacağı anlaşılmaktadır. Bir doğal varlığın ekonomik doğrultuda geliştirilmesi ise, söz konusu doğal varlığa mutlaka canlı emek ve sermaye ilavesini gerektirir. Tasarının bu maddesinde akarsuların ve diğer sucul sistemlerin kâr getiren birer işletmeye dönüştürülmesinden, tamamen piyasaya açılmasından bahsedilmektedir. Sucul sistemler kâr getirdikçe pek çok tekil kapitalistin hücumuna uğrayacak; orta ve uzun vadede ise buna bağlı olarak su kaynakları tamamen tükenecektir.

Aynı maddenin (c) bendinde ise Belirtilen nedenlerle, su kaynaklarımız “kullanım materyali, ticari meta ve tüketim malı” olarak değerlendirilemez. “Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan bir kamu malı” niteliği taşıdığı için bedeli söz konusu olabilir ancak fiyatlandırılamaz ve su kaynakları satılamaz ibaresi ile önceki paragrafta “su kaynaklarının ekonomik doğrultuda geliştirilmesi”nden söz edilen tasarının içsel tutarsızlığı net olarak ortaya çıkmaktadır. Yüzey ve yer altı sularının ekonomik olarak geliştirilmesi suyun ticari meta olarak değerlendirileceğini göstermektedir.

2. Madde c bendinin devamında belirtilen “kamu malı niteliği taşıdığı için bir bedeli söz konusu olabilir ancak fiyatlandırılamaz” şeklindeki ifadeden kamu malı kavramının da TOBB ve TEMA tarafından oldukça farklı algılandığı görülmektedir. Bu iki kuruma göre, kamu malı olanlar için bir bedel ödemek gerekmektedir. Ancak burada daha önemli olan “bedellendirme” onaylanırken “fiyatlandırmanın” reddediliyor olmasıdır. Uluslar arası literatürde bu önermenin adı maliyet fiyatına satıştır (cost recovery) ve kamu mallarını piyasalaştırmanın ilk adımı olarak uygulanan stratejilerin başında gelmektedir. Fiyatlandırmanın reddine gelince, burada muhtemelen devletin geçmişten beri uygulamakta olduğu, piyasa işleyişini bozduğu gerekçesiyle kaldırılması gündemde olan “gölge fiyatlama” yöntemi kast ediliyordur. Suyun metalaşmasının da olmazsa olmazlarından biri olan “gölge fiyatlama yönteminin reddedilmesi” TEMA ve TOBB’un sürece nasıl baktığını ortaya koymaktadır. Aynı bendin son cümlesinde “su kaynakları satılamaz” denmektedir. Bu tümce tek başına alındığında, su hakkı mücadelesi veren pek çok hareketi umutlandırabilir. Ancak suyun piyasa malı haline getirilmesinde kaynak mülkiyetinin kimin elinde olduğunun hiçbir önemi yoktur. Yani suların mülkiyeti devlette kalarak ta suyu metalaştırmak mümkündür. Hatta, doğal varlıkların piyasalaştırılmasında en fazla başvurulan “kamu-özel işbirliği” (public-private partnership); ya da “kamu-kamu işbirliği” (public-public partnership) yöntemleri tam da bunu, yani kaynak mülkiyeti devlette kalırken kaynak çıktısının bir piyasa malı haline getirilmesini amaçlamaktadır. Bir örnek vermek gerekirse Yuvacık Barajının mülkiyeti devlettedir, fakat baraj suyunun iletimi, dağıtımı ve işletilmesi yabancı şirketlere devredilmiştir. Hatta devlet, şirketlere yıllık su tüketimleri için geleceğe dönük rakamsal taahhütlerde bulunmuş; gerçekleşen yıllık su tüketim miktarları taahhüt edilenin altında kaldığında ise devletten aradaki farkı ödemesi talep edilmiştir. Dolayısıyla TEMA ve TOBB bu madde ile aslında halkın, suyun kaynak mülkiyet devri olmadan da piyasalaşabileceği bilgisinden yoksun olduğu hesabını yapmaktadır.

Aynı maddenin (ç) bendinde ise “Yer üstü ve yeraltı su kaynaklarıyla ilgili işlem ve eylemlerdeki kamu yararı değerlendirmesinde; toplumun ve ekosistemin su hakkındaki kamusal yararı üstündür” ifadesi yer almaktadır. Burada toplumun çıkarları çatışan iki sınıftan oluştuğu gerçeği görmezden gelinerek homojen, çıkarları bir ve ortak bir toplum tanımı yapıldığı görülmektedir. Öyle ki, şirketler de o toplumu oluşturan unsurlar (stakeholders) arasındadır. Dolayısıyla şirketlerin çıkarı gerektirdiğinde, yer altı ve yer üstü varlıkları ile ilgili işlem ve eylemlerin kamunun yararına olduğu varsayılacaktır. Bu anlamdaki bir “kamusal yararın” ekosistemin ve alt toplumsal sınıfların kamusal yararı ile uzlaşmasının imkânsızlığı ise apaçık ortadadır.

Yine aynı maddenin (e) bendinde, “Doğal varlık niteliği taşıyan su kaynaklarının ve suyun miktar ve kalitesinin korunması, bu kaynakların geliştirilmesi ve “uygun ve ekonomik kullanılması… temel bir Devlet görevi ve sorumluluğudur” denmektedir. “Doğal kaynakların geliştirilmesi” için yapılan, çoğu zaman doğaya çeşitli biçimlerde müdahale edilmesini gerektiren bu faaliyetler eko sistem üzerinde son derece yıkıcı etkiye sahiptir.

Maddenin (f) bendinde ise bütüncül havza yönetiminin nasıl yapılacağı anlatılmakta ve şöyle denmektedir: “Su toplama havzalarının korunması, su kaynaklarının beslenmesi ve kapasitelerinin geliştirilmesi, su hasadının gerçekleşmesi ve su kalitesinin iyileştirilmesi süreçleri, diğer doğal varlıkların yönetimini de kavrayan “bütüncül bir havza yönetimi” anlayışıyla değerlendirilir” Taslağın bu bölümünde havza yönetimine dair son derece önemli ipuçları açığa çıkmaktadır:

  • Havza yönetimi havzadaki toprak varlığı başta olmak üzere bütün yer altı ve yer üstü doğal varlıklarının da yönetimini ve piyasalaştırılmasını gerektirmektedir.
  • Başka bir deyişle havza sularının işletme hakkını alan şirketler aynı havzada yer altı su kaynakları üzerinde de söz ve hak sahibi olacaklardır.

Bütüncül havza yönetimi ile ilgili olarak maddede sayılanların tamamı ekonomik ve ticari süreçleri zorunlu hale getirmektedir.Şirketler havzadaki doğal varlıklara kaynak olarak bakmakta ve ticarileştirecekleri doğal varlıkların kaynak kapasitelerinin geliştirilmesini hedeflemektedir. Her bir kaynaktan daha fazla su çıktısı elde edilmesi ya da havzalar arası su transferleri bu başlık altında yapılacak belli başlı işler arasındadır. Metinde bahsi geçen “su hasadı” ile yağmur sularının toplanması için kullanılacak yeni teknikler kast edilmektedir. Havzanın en temel beslenme kaynağı olan yağmur sularını hasat etmek, yani belli rezervlerde toplamak toprağa giden yağmur suyu miktarının da aynı oranda azalması anlamına geleceği için söz konusu havzalarda yapılmakta olan tarım faaliyeti bu durumdan doğrudan etkilenecektir. Bu “hasat” işleminin nasıl yapılacağına dair tespitlerimiz ise maddenin g bendinde doğrulanmaktadır: “Yüzey akışın biriktirilmesi temelinde ‘su hasadı’, suların depolanma düzeylerinin artırılması ve yüzey buharlaşmasının azaltılmasına yönelik toprak ve araziyle ilgili yöntem ve tekniklerin uygulanması kapsamında bir ‘su kaynağının geliştirilmesi’ anlayışı geçerli kılınır.

Maddenin (ı) bendinde “su ekonomisini sağlayacak ‘sulama, tarımsal üretim ve arazi yönetimi’ sistemlerini öngören, içme, kullanma ve sanayi suyu tüketiminde kullanıcılara sorumluluklar getiren ve tüm bu süreçlerde demokratik sivil katılımcılığı gerçekleştiren bir ‘havza esaslı su yönetimi anlayışı’ yaşama geçirilir” ifadesi yer almaktadır. Bütüncül havza yönetiminin bir kez daha detaylandırıldığı bu bölümde yalnızca havzadaki su varlığının değil, tüm bir havzanın metalaşmasının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Gerek sulama, gerek sanayi, gerek evsel kullanım ve gerekse tarımsal üretimde “su ekonomisini sağlayacak bir” havza yönetimi amaçlanmakta; tüm kullanıcılara belli sorumluluklar yükleneceği belirtilmektedir. Bu sorumlulukların ne olacağı tam olarak belirtilmemiş olsa da, tarımsal sulamanın piyasa fiyatlarına endeksleneceği (AB Su Çerçeve Direktifi ve Dünya Bankası Raporlarındaki ‘kullanan öder’ ilkesinin gereği!) ve su kullanımında bu yolla bir tasarrufa gidileceği öngörüsü sezilmektedir. Bu süreçlerde “demokratik sivil katılımcılığı gerçekleştiren bir havza esaslı su yönetimi” cümlesi ise, sermaye STK’larının bir yılı aşkın bir zamandan beri yerelliklerde “mücadele” adı altında yapmakta oldukları çalışmaları hatırlatmaktadır. Suyuna ve toprağına sahip çıkmaya çalışan halklar sermaye STK’ları tarafından önce ÇED süreçlerine dahil edilmekte; ardından davalar açılmakta, böylece “demokratik sivil katılımcılık” sağlanmış olmaktadır. Açılan davalar kazanımla sonlansa bile şirketler tarafından temyize gidilmesi ya da yasaların güçlü cezai yaptırımlara bağlanmamış olması yüzünden genelde uygulamaları durdurucu bir etkisi olmamakta; ancak hukuk süreçleriyle aylarca oyalanan mücadeleler bir yandan kazanımlar dolayısıyla hukuk süreçlerine daha fazla bel bağlarken bir yandan da kararlılıkla mücadele etme güçlerini kaybetmektedirler.

Maddenin (i) bendinde ise “Bu Kanunun uygulanması sürecinde, AB normlarına uyum sağlanması ve tarafı olduğumuz uluslar arası sözleşmelerin getirdiği yükümlülüklerin gözetilmesi gereklidir.” Hatırlanacağı gibi Su Politik Çalışma Grubu, su mücadelelerinin içine sızan sermaye STK’larını teşhir çalışmalarının erken aşamalarında Türkiye Su Meclisi’nin (TSM) ilk yönergesinde AB Su Çerçeve Direktifi’ne olumlu göndermelerde bulunulduğu eleştirisini getirmiş ve bu yönergeden alıntılar yaparak eleştirisini doğrulamıştı. T. Su Meclisi ise getirilen bu eleştiriye “başlangıçta böyle bir yönergemiz vardı, ama Haziran 2010’da yaptığımız toplantıda AB Su Çerçeve Direktifi konusunda bir belirsizlik olduğunu gördüğümüz için bu yönergeyi hiç uygulamadık” şeklinde bir cevap geliştirmişti. Yine hatırlanacağı gibi TEMA Türkiye Su Meclisi’nin ilk yönetim kurulunda Doğa Derneği ile birlikte yer alan kurumlardan biridir. Dolayısıyla maddenin bu bölümünde TSM’nin “yapmıyoruz” dediği bir şeyin (AB Su Çerçeve Direktifine uyum şartı!) TSM’nin asli bileşenlerinden biri olan TEMA tarafından açık bir şekilde savunulduğu dikkat çekmekte; bu da TSM’nin cevap niteliğindeki açıklamalarının son derece kuşku götürür olduğunu göstermektedir. Diğer yandan TEMA ve TOBB tarafından hazırlanan su kanunu tasarı taslağına bir gereklilik olarak giren “AB normları” Avrupa’daki su hakkı hareketleri tarafından şiddetle eleştirilen ve tek tek üye devletlerde suyun piyasalaştırmasının en önemli adımı olarak tanımlanan bir direktifin içeriğini oluşturmaktadır. AB Su Çerçeve Direktifi’nin su kaynaklarını metalaşmaktan koruyacak bir içeriği olsaydı, öncelikle Almanya’da göllerin satışı, ardından İtalya’da su kaynaklarının özelleştirilmesiyle ilgili yasalar çıkarılmaz, bu ülkelerin ilgili Bakanları da suyu piyasalaştıran yasalarını AB Direktifi ile açıklamazlardı. Dolayısıyla TEMA ve TOBB’un bu taslakla yapmaya çalıştığı şey, bir yandan doğadan, ekosistemden, haklardan bahsederken bir yandan da suyun bir piyasa malına dönüşmesini sağlayacak önermelerde bulunarak kafaları karıştırmak ve gerçekte yaptıkları şeyin net bir biçimde görülmesini engellemektir.

Maddenin (l) bendinde “kamu kaynaklarıyla gerçekleştirilen su kaynaklarının geliştirilmesi, içme-kullanma, sulama ve sanayi suyu kullanımı amaçlı yatırımlara ilişkin harcamalarla, işletme-bakım giderlerinin, bu yatırım ve tesislerden yararlananlarca geri ödenmesi esastır.” Aslında tasarının bu bölümünün, yukarıda açmaya çalıştığımız aynı maddenin (c) bendindeki şu cümle ile birlikte okunmasında yarar vardır: su kaynaklarımız “kullanım materyali, ticari meta ve tüketim malı” olarak değerlendirilemez… Bu tasarının (c) bendinde suyun bir ticari meta olarak değerlendirilemeyeceği belirtilirken; (l) maddesinde açıkça metalaşmanın erken bir aşamasının (cost recovery) alt başlıkları sayılmaktadır. Bugün harcama maliyetleriyle sınırlandırılan su kullanımlarının bir sonraki aşamada piyasa değerlemesine tabi tutulacağını öngörmek zor değildir. Diğer yandan bu maddede gözden kaçırılmaması gereken bir diğer husus da yatırımların kamu ve özel olarak örtük bir biçimde ikiye ayrılması ve maliyet fiyatına satış önermesinin sadece kamu tarafından gerçekleştirilen yatırımlar için yapılıyor olmasıdır. Başka bir deyişle taslak su kaynaklarını geliştirme amaçlı özel sektör yatırımlarında fiyatlandırmanın nasıl yapılacağına dair bir açıklama getirmemektedir. Bu zaten mümkün de değildir, zira özel sektör yalnızca kar amacıyla çalışır ve üretimini maliyet fiyatına satması beklenemez. Buradan çıkarılması gereken sonuç, yer altı ve yer üstü sularına hem özel hem kamusal yatırımların olacağı; kamusal yatırımların kullanıcılarının işletme ve bakım giderleri de dahil olmak üzere yatırım bedellerini ödemek zorunda olacaklarıdır. Ancak sorun bu kadar basit değildir kuşkusuz. Çünkü bu aynı zamanda tarımsal sulamadan, evsel kullanıma kadar bütün su kullanıcılarının hem piyasa bedellerini (özel sektörün devrede olması halinde) hem maliyet bedellerini (kamusal yatırımlar olması halinde) ödemek zorunda olacakları anlamına gelmektedir. Aslında bu ikisinin aynı anda söz konusu olması da mümkün değildir, çünkü devlet tarafından yapılan yatırımlar daha düşük bedelle halka satılırken aynı anda özel sektörün daha yüksek olan piyasa fiyatları üzerinden satış yapması beklenemez. Dolayısıyla rekabeti gerekçe göstererek şirketler devletten de aynı koşullarda hizmet üretimi ve sunumu yapmasını talep edeceklerdir. Sonuç olarak bu madde geniş halk kesimleri için suyun bir piyasa malı haline getirilmesinin yasal kılıfını oluşturacaktır.

Tasarının bir sonraki bölümünde (Madde 4) tanımlara geçilmekte ve kanun tasarısında kullanılan bütün kavramlar tek tek açıklanmaktadır. Bu bağlamda madde 4-(1) (f) bendinde bütüncül havza yönetiminin nasıl yapılacağı bir kez daha açıklandıktan sonra şu ifadeye yer verilmektedir: “Devlet ve özel kesim tarafından gerçekleştirilecek bütün çalışmaları, demokratik sivil katılımcılığın katkılarıyla planlamak, programlamak, projelendirmek, yönlendirmek, yönetmek, uygulamaları izlemek, denetlemek, gerektiğinde yaptırım uygulamak”. Yer altı ve yer üstü sularının mülkiyetinin kesinlikle devlette kalacağının belirtildiği daha önceki bölümlerde mülkiyetin devlette kalmasının tek başına suyun metalaşmasını önleyemeyeceğini belirtmiş ve “kamu-özel işbirliği” projelerinin bu amaçla kurgulandığı açıktır. TEMA ve TOBB’nin hazırladıkları kanun taslağı ile-satır aralarına serpiştirilmiş muhalif kavramlara rağmen- asla suyun metalaşmasını önlemeyi/metalaşma sürecine karşı koymayı amaçlamadığını bir kez daha ortaya koymaktadır. Yukarıdaki madde “sivil topluma” biçilen rol bakımından da son derece önemlidir. Sivil toplum üzerinden toplumsal muhalefetin metalaşma sürecine içerilmesi Birleşmiş Milletler tarafından çeşitli Asya ve Afrika ülkelerinde “kalkınma” başlığı altında daha önce denenmiş bir yöntemdir.

Su Hukuku başlığıyla ele alınan Madde 6- (1) de Su kaynakları “doğal kamusal varlık” özelliğindedir. Bu nitelikten ötürü; bütün sular bulunduğu yerden bağımsızdır ve Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır” denirken; aynı maddenin 2. bendinde de “Kaynak suyu bulunduğu arazinin bütünleyici unsuru değildir. Taşınmaz malikliği veya zilyetliği, kaynak suyu üzerinde bir hak oluşturmaz. Ancak, arazi sahibi veya zilyedinin, bu taşınmaz için kaynaktan, özel su tanımı kapsamında, öncelikle yararlanma hakkı vardır.Arazi sahibi bu kaynak suyundan, doğduğu tarlasının cazibe ile sulandığı kadarı üzerinde hak sahibidir.” Bu madde her ne kadar ilk okunduğunda su kaynakları üzerinde mülkiyet tesis edilmesinin önlendiğini düşündürüyor olsa da, gerçekte, su kaynaklarının, üzerinde bulunduğu toprağın mülkiyetinden bağımsız olarak şirketlere verilebileceği belirtilmektedir. Meksika’nın Chiapas bölgesinde çiftliklerde mevcut yer üstü ve yer altı sularının belli bir bölümünü sanayi şirketlerine devredilmesi karşılığında bu çiftliklere şirketler tarafından damlama sulama sistemleri döşenmiş ve şirketlere devredilen su miktarları piyasada fiyatlanmak suretiyle suyun metalaşması sağlanmıştır. Bu maddenin amacı da suların parçalı ya da bütünsel olarak toprak mülkiyetinden bağımsızlaştırılarak satılabilmesidir. Kanun taslağının bu işleme karar verme yetkisini devlete vermesi suyun metalaşmasını önleyecek bir yetki devri gibi değil; tersine kamu-özel işbirliği projeleri, “kamulaştırma” tarzı devlet yaptırımlarının devreye girmesiyle suyun bir piyasa malı haline getirilmesinin yasal zemini gibi okunmalıdır. Bu tespitimizin doğruluğu ise taslağın aynı madde altındaki (2.) bendinden anlaşılmaktadır: Arazisinde faydalı ihtiyaçları için yeterli miktarda su bulamayan veya bu suyu aşırı güçlüklere ve gidere katlanmaksızın başka yollardan sağlayamayan kişiler, komşu arazideki faydalı ihtiyaçtan fazla olan sulardan yararlanır. Komşu arazideki sudan faydalanma koşulları yönetmelikle düzenlenir.

Bu anlamda MADDE 7-(1) de “Devlet sularla ilgili irtifak hakları oluşturabilir. İrtifak hakkının devrinde arazi sahibine öncelik tanınır.” denmektedir. Farklı mülkiyetler altındaki toprakların altında ve üstünde mevcut suların şirketlere satılabilmesi için önce kullanım ve sahiplenme haklarının tesisi, bunun yapılabilmesi için de “kamulaştırma” işlemleri gerekecektir ve bu görev de elbette devletindir. Bu madde ile ticarileştirme irtifak hakları üstünden sağlanacabilecektir.

Maddenin 3. bendinde ise “Kendisine yeraltı suyu tahsis edilen gerçek veya tüzel kişi, bu suyun ancak kendi faydalı ihtiyacına (!!!) yetecek miktarını kullanma hakkına sahiptir.” denmektedir. Örneğin bir çiftliğin topraklarında akan bir nehrin sularının belli bir bölümü Coca-Cola ya da Cargill şirketine satılacak ama bu şirketler kendilerine tahsis edilen suyun ancak kendi “faydalı ihtiyaçlarına” yetecek miktarını kullanabilecektir. Peki, şirketler için faydalı ihtiyaçlar nasıl, neye göre belirlenecektir? Her iki şirket de gıda malı ürettiklerini ileri sürerek üretimlerinin “faydalı ihtiyaçlar” kategorisine alınmasını sağlayacak, tahsis edilen su miktarları açısından ise -ölçekleri ve kullandıkları ileri teknolojilerden ötürü- bu şirketler diğer su kullanıcıları aleyhine daha ayrıcalıklı konumda olacaklardır.

Madde 8- (1) de su kaynakları yönetimi yetkisinin devlette olacağı, Devletin de bu yetkiyi “Anayasamızın konuya ilişkin hükümleri doğrultusunda ‘ulusal güvenlik, toplumsal ve ekonomik zorunlulukları’ gözeterek, ‘kaynak belirleme – kaynak geliştirme – kaynak koruma – tahsis ve kullanım ve izleme denetim’ fonksiyonları kapsamında ve bütünleşik havza yönetimi yaklaşımıyla yerine getireceği”. bir kez daha belirtilmektedir. Aynı maddenin devamında Madde 8- (2) (b) de ise devletin su yönetimindeki görevleri başlığı altında “kaynakların geliştirilmesi amacıyla; yüzey akışın biriktirilmesi, akarsuların depolanması, yüzey buharlaşmasının azaltılması ve yeraltı sularının beslenmesi için projeler tasarlamak ve gerekli yatırımları yapmak ve yaptırmak” olarak belirlenmekte; Madde 8- (2) (e) de ise “İçme, kullanma, doğal yaşamı sürdürme, tarımsal sulama, sanayi suyu sağlama ve hidrolojik enerji üretimi önceliklerine göre tahsis, kullandırma, izleme ve denetim uygulamalarını yapmak,” denmektedir. Tek başına bu 2 madde alt başlığı bile, baraj, HES ve rezervuar inşaatlarının önümüzdeki dönemde yasal meşruiyet de sağlanmış olacağı için büyük bir hız kazanacağını; açılan karşı davaların kazanımla sonuçlanma olasılığının ise hızla azalacağını ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, bugüne kadar bazı davaların halklar lehine sonuçlanması kısmen de olsa böylesine kapsamlı bir su kanunun bulunmamasından kaynaklanmıştır.

Kanun tasarısında tarımsal sulama da ihmal edilmemekte ve 8. Maddenin (2) (g) bendinde tarımsal sulamanın piyasa fiyatlarına endekslenmesi amacıyla “Tarımsal sulama amaçlı yatırımlarla su ekonomisini sağlayan sulama sistemlerini projelendirmek, gerektiğinde sulama alanlarında arazi toplulaştırması ve tarla içi geliştirme hizmetlerini yapmak ve yaptırmak ve bu amaçla tarım üreticilerinin eğitimini gerçekleştirmek” ten söz edilmektedir. Bugüne kadar suyu ve doğal kaynaklarıyla barış içersinde yaşamış küçük çiftçiler, tarlalarına gelişmiş sulama teknolojilerinin getirilmesinin sevinciyle muhtemelen bu sürecin sularının piyasalaşmasının ön adımları olduğunu fark etmeyeceklerdir. Tıpkı kısır tohumların (suicide seeds) Türkiye’ye ilk geldiği yıllarda çiftçiler tarafından büyük rağbet görmesi, takip eden yıllarda ise gerek orijinal tohumları saklamamalarından gerekse kısır tohumların fiyatlarındaki astronomik artışlar yüzünden büyük zararlara uğraması gibi.

Madde 9-(1) Su ve Sulama Yönetiminde Katılımcılık konusunu detaylandırmakta ve şöyle demektedir: “Bu katılımcılık, ilgili sivil toplum kuruluşları katkılarının yanında, özel olarak da iller ölçeğinde oluşturulacak ve kamu kesimi ile sivil toplum katılımcılığının ilkece eşit sayıda üye ile temsil edileceği, Su Kaynakları Koruma Kurulları aracılığıyla yerine getirilir. Bu kurullarda görev alacak sivil toplum kuruluşlarından en az birisinin, toprak, su ve orman konularında görev yapan ve ülke çapında örgütlenmiş kuruluşların temsilcilerinden seçilmesi ile TMMOB ve TOBB’den de birer temsilcinin bulunması esastır. Kurulların yapısı ve işleyiş biçimi yönetmelikle düzenlenir. Bu maddede gönderme yapılan sivil toplum kuruluşlarının ne derece “sivil” olacağı tanımdan ötürü şüphe götürür bir konumdadır. Başka bir deyişle 1 TMMOB temsilcisinin karşısına biri TOBB diğeri sermaye STK’larından örneğin TEMA, Doğa Derneği ya da WWF’den olmak üzere 2 tane sermaye temsilcisinin çıkarılacağı anlaşılmaktadır.

Su Kaynakları Koruma Kurulları’nın nasıl işleyeceğini anlatan 10- (1) (d) bendinde “Sulama yatırımları konusunda yerel halkın eğilimlerini ilgililere yansıtmak, sulama yatırımları konusunda özerk ve örgütlü halk girişimciliğini özendirmek” den söz edilmektedir. Görünüşe bakılırsa sermaye STK’ları su kanununun çıkmasını beklemeden “özerk ve örgütlü halk girişimciliğini” bugünden hazırlamaktadırlar.

Kurulların bir başka görevi de su kullanımıyla gerçekleşecek yeşil enerji yatırımları için çevresel değerlendirmeler yaparak, toplum adına kamu kesimine görüş bildirmek olarak belirlenmiştir: Su kullanımıyla gerçekleştirilecek verimli ve ekosisteme uyumlu enerji amaçlı yatırımlar için, çevresel değerlendirmeler yapmak, toplum adına kamu kesimine görüş bildirmek, [Madde 10- (1) (e)].Bu madde, gerek TEMA’nın da asli bileşenlerinden biri olduğu Türkiye Su Meclisi’nin gerekse TEMA, Doğa Derneği ve WWF gibi sermaye STK’larının HES karşıtı yerel mücadelelere neden bu kadar yakın bir ilgi gösterdiklerini de açıklamaktadır. Karşıtlık adı altında yerel halkla sıcak ilişkiler geliştirildikten sonra halkı “her şeye karşı çıkmamaları, kabul edilebilir HES projelerine destek olmaları gerektiğine” ikna etmeye çalışacaklarını bugünden öngörmek yanlış olmayacaktır. Toplum adına devlete görüş aktarma rolü biçilen bu STK’ların tesadüfen belirlenmeyeceği; bu görevin sadece bugün de devletle organik ilişki içinde olan, Devlet projelerinde kar amaçlı işletmeler sıfatıyla görev almış TEMA, WWF ve Doğa Derneği gibi sermaye STK’larına verileceği açıktır.

Su kaynaklarının geliştirilmesi konusunun ele alındığı Madde 14- (1) de “yüzey akışın biriktirilmesini ve tüm akarsuların depolanabilmesiniön gören ‘su hasadı’ amacıyla;

  1. koşulların elverdiği her ortamda depolama tesis ve yatırımlarınıngerçekleştirilmesi,
  2. elverişli alanlarda bu amaçla teraslamaların yapılması, yeraltı sularının doğal ve yapay yollarla beslenmesi ve bu amaçla suni besleme, yeraltı barajlarının inşası,
  3. bu kaynakların verimini artıracak tekniklerin uygulanması, yeraltı suyu barajlarının oluşturulmasıve kontrol altına alınması, yüzey buharlaşmasını azaltacak yöntem ve tekniklerin uygulanması,
  4. zorunluluk olması durumunda havzalar arası su transferlerinin yapılması ve benzeri uygulamalar Devletçe yerine getirilir.

” denmektedir.

Yukarıda başlıklar halinde aktarılan maddeden, bugün sayılarla ifade ettiğimiz ve karşı çıktığımız HES’ler ve barajların bu tasarının yasalaşmasından itibaren istisnasız tüm yüzey ve yer altı sularını kapsayacağı anlaşılmaktadır. Yer altı barajlarının bile gündemde olduğu bu devasa proje havzalar arası su transferlerine de yeşil ışık yakarak sadece TEMA’nın değil; yanı sıra TEMA benzeri bütün STK’ların ve en önemlisi Türkiye’deki su hakkı muhalefetini kendi şemsiyesi altında toplamaya çalışan şirketlerin T.Su Meclisi’nin gerçek yüzünü de ortaya koymaktadır.

Taslağın Madde 18- (7) bendinde yer altı su kaynaklarının korunması yetkisi Bakanlığa (Su Bakanlığı???) verilmekte ve şöyle denmektedir: “Yer altı suyu kullanma belgesi sahipleri su verimini artırmak ve benzeri gerekçelerle yeraltı su yapılarına müdahale edemez ve su yapısını değiştiremez. Bu amaca dönük faaliyetler ancak Bakanlık izniyle yapılabilir.” Bakanlık yetkilendirmesiyle adeta topun taca atıldığı bu düzenlemenin, şirketlerin yer altı sularını talan etmesini engelleme değil kolaylaştırma amacıyla yapıldığı açıkça görülmektedir. Yapılan sadece işlemin çok kolayca alınabilecek bir izne bağlanarak toplumun ikna edilmesi amacını taşımaktadır. Bakanlığın suyun metalaşmasını sağlayan birincil otorite olduğu artık herkesin malumudur.

Aynı maddenin bir sonraki bendinde ise “(8) “Kuyu açan kişi, bulunan suyun ancak faydalı ihtiyaçlarına yetecek miktarını kullanmaya yetkilidir. Bu miktarı aşan sular ile sulama, kullanma ve işlenerek veya doğal hali ile içme suyu olarak satılmak üzere çıkarılan yer altı suları, ilgili kanun hükümlerine göre Maliye Bakanlığı tarafından kiraya verilir!!!” İfadesine yer verildiği dikkat çekmektedir. Bütün kuyuların ve su kullanımlarının kayıt altına alınması suyun alınıp satılabilen bir piyasa malı haline getirilmesinde oldukça kritik bir aşamayı temsil etmektedir. Çünkü bu, hem su arzını hem de su talebini doğrudan ilgilendiren bir durumdur. Maliye Bakanlığı’nın sulama, kullanma ve doğal hali ile içme suyu olarak kiraya verebilmesi ve kira bedellerinin piyasa rayicinde belirlenmesi kullanılan ve geri kalan su miktarlarının bilinmesini, takip edilmesini gerektirir. Dahası, yer altı sularının bütünüyle ticari amaçlarla kiralamaya açılmasıdır. Su ticaretinin ne denli kar getiren bir sektör olduğu anlaşıldığında binlerce su şirketi sektöre giriş yapacak ve bu da yer altı su rezervlerinin hızla yok oluşuna neden olacaktır. Özellikle yer üstü ve yer altı su akışlarının birbirini var ettiği ve beslediği; biri olmadan diğerinin var olamayacağı hatırlandığında bu sürecin ne denli yıkıcı olacağını bugünden öngörmek zor değildir.

Maddenin takip eden (10.) bendinde “Yeraltı sularının gerçek ve tüzel kişilere tahsisi sonrası kullanımında, ön görülen amaca uygunluğun denetimi ve çekilen suyun miktarının kontrolü için, Bakanlıkça belirlenmiş su sayaçlarının takılması zorunludur.” İfadesi yer almaktadır. Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler’in “Kullanan öder” ilkesi yer altı su kaynaklarına da uygulanmakta; illerde evlere takılanların ardından bu kanunla yer altı sularının da kontörlü su sayaçlarıyla kelepçeleneceği anlaşılmaktadır. Maddenin 11. Bendinde sermaye STK’larına ise bu süreçlerin izleyicisi olma rolü verilmiştir.

Taşkın sularla ilgili Madde 19-(6) da “Dere yatakları üzerine her ne sebeple olursa olsun, yapılacak köprü ve menfez gibi sanat yapıları ile dere yatakları üzerinde veya sınırlarından geçirilecek enerji nakil hattı, yol, petrol ve doğalgaz boru hattı, telefon, içme suyu ve kanalizasyon hatları ve benzeri çeşitli kuruluşlarca değişik maksatlı yapılar için proje aşamasında Bakanlıktan uygun görüşü alınarak inşası sağlanacaktır.” İfadesi yer almaktadır. Bu bağlamda dere yatakları üzerine yapılacak yalnızca HES’ler değil her türlü inşaata vize verildiği ve bu vizenin “Bakanlık görüşü(izin bile değil)gibi son derece zayıf, işlevsiz ve göstermelik bir yaptırıma bağlandığı görülmektedir Böylece Su Meclisi’nin HES karşıtlığının da ne denli yapmacık ve gerçek dışı olduğu anlaşılıyor.

Benzer şekilde Madde 19- (7)de de “Akarsu yatağı içinde veya bitişik alanlarda yapılan her türlü madencilik, kum, çakıl ve stabilize malzeme ocağı işletme faaliyetleri Bakanlığın görüşüne uygun olarak yapılacaktır.” denmektedir. Bakanlıktan yalnızca bir “görüş” alma koşuluna bağlanarak dere yatakları içinde ve etrafında her türlü madenciliğe yeşil ışık yakılmaktadır. Bu madde de diğerleri gibi Kanun taslağında zevahiri kurtarmak için kullanılan “su doğanındır” vb. kelimelerin, çevre ve doğa mücadelesi verdiklerini iddia eden sermaye STK’larının inandırıcılıktan ne denli yoksun olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Sulama sularıyla ilgili Madde 20- (1) de “Geliştirilecek sulama projelerinde öncelikle su tasarrufu sağlayan modern sulama sistem ve yöntemlerinin kullanılması esastır.” cümlesi dikkat çekmektedir. Sermaye STK’larının son yıllarda yerelliklerde yeni sulama teknolojilerinin kullanımı için yaptıkları projeler bu madde ile daha bir görünür hale gelmektedir… Yerel halkı sulama suyunun paralı hale getirilmesine alıştırmak için bir tür “ödüllendirme” yönteminin kullanıma sokulacağı anlaşılmaktadır. Bu projelere köylünün başlangıç katkısı ile uygulama başladıktan sonraki düzenli ödeme miktarlarının takip edilmesi ve su kullanımının piyasaya endekslenme sürecinin çok daha yakından izlenmesi su mücadeleleri açısından kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır.

Madde 20- (2) deki tespit ve önerme ise şöyledir: “Gerek dünyada gerekse ülkemizde tüketilen suyun büyük bölümünün sulamada tüketildiği gözetilerek, basınçlı denetimli sulama sistemlerini ülke kapsamında zorunlu olarak uygulamak ve çok zorunlu koşullar dışında kanalet tipi açık sulama yöntemlerini engellemek Bakanlığın görevidir. Bakanlık bu görevini yerine getirirken, Tarım ve Köyişleri Bakanlığının uygunluk görüşünü almak zorundadır.” Taslağın bu maddesinin, sulama sistemleri üreticilerinin kapitalist çıkarları düşünülerek tasarlandığı anlaşılmaktadır. Bu madde BASUSAD gibi basınçlı su sanayicileri derneği benzeri kapitalist yapıların Türkiye Su Meclisi içinde yer alıyor olmasını da anlaşılır kılmaktadır. Basınçlı sulama sistemlerini üreten kapitalist işletmelerin bu üretimlerini amme hizmeti biçiminde yapmayacakları, asıl amaçlarının kar etmek olduğu gayet açık ve herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Öyleyse Bakanlık aslında neyi zorla uygulatmış, neyi önlemiş ve neyi teşvik etmiş olacaktır? Bakanlık tarafından çıkarılacak kanun ve yönetmeliklerle çiftlikler basınçlı sulamaya geçmeye mecbur edilecek, sonuç olarak ta hem tarımsal sulamanın piyasalaşması sağlanmış hem de basınçlı su sistemlerinin üreticilerinin sermaye birikim hızı artmış olacaktır.

Hidroelektrik enerji suyu kullanım kural ve koşulları ile ilgili MADDE 26- (1) de “Ülke su potansiyelinden yararlanarak hidroelektrik enerji üretimi amacıyla tasarlanan her türlü su yapısının etüdü, planlanması, projesi ve gerçekleştirilmesi Bakanlıkça yapılır veya yaptırılır.” denmektedir. Aslında HES’ler bugün de ya doğrudan Bakanlık tarafından yapılmakta ya da özel sektöre verilen Bakanlık lisansları ile “yaptırılmaktadır”. Burada belki de pek çok aktivist ve mücadele açısından asıl şaşırtıcı olan, bu kanun taslağının kendisini HES karşıtı olarak tanıtan Türkiye Su Meclisi’nin asli bileşenlerinden biri olan TEMA’nın katkılarıyla hazırlanmış olmasıdır.

Taslağın “Özendirme” başlığı altındaki MADDE 27- (1) de “Su kaynaklarının korunması, geliştirilmesi ve amaca uygun kullanılmasına yönelik “korumacı ve denetimli tarımsal sulama yapan, suyu verimli kullanan tarla içi geliştirme ve arazi toplulaştırması yöntemlerini uygulayan ve suyu az tüketen ve kurağa dayanıklı bitki deseni tekniklerini gerçekleştiren üretici ve kullanıcılara, 5488 sayılı Tarım Kanunuyla düzenlenmiş olan tarımsal desteklemelerde öncelik tanınır.” denmektedir. Bu tarz teşvikler, Dünya Su Konseyi, Dünya Bankası ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı tarafından suyun metalaşma sürecini hızlandırma amacıyla geliştirilmiş ödüllendirme mekanizmaları arasında sayılmaktadır. TOBB ve TEMA’nın taslağı hazırlarken hangi kaynaklardan feyz aldığı açıkça görülmektedir. Metalaşma sürecini kimler tepkisiz olarak kabul ederse, bu kesimler tarımsal desteklemelerle ödüllendirilecektir.

Aynı maddenin takip eden bendinde ise (2) “Su ekonomisini gözeten ve başta basınçlı sistemler olmak üzere denetimli sulama yatırımı yapan tarım üreticilerine, 5488 sayılı Tarım Kanununun on sekizinci maddesinde sayılan ilkeler gözetilerek, teşvik edici özel destekleme uygulamaları yapılır.” denerek, yeni teknolojileri kullanan çiftçilerin de teşvik kapsamına alınacağı belirtilmektedir. Sayılan bu ödüllendirmelerin, yerelliklerdeki muhalefeti nasıl etkileyeceğini öngörmek zor değildir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME:

Türkiye’deki bütün yasalar her zaman uygulamanın ardından gelmekte, genelde fiili uygulama başladıktan sonra yasaların çıkarılmaktadır. TOBB ve TEMA tarafından hazırlanan su kanunu tasarısı yer altı ve yer üstü suları ile havzaların ticarileşmesini hızlandıracak olması ve bu amaçla dağıtılan HES lisansları, maden arama ruhsatları, yer altı suyu şişeleme izinleri gibi uygulamaların yasa ile desteklenmesi ve muhalefet yapma araçlarını zayıflatması bakımından son derece önemlidir.

Ayrıca, alıntıladığımız maddeler ve bu maddelere getirdiğimiz açıklamalar bu kanun taslağının yasalaşması halinde su kaynaklarının talan edilme sürecinin çok büyük bir hız kazanacağını göstermektedir. Kanun taslağının ortaya koyduğu bir diğer gerçeklik ise TEMA, Doğa Derneği, WWF vb. sermaye STK’larının bu süreçte nasıl bir rol üstlendiklerini açıkça ve bütün boyutlarıyla gösteriyor olmasıdır. Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasası’nın su hakkı mücadelelerinin önüne adeta bir “Truva atı” gibi konduğu, muhalif hareketler bütün enerjilerini bu yasaya karşı çıkma yolunda harcarken onu çok daha aşan bir yıkım yasasının su ve su havzalarının ticarileştirilmesi üzerinden hazırlandığı anlaşılmaktadır. Kanun taslağını hazırlayanın TEMA gibi toplumda STK kimliği ile tanınan, muhalif dili kullanmada son derece usta, doğayı koruma konusundaki iddialarına ülke çapında meşruiyet sağlamış bir kurumun olmasının ise kanunun yasalaşma sürecindeki olası karşı çıkışları zayıflatacağını bugünden öngörmek hiç zor değildir.

SUPOLİTİK ÇALIŞMA GRUBU

26 Nisan 2011

KİP: Sisteme Lanet,Nükleere Hayır! Sevdiklerimizi toprağa koyduk,hergün birkez daha biz de öldük…Yetmedi mi?

İSTANBUL (DİHA) – Çernobil faciasının 25. yılında, Türkiye’de nükleer santral yapılmasına karşı çıkan yaşam savunucuları, İstiklal Caddesi’nde yürüyüş yaparak, “Nükleere hayır” dedi. Yaşam savunucuları, “Çernobil ile bizleri ölüme mahkum ettiğiniz yetmedi mi? Sevdiklerimizi, en güzellerimizi toprağa koyduk, her gün bir kez daha biz de öldük… Yetmedi mi?” diye yetkililere sordu. 

Karadeniz İsyandadır Platformu aktivisti üçbin civarında yaşam savunucusu, Rusya’nın Kiev kentinde 1986 yılında gerçekleşen, çok sayıda insanın yaşamını kaybetmesine neden olan ve yıllarca da etkisi süren Çernobil Nükleer Santral kazası nedeniyle bugün bir kez daha sokaklara çıktı. Taksim Tranway durağında bir araya gelen yaşam savunucuları önce, “Sisteme lanet nükleere hayır”, “25 yıldır ölüyoruz” ve “Nükleer santral istemiyoruz” yazılı pankartları açtı. Buradan İstiklal Caddesi üzerinden Galatasaray Meydanı’na doğru yürüyüşe geçen grup, ellerinde Lazca ve Hemşince “İsyan”, “Nükleer istemiyoruz” ve “Nükleere hayır” yazılı dövizler taşıdı. Yürüyüş boyunca yöresel müzik enstrümanı tulum çalan grup sık sık, “Çernobil’i unutma nükleere bulaşma”, “Katil Çernobil bu kaçıncı ölüm”, “Yaşam isyan özgürlük” sloganları attı. Yürüyüş sırasında İstiklal Caddesi üzerinde yeni açılan alışveriş merkezi Demirören AVM’nin önünden geçerken, “Demirören sıra sana gelecek” diye tepki gösterildi. 

Galatasaray Meydanı’na ulaşan grup burada, sirenlerin çalması ile birlikte Çernobil faciasının patladığı anı anımsatarak, ölüm anını canlandırmak üzere, kısa süreli olarak yerlere yattı. Daha sonra grup adına Karadeniz İsyandadır Platformu üyesi İstanbul Üniversite öğrencisi Emel Çolak açıklama yaptı. Çernobil faciasının dünyayı kasıp kavurduğu günlerde zamanın Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren’in “Biraz radyasyon kemiklere yararlıdır”, Başbakan Turgut Özal’ın “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” dediğini hatırlatan Çolak, devlet tarafından işlenen bu suçun, bütün ölümlere ve bilimsel verilere rağmen kabul edilmediği gibi “küstahça” örtülmeye çalışıldığını söyledi. 

‘Çernobil’in çocukları olarak her gün öldük’

“Nükleer karşıtı olmamız için, Fukuşima’da nükleer kaza olmasına gerek yoktu. Bizler 25 yıldır bu ülkede ‘Çernobil’in Çocukları’ olarak her gün öldük” diyen Çolak, “Sevdiklerimizi, dostlarımızı, yakınlarımızı toprağa koyduk. 25 yıldır her gün, her saat nükleere ve bunu başımıza bela eden sisteme lanet ettik. Bugün bir kez daha, başta nükleer santraller olmaz üzere, yaşamımızı yok eden sözde enerjilere isyan ediyor, bunları başımıza bela eden sisteme lanet okuyoruz. Bizler nükleere karşı çıkarken, iktidara ve şirketlere ne bir alternatif sunuyoruz ne de ‘uzlaşalım’ diyoruz. Çünkü biliyoruz ki, yaşamın alternatifi olmaz” diye konuştu. 

Çolak, açıklamasını “Çernobil ile bizleri ölüme mahkum ettiğiniz yetmedi mi? 25 yıldır, radyasyonlu çaylar, fındıklar, sütler ile öldürüldüğümüz yetmedi mi? Sevdiklerimizi, en güzellerimizi toprağa koyduk, her gün bir kez daha biz de öldük… Yetmedi mi?” diye sorarak, bitirdi. 

(ek-mtç/iya)

Etkin Haber Ajansı / 26 Nisan 2011 Salı, 21:29

İSTANBUL- Taksim Meydanı’nda bir araya gelen Karadeniz İsyandadır Platformu üyeleri, “Sisteme lanet nükleere hayır” yazılı pankart açarak Galatasaray Meydanı’na yürüdü. İstiklal Caddesi boyunca öfkeli bir şekilde yürüyen yüzlerce kişi sık sık “Katil Çernobil bu kaçıncı ölüm”, “Çernobili unutma nükleere bulaşma” sloganlarını attı. Lazca ve Hemşince lolipopların taşındığı yürüyüşün önünde tulum çalındı. Eyleme Alper Taş ve Şevval Sam’da katılarak destek verdi.

Galatasaray Meydanı’nda Platform adına açıklama yapan Emel Çolak, 26 Nisan 1986’da gercekleşen Çernobil nükleer felaketinin üzerinden 25 yıl geçtiğini ve 25 yıldır başta Karadenizliler olmak üzere ölüme mahkum edildiklerini belirtti.

“Çernobil faciasının dünyayı kasıp kavurduğu günlerde zamanın Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren, ‘Biraz radyasyon kemiklere yararlıdır’, Başbakan Turgut Özal ‘Radyoaktif çay daha lezzetlidir’ diyebiliyor; Sanayi Bakanı Cahit Aral ise halkın huzurunda radyasyonlu çay içebiliyordu” diyen Çolak, yılar önce bunları yapan devletin bugün onların üstünü örtmeye çalıştığını söyledi.

Japonya’da yaşanan felaket sonrası Fukuşima’daki patlamalar ve radyoaktif sızıntının etkilerinin hala canlı olduğunu ve dünyada nükleer karşıtlığının hız kazandığını dile getiren Çolak, “Nükleer santralı evdeki tüpgaza indirgeyerek Sinop’a, Mersin’e ve Trakya’ya nükleer santral yapmayı planlayan bu dayatmacı zihniyete boyun eğecek değiliz” dedi

Nükleer karşıtı olmaları için, Fukuşima’da nükleer kaza olmasına gerek olmadığını söyleyen Çolak, 25 yıldır bu ülkede “Çernobil’in Çocukları” olarak hergün öldüklerini, sevdiklerini, dostlarını, yakınlarını toprağa koyduklarını ifade etti.

“Yaşamlarımız üzerinde oyun oynamanıza izin vermeyeceğiz“ diyen Çolak, “Çernobil ile bizleri ölüme mahkum ettiğiniz yetmedi mi? 25 yıldır, radyasyonlu çaylar, fındıklar, sütler ile öldürüldüğümüz yetmedi mi? Sevdiklerimizi, en güzellerimizi toprağa koyduk, her gün bir kez daha bizde öldük… Yetmedi mi?” diye sordu. 

Çernobil’in 25. Yılında, Nükleere Karşı 25 Neden

 
1. Kazalardan kaçınılamaz. Tasarım kusurları, yıpranma, mekanik ve insani hatalar nedeniyle kaza olasılığı yapısaldır. “Yeni” diye pazarlanmaya çalışılan modeller için başka bir deneme olanağı olmadığı için toplum “kobay” olarak kullanılır. Kaza ve sızıntılar, yüksek toplumsal maliyete yol açar ve sınır tanımaz.
2. Yüzbinlerce yıl radyoaktif kalan atıkların zararsız hale getirilmesi mümkün değildir. Atıkların yeraltı sularına, nehirler ve ırmaklara sızma riski yüksektir. Radyoaktif atıkların çevreden yalıtılma masrafları hem bu atıkların kirlettiği alanların, yeraltı suları ve nehirlerin temizlenme çalışması masrafları ve seçilen depolama alanlarına nakliye masrafları hayli yüksektir.
3. Soğutma suyunun geri verilmesi sırasında nehirlerin, göllerin ve denizin ısıl kirlenmesine neden olur ve sudaki canlı yaşama zarar verir. 2-6 C’lik bir sıcaklık artışı deniz ekosistemindeki dengeyi bozar. Denizdeki canlıların neslinin tükenmesine ve denize yayılan radyasyonun balık yoluyla insanlara geçmesine neden olmaktadır. Öte yandan, küresel ısınmaya bağlı olarak suların aşırı ısındığı dönemlerde soğutma işlemi de tehlikeye girer.
4. Normal işleyişi sırasında fark edilmeyen / örtbas edilen sızıntılar nedeniyle, çevresinde radyoaktif kirlilik yaratır. Nükleer santral civarında belirli oranda radyasyon artışı yaşandığı, hava, su, toprak kirliliğine neden olarak canlı yaşamı üzerinde olumsuz etkiler yarattığı bilinen bir gerçektir. Çeşitli şekillerde yarattığı radyoaktif kirlilik hastalıklara, hayvan ve bitkilerde mutasyonlara yol açar. Nükleer santraller bölgedeki tarım, hayvancılık, turizm ve balıkçılık faaliyetlerini bitirir.
5. “Yüksek güvenlik standartları”na rağmen nükleer santraller halen çok riskli bir teknolojidir. Japonya’da olduğu gibi kazalar halen olabilmektedir. %100 güvenli bir nükleer santral bulunmamaktadır. Riski çok büyük olduğu için sigortalanamaz ve finansal riski kamuya yüklenir. Nükleer santrallerin ömrü tamamlansa bile risk devam eder. Nükleer santral kapatılsa dahi, ortalama gücünün %10’u kadar enerji üretmeye devam eder. Bu nedenle bozunum ısısı önemsiz düzeylere düşünceye kadar, reaktörü soğutmaya devam etmek gerekir.
6. Nükleer pazarlayıcıları tarafından toplumsal / çevresel “dışsal maliyetleri” göz ardı edilerek düşük gösterilen nükleer enerji üretim maliyetleri bir yalandan başka bir şey değildir. Güvenlik, bakım-onarım harcamaları yüksektir. Pahalı yakıt kullanılmasının yanında, yakıt zenginleştirme ve atık depolama gibi ekstra masrafları vardır. İlk yatırım ve işletim maliyetleri yüksektir.
7. Deprem, sel ve tayfun gibi afetlerde kaza riski yükselir. Fay hatları yakınına reaktör kurulması ekstra risk yaratır.
8. Teknolojisi, yapım, inşaat ve güvenlik maliyetleri ve süresi çok yüksektir. Yapım süresinin ve maliyetin birkaç katına çıktığına sıklıkla rastlanmaktadır, büyük gecikmeler yaşanır ve zamanında bitmez. Geri ödeme süresi çok uzundur. Kapanan santraller uzun süren söküm aşamasında nükleer atık haline gelir ve söküm maliyetleri çok yüksektir. Kullanılmış yakıt çubukları ve atıklar yerin altında çelik tanklara gömülür. Ancak bu tanklar da 10-15 yıl içerisinde yüksek düzeyli, asidik ve sürekli radyoaktif ışıma sonucunda çatlar ve sızıntı meydana gelir. Tam olarak bir yalıtım ve bertaraf teknolojisi henüz bulunamamıştır.
9. Enerji üretimi verimsizdir (soğutma sırasında büyük miktarda enerji kaybı olduğu için üretilen net enerji miktarı düşüktür). Arızalarda üretim çok uzun süre durur, santral atıl hale gelir.
10. Nükleer enerji denildiği gibi iklim değişikliğine çözüm değildir. Nükleer enerji kullanımından kaynaklanan uranyum madenciliği ve santral inşaatı yüzünden önemli ölçüde sera gazı salımı söz konusu olmaktadır. Sera gazı salınımı iklim değişikliğini ve küresel ısınmayı tetiklemektedir.
11. Uranyum madenciliği ve yakıt üretimi/zenginleştirme aşamalarında sürdürülebilir olmayan kaynak bağımlılığı yaratır. Nükleer yakıt kaynakları sınırlıdır ve birkaç ülkenin kontrolündedir. Nükleer enerjinin kaynağı olan uranyum az bulunan bir kaynaktır. Tahminlere göre dünyadaki uranyum kaynakları talebe de bağlı olarak 30 – 60 yıl içerisinde tükenecektir.
12. Nükleer santraller, endüstriyalizmin ve yüksek teknolojiye tapınmanın en uç noktalarından birini temsil eder. Teknolojiyi elinde tutan, denetleyen ve dağıtan devletlerin gücünü ve bu ülkelere olan bağımlılığı arttırır.
13. Uluslararası güç dengelerinde barışçıl olmayan bir silah olarak kullanılır. Nükleer silahlanmayla, savaşlarla, militarizmle bire bir ilişkisi vardır, askeri ya da sivil reaktörlerin bazı tipleri nükleer silah hammaddesi üretir.
14. Radyoaktif atıkların konvansiyonel silahlar için mermi yapımı, tanklar için zırh plakası yapımı ve nükleer silah yapımında kullanılması riski mevcuttur.
15. Sabotajlara, saldırılara karşı korunma adına asker ve polis denetimini meşrulaştırır.
16. Şeffaf değildir, yatırım kararından silah yapımına, kazalardan atıklara kadar her aşamada gizlilik esastır, radyoaktif sızıntı ve kazalar örtbas edilir. Toplumu ikna etmek için beyin yıkama / rıza yaratma kampanyalarını kullanır.
17. Yapımına antidemokratik süreçlerle, merkezi olarak ve kamuoyunda özgürce tartışılmasına izin verilmeden karar verilir; aynı şekilde yapılır ve işletilir. Özellikle yatırım aşamasında büyük rüşvetler ve “fon”lar döner.
18. Merkezi denetimi zorunlu kıldığı için enerji üretiminde ve dağıtımında merkezileşmeye ve enerji kayıplarına neden olur. Teknokrasinin ve uzmanlar bürokrasisinin egemenliğindeki, halkın aleyhine toplumsal ve ekonomik düzeni pekiştirir.
19. Yüksek düzeyde uzman iş gücü kullanır, yerel ve ulusal düzeyde anlamlı istihdam yaratmaz (kaza sonrası temizlik işleri hariç). Nükleer enerji, ticari teknolojiler arasında en düşük istihdam yoğunluğuna sahip ve üretilen enerji miktarına göre en az iş olanağı sağlamaktadır. Bu istihdam da büyük oranda uzmanlaşmış ve dışarıdan transfer edilecek işgücüne dayanmaktadır.
20. Nükleer santral potansiyel bir atom bombası fabrikasıdır. Nükleer teknoloji şarttır diyen zihniyetin ardında askeri amaçlarla silah ve atom bombası üretme arzusu yatmaktadır. 1945’te Hiroşima’da, Nagazaki’de kullanılan atom bombalarına, geçtiğimiz 10 yılda Lübnan’da, Irak’ta, Afganistan’da halkın üzerine atılan seyreltilmiş nükleer bombalara sahip olma niyeti savaş endüstrisinin ve egemenlerin bitmez tükenmez kar ve iktidar hırslarının sonucudur; insanların ve doğanın katledilmesine yol açmaktadır.
21. Aşırı enerji tüketimine ve masif (büyük miktarlarda) enerji akışına olan bağımlılığı arttırır, enerji yoğunluğunun düşürülmesi girişimlerini baltalar. Tüketim toplumunu, enerji israfını ve kullan at mantığını alternatifsiz hale getirir.
22. Türkiye nükleer santrallere mecbur değildir. Türkiye’deki enerji arz/talep senaryoları 2-3 kat abartılı bir şekilde açıklanmakta, sanal ihtiyaçlar yaratılıp tüketim pompalanıp enerji krizi bahane edilerek sermaye yeni pazarlar açılması hedeflenmektedir. Enerji oburluğu politikalarıyla enerjiye ihtiyacımız varmış gibi gösterilmektedir.
23. Rusya’nın yapmayı planladığı VVER-1200 modeli üniteler, Rusya tarafından yeni geliştirilmiştir. Daha henüz dünyada VVER-1200 model bir reaktör işletme halinde bulunmamaktadır. 3. nesil olarak dile getirilen bu santrallerin güvenilirliği belirsizdir. Akkuyu’da kurulması planlanan 4800 megavatlık nükleer santralin soğutulması için günde kullanılacak yaklaşık 10 milyar litrelik su bölge atmosferinde ve tarım alanlarında, asit yağmuru, ağır metal kirliliğinin yanı sıra buharlaşmadan kaynaklanan atık tuz ve minerallerin çevrede neden olacağı zararlar kaçınılmaz olacaktır.
24. Nükleer santral bahanesiyle Türkiye bir nükleer atık çöplüğü haline getirilmeye, başka santrallerin atıklarda Türkiye topraklarına gömülmeye çalışılmaktadır.

25. Çernobil’i unutamadan, Japonya – Fukuşima felaketini yaşadık…

 

“Acayipleşti havalar
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar
Stronsiyum 90 yağıyormuş
aşa, süte, ete, umuda, hürriyete
kapısını çaldığımız büyük hasrete
Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm
Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya dünyamıza inecek ölüm”
 
Nazim Hikmet RAN

DAVET: 25. Yilinda Cernobil’e Lanet, Nukleere Hayir Yuruyusu!

26 Nisan 1986’da gerceklesen Cernobil nukleer felaketinin uzerinden tam 25 yil geçti. 25 yildir bizler, basta Karadenizliler olmak üzere ölüme mahkum edildik.

Çernobil faciasının dünyayı kasıp kavurduğu günlerde zamanın Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren, “Biraz radyasyon kemiklere yararlıdır”, Başbakan Turgut Özal “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” diyebiliyor; Sanayi Bakanı Cahit Aral ise halkın huzurunda radyasyonlu çay içebiliyordu.

Yıllar önce devlet tarafından işlenen bu suç, bütün ölümlere ve bilimsel verilere rağmen kabul edilmediği gibi üstü küstahça örtülmeye çalışıldı; bugün bu tavır aynı vurdumduymazlık ve pişkinlikle devam etmektedir.

Japonya’da yaşanan felaket sonrası Fukuşima’daki patlamalar ve radyoaktif sızıntının etkileri hala canlı ve dünyada nükleer karşıtlığı hız kazanırken, nükleer santrali evdeki tüpgaza indirgeyerek Sinop’a, Mersin’e ve Trakya’ya nükleer santral yapmayı planlayan bu dayatmacı zihniyete boyun eğecek değiliz.

Yaşam, doğa ve doğadan beslenen kültürler, iktidarların ve şirketlerin topyekün saldırısıyla karşı karşıya… Kapitalistlerin doymak bilmeyen kar hırsı için, Anadolu’ya can veren derelerimiz HES adı altında şirketlere satılıyor; termik santraller, maden aramaları ve sanayi atıklarıyla doğal yaşam zehirleniyor; ormanlar, meralar ve tarım alanları şirketlerce yağmalanıyor… Bugün Çernobil’in etkileri halen devam ederken, Fukuşima ile bir kez daha sarsılıyoruz…

Bizlerin nükleer karşıtı olmamız için, Fukuşima’da nükleer kaza olmasına gerek yoktu. Bizler 25 yıldır bu ülkede “Çernobil’in Çocukları” olarak hergün öldük. Sevdiklerimizi, dostlarımızı, yakınlarımızı toprağa koyduk. 25 yıldır her gün, her saat nükleere ve bunu başımıza bela eden sisteme lanet ettik.

Havamızı, suyumuzu, toprağımızı, tüm canlıları yüzyıllar boyunca radyasyonla zehirleyen Çernobil’in 25.yılında, bir kez daha “Çernobil’e Lanet, Nükleere Hayır!” diyeceğiz.

25 yıldır yaşadıklarımızla, hikayelerimizle, isyanımızla geliyoruz!

Çernobil’i yaşayan, tanık olan, yakınlarını kaybeden insanların katılımlari ve açıklamalarıyla;

Başta nükleer santraller olmak üzere, yaşamımızı yok eden sözde enerji projelerinin ardındaki talan, rant ve somuruye karşı doğayı ve yaşamı savunmak için isyandayız, sokaktayız.

Tarih: 26 Nisan 2011 Salı saat: 19.00

Yer: Taksim Tramvay Durağı (Taksim Meydani)

Karadeniz İsyandadir Platformu

http://www.facebook.com/karadenizisyandadir
http://cernobiliyasamak.wordpress.com
http://www.karadenizisyandadir.org/ 
karadenizisyandadir@gmail.com

KİP: “Gelsin Devlet, gelsin Şirket, gelsin Polis, gelsin Cop, inadına İsyan, inadına Yaşam, inadına Özgürlük”

9 nisan 2011 Cumartesi günü Ankara’da, gerçekleştirilen “Doğanın ve Yaşamın Talanına Karşı Miting”e “Karadeniz isyandadır Platformu” “Yaşam İçin İsyan” Pankartıyla ve Kara-Mavi dövizlerle katıldı. Sabahın erken saatlerinde Kurtuluş Parkı’nda buluşan eylemciler saat 10:30 sularında Toros sokak’a doğru yürüyüşe geçtiler. Saat 11:00′da ise Toros sokak’tan Kolej Meydanı’ndaki miting alanına doğru harekete geçildi.

Sözde “enerji” projelerine, gerçekte yaşamın ticarileştirilmesine karşı yapılan yürüyüş esnasında “Kara Mavi Bayraklar” marşının yanı sıra “Baraj yapma boşuna, yıkacağız başına” “Dereler özgürdür, özgür akacak” “Siz yapın, Biz yıkarız” “İsyan, Yaşam, Özgürlük” “Gelsin Devlet, gelsin Şirket, gelsin Polis, gelsin Cop, inadına İsyan, inadına Yaşam, inadına Özgürlük”sloganları atan Karadeniz İsyandadır Platformu’nun miting alanındaki horonuna katılım büyüktü. 

Suyumuz, madenlerimiz, ormanlarımız, tarım alanlarımız, yasa ve yönetmeliklerle sermaye sahiplerine devredilmesi karşı çıkan binlerce yaşam savunucusu Ankara’da buluştu . Hidroelektrik santral (HES) projeleriyle, termik santrallerle, nükleer santrallerle, maden aramalarıyla, mera, kıyı ve orman kanunlarıyla insanca yaşam hakkımız elimizden alınmasına tepkimizi göstermek için hep birlikte haykırdık.

9 Nisan Cumartesi günü yapılan mitinge doğa savunucularının yanı sıra emek örgütleri ile siyasi partiler de katıldı. Türkiye genelinden gelen yaklaşık 7 bin kişi sabahın erken saatlerinde Toros Sokak’tan “Doğanın ve yaşamın yağmalanmasına karşı yürüyoruz” pankartı açarak yürüyüşe geçti.

Her yaştan yaşam savunucusunun katıldığı yürüyüşte Karadeniz İsyandadır Platformu “Yaşam İçin İsyan” pankartının yanı sıra HES,Termik santrallere,nükleer santrallere, tabiatı bozuk yasalara karşı hazırlamış olduğu dövizleri taşıdı.

Karadeniz İsyandadir Platformu

Kaynak: http://www.karadenizisyandadir.org/ 
http://www.facebook.com/karadenizisyandadir

Tüketici Davranışı ve Yeni Pazarlama Anlayışı: Şirket-STK işbirliğinin itibara etkisi :)

15.08.2004

Yöntem Araştırma 2000 yılından beri GlobeScan tarafından yönetilen ve 20 ülkede her biri yaklaşık 20000 kişiyle görüşülerek gerçekleştirilen üç küresel araştırmanın Türkiye halkasını oluşturuyor. Araştırmalar, kurumsal sosyal sorumluluk, küresel trendler ve çevrecilikle ilgili geniş bir alanı kapsıyor ve arka planda sürdürülebilirlik yer alıyor. Globalmonitor, bu üç araştırmanın belli bir bağlam içinde eklemlenmesinden oluşuyor.

Kurumsal sosyal sorumluluk kapsamında gerçekleştirilen ve şirketlerin sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmaları halinde, bunun taraflara kazandırdığı itibarı ölçen araştırma sonuçları ilginç bulgular içermektedir.

Dünya kamuoyunun %72’sine göre şirketlerin, spesifik bazı sosyal sorunları çözmek için sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmaları, bu şirketlere duyulan saygıyı arttırmaktadır. Buna karşılık dünya kamuoyunun ancak %46’sına göre, sivil toplum kuruluşlarının bazı hedefleri gerçekleştirmek için şirketlerle işbirliği yapmaları bu kuruluşlara itibar kazandırmaktadır. Özetle, böyle bir işbirliği, şirketlere duyulan saygıyı, sivil toplum kuruluşlarına duyulan saygıdan daha fazla arttırmaktadır.

Analizimizi gelişmiş ve gelişmekte olan pazarlar açısından sürdürürsek ortaya çıkan tablo ilginçtir. G.1 ve G.2 gelişmiş ve gelişmekte olan bazı ülkelerdeki durumu göstermektedir. Dikkat edilirse, tüm ülkelerde, anılan işbirliği, şirketlere olan itibarı daha fazla arttırmaktadır. Ancak, gelişmiş ülkelerde şirketlerle sivil toplum kuruluşlarına olan itibarın etkisi arasındaki fark, gelişmekte olan pazarlardaki anılan farka göre daha fazladır.

O kadar öyle ki, örneğin Türkiye’de bu fark neredeyse ortadan kalkmıştır. Yani işbirliği yapmaları halinde sivil toplum kuruluşları da şirketler kadar itibar kazanmaktadırlar. Çin ve Rusya’yı bir yana koyarsak diğer gelişmekte olan pazarlarda, sivil toplum kuruluşlarının kazandığı itibar şirketlerin kazandığı itibara yaklaşmaktadır.

http://www.marketingturkiye.com/yeni/Yazarlar/Yazar_Detay.aspx?id=309

Türkiye’nin felaketi bu şirketlerin elinden olabilir

Türkiye’de nükleer tesis kurmak için ihaleye girmiş olan şirketlerin geçmişleri, insanı zerre umursamadan sadece kârlarını gözettiklerini apaçık ortaya koyuyor. İnsan, “Bunlar buraya nükleer tesis kurarsa gerekli önlemleri nasıl alacaklar?” diye sormadan edemiyor.

Türkiye’de elektrik üreten bir nükleer enerji santrali tartışması ve planları 1965’ten beri devam ediyor. 46 yıl önce “Atom Enerjisi Komisyonu İkinci Beş Yıllık Plan” başlıklı belge ile ilk adımı atılan nükleer enerji ihalesi ve tartışmalarına Silifke’nin 60 km batısındaki Akkuyu’nun seçilmesi ile ilk somut adım atılmış oldu. Santral inşaatı için karar verilen yere bekçi olarak girenler ve emekli olanlar bile oldu.

Mersin Akkuyu’da gerçekleştirilmesi planlanan santral Rus-Türk ortaklığında Park Teknik (Ciner Grubu) ile Atomstroyexport (ROSATOM’a bağlı Atomenergoprom’un alt şirketi) girişimine ihale edildi. Nükleer enerji için açılan ve iptal edilen sayısız ihaleden sonra AKP iktidarı Japonya’daki nükleer felakete rağmen santrali kurmakta kararlı olduğunu söylüyor. Özellikle son dönemdeki nükleer enerji santrali ihalelerine giren firmalar ve bağlantıları, geçmişleri dikkat çekici. İşte Nükleer enerji ihalesine daha önceden giren konsorsiyumlardan ve Türk ortaklardan bazıları :

AECL (Kanada), Bayındır, Gamma ve Güriş Konsorsiyumu:
1959 yılında kurulan Gama Holding 1980 yılından itibaren faaliyetlerinin yoğunlaştığı GAP coğrafyasını Ortadoğu, Rusya, Kafkaslar, Balkanlar, Türkî Cumhuriyetler, Güneydoğu Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa’ya doğru genişletiyor. Çimento ve doğalgaz başta olmak üzere turizm, emlak, madencilik ve uluslarası ticaret faliyetleri de gösteriyor.

Akkuyu nükleer santrali ihalesine giren Gama şirketi aynı zamanda Philipp Holzman (Alman) ve Stabgo’yla (Avusturya) birçok köyün su altında kalmasına neden olan Birecik Barajı ihalesini almıştı. Gaziantep (Nizip, Yavuzeli, Araban), Şanlıurfa (Birecik, Halfeti, Bozova) ve Adıyaman’da (merkezi ve Besni ilçesi) 12 köy ve Halfeti ilçesinin bir kısmı da barajdan etkilendi. 31 köyde tarlalar ve tarım toprakları sulara gömüldü. Barajdan dolayı 30 bin kişi etkilendi ve yaşam koşullarını değiştirmek, göç etmek zorunda kaldı. 2 milyon 40 bin metrekare üzerindeki Zeugma antik kentinin yüzde 25’i Birecik barajının suları altında kaldı.

NPI (Nuclear Power International / Alman Siemens ve Fransız Framatome), Garanti, Koza ve Tekfen Konsorsiyumu:
Siemens, Power Generation adıyla atom reaktörleri ve enerji santralleri üretiyor. Ekolojik anlamda katliam yapan çeşitli baraj projelerine jenaratörler ve tribünler yapıyor. Ürettiği jeneratörleri ve tribünleri genelde üçüncü dünya ülkelerine satıyor. Dünyanın en büyük hidroelektrik santral projelerinden birisi olan ve 1,5 milyon insanın göç etmesine neden olan, Çin’de bulunan Üç Geçit barajını Siemens yaptı. Ayrıca 50 bin kişinin göç etmesine ve buna direnen birçok insanın üzerine ateş açılarak öldürülmesine neden olan Hindistan’daki Maheshwar barajı da Siemens’in büyük projelerinden. Siemens, 1970’lerde ve 1980’lerde Arjantin, Brezilya ve İran’da askeri amaçlı kullanılacak atom reaktörleri için askeri iktidarlarla yakın ilişki içerisine girmesiyle biliniyor.

Siemens Irak’ın sözde yeniden yapılandırılması için 50 milyon dolarlık yatırım yaptı ve her gün kazandığı ihale sayılarını artırıyor. Her dönem zalimden yana olan, geçmişte Nazi işbirlikçisi olduğu bilinen Siemens, Saddam döneminde de yönetime 1,8 milyar dolar para aktarmıştı.

NPI ortaklığı Akkuyu’daki nükleer santralin fay hattına çok yakın olması gerçeğini örtbas etmekle suçlanmıştı. Avrupa’nın çözüm bulamadığı nükleer atıklarının, Türkiye’ye yollanması ve Toroslar’da depolanması şeklindeki harikulâde fikri de bu konsorsiyum ortaya atmıştı.

Westinghouse-Mitsubishi (ABD-Japonya), Enka ve Günal Konsorsiyumu:
Mitsubishi Corporation Kimyasallar, petrol, elektronik, telekomünikasyon gibi alanlarda faliyet gösteriyor ve Mitsubishi otomobil hisselerinin yüzde 8’ine sahip. ABD’deki ekolojistler 1989’da Mitsubishi ürünlerini, Güneydoğu Asya, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Sibirya’da yağmur ormanlarını katlettiği için boykot etmişlerdi.

Türkiye’nin en büyük inşaat ve taşeron şirketlerinden biri olan ENKA, TEMA üyesi olan patronu Şarık Tara’ya rağmen, yol yapımı için milyonlarca ağacı kestikten sonra yol kenarı ağaçlandırma ihaleleri alan, “cin” bir şirket.

Kütahya Seyitömer, Sivas Kangal, Ankara Çayırhan termik santrallerini yaptı. Termik santrallerin bacasından yayılan küller nedeniyle Seyitömer termik santralinin bulunduğu Yoncalı ve çevresinde yaşayan hemen herkes akciğer ve solunum yolu rahatsızlıklarından şikayet ediyor. 1973’ten beri faaliyette olan Seyitömer Termik santrali, Tunçbilek termik santrali ile birlikte Kütahya’nın üzerine bulut halinde çöken zehirli gaz ve parçacıklarının sorumlusu. 2003’te birçok insan solunum rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetmişti. Santralin filtre yenileme ve 34 trilyon ederindeki kül barajı oluşturma çalışmalarına 2005 yılında başlandı.

ENKA Kemerköy, Tunçbilek, Yatağan, Yeniköy termik santrallerini yaptı. 1983 yılında faaliyete geçen Yatağan Termik santrali bölge halkının sağlığını etkilediği ve ölüm saçtıgı için hep gündemde oldu. 1980’lerden itibaren açılan davalarla bölge halkına yüklü tazminatlar ödemek zorunda kaldı. Termik santralden yayılan kükürtdioksit nedeniyle üst solum yolu enfeksiyonları bölge halkında en sık görülen rahatsızlık.

Akkuyu Nükleer ihalesini alan konsorsiyumdaki Rus şirketin İran ve Çin’deki nükleer çalışmaları biliniyor. İran’ın teknik aksaklıklar nedeniyle nükleer tesislerini 15 gün çalıştıramaması ve ödemeler konusundaki sıkıntılar nedeniyle Rus firmanın hizmeti aksatması basına yansıyan haberler arasında. Rus Atomstroyexporti esas olarak yüzde elli hissesi Rus gaz tekeli Gazprom’a ait olan bir şirket ve Bulgaristan Belene Nükleer Santral ihalesini kazanmasına rağmen Avrupa Enerji komisyonu tarafından bu santral ihalesine teknik onay verilmiyor.

Rus şirketin konsorsiyumdaki yerli ortağı Par Teknik ise daha çok Ciner grubu olarak bilinen ve son 15 yıl içerisinde özelleştirmeler ile büyüyen, ATV-Sabah çıkışı ile yerini sağlamlaştıran fırsatçı bir şirket. Esas faaliyet alanları medya, sanayi, maden, ticaret ve enerji olan firma son dönemde adını Afşin-Elbistan’daki Çöllolar Kömür Sahası’nda medana gelen ve 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan kaza ile duyurmuştu. Hiçbir teknik önlem alınmayan, teknik denetimden uzak işletilen kömür sahasında göçük altında kalan işçilerin ve mühendislerin cesedlerine hâlâ ulaşılamadı. Ciner grubu 28 yıllığına aldığı Afşin-Elbistan’daki Çöllolar Kömür Sahası’nın işletme hakkı sayesinde Türkiye’nin kömür rezervinin yüzde 40’ını eline geçirmiş durumda.

(soL – Ekonomi)

Suya dair birkaç söz… M. Utku ŞENTÜRK

Bir kez daha takvim yaprakları 22 Mart’ı gösterdi; yani “Dünya Su Günü”. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 1992 yılında Rio de Janerio’da düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda dünyada suyun giderek artan öneminden dolayı her yıl 22 Mart gününün “Dünya Su Günü” olarak kutlanmasına karar vermiştir.

Ortaya çıkışı, BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nın sonuç metni olan Agenda 21’in su kaynaklarının gelişimi ile ilgili 18. bölümüne dayanan Dünya Su Günü, suyun önemi ile ilgili bilincin geliştirilmesi ve Agenda 21’de sunulan önerilerin uygulanmasının sağlanması için, bütün ülkelerin ulusal düzeyde konferans, seminer, sergi, yayın ve doküman dağıtımı gibi bir dizi etkinlik yapmasını teşvik etmeyi amaçlamaktadır.

Su hiç de ‘sudan ucuz’ değil!

‘Sudan ucuz’, ‘sudan bahane’, ‘havadan sudan konuşmak’ vb deyimler toplumumuzda suyun sınırsız, ucuz ve önemsiz bir kaynak olduğu izlenimini vermektedir. Ancak su sanıldığının aksine hiç de ‘sınırsız’ bir kaynak değil, hele ki bu coğrafyada; Türkiye su zengini bir ülke değildir. Kişi başına düşen yıllık su miktarına göre ülkemiz su azlığı yaşayan bir ülke konumundadır. Kişi başına düşen yıllık su miktarı 1652 m3 civarındadır. (DSİ)

Su varlığına göre ülkeler aşağıdaki şekilde sınıflandırılmaktadır: 

  • Su fakirliği: Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1,000 m3’ten daha az.
  • Su azlığı: Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 2,000 m3’ten daha az.
  • Su zenginliği: Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8,000 -10,000 m3’ten daha fazla.

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) 2030 yılı için nüfusumuzun 100 milyon olacağını öngörmüştür. Bu durumda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının 1,120 m3 yıl civarında olacağı söylenebilir.

Su fakirliğine doğru koşar adım gidişe ek olarak ne yazık ki Neoliberal politikalar ile su kaynaklarının tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de özelleştirme furyası ile talan edilişi ile ‘ucuz’ ve ‘önemsiz’ bir kaynak olmadığını görüyoruz.

Su, dünyamız için yaşam kaynağıdır. Dünyanın ‘Küresel Isınma’ felaketinden dolayı, giderek daha fazla su sıkıntısı çekeceği gerçeğini de bilim insanları dile getirmekte. Buna ilaveten yakın bir gelecekte, dünyada su savaşlarının kaçınılmaz olacağı da belirtiliyor!

Bunu derken biraz da 90’lı yıllardan itibaren Dünya Bankası öncülüğünde bir kamu malı olan su kaynaklarının özelleştirilerek yağmalanmasının gündeme gelişini göz önünde bulunduruyor olsa gerek. Zira bugün ülkemiz de dahil olmak üzere tüm dünyada tatlı su kaynakları birer birer şirketlerin eline geçiyor. Bu yüzyıldaki su savaşları askerle değil, tatlı su kaynaklarının özelleştirilmesi, şirketlerin özellikle de çok uluslu şirketlerin eline geçmesi yoluyla başlamış durumdadır. Geçmişten günümüze savaş sebebi olan, toprak ve yer altı zenginliklerinin son dönemlerde yerini suya bırakacağı gözüküyor. Ortadoğu için güncel bir konu olan su çekişmeleri Türkiye, Irak ve Suriye’yi daha çok ilgilendirmektedir. Dolayısıyla da stratejik bir kaynak olarak su, her geçen gün daha çok önem kazanmaktadır.

11 Eylül 1990’da Newyork Times’te çıkan bir habere göre su kaynaklarının iktisatlı kullanılmaması ve tedbir alınmaması durumunda 2025 yılında 37 ülkede ciddi kuraklık yaşanacağı tahmin edilmektedir. Şu anda bile, sağlıklı ve temiz suya erişimin çok zor olduğunu gösteren veriler var: 1.2 milyar insan, yani (dünya nüfusunun altıda biri) temiz sudan yoksun. 2.6 milyar insan ise (tüm dünya nüfusunun üçte biri), çok sağlıksız koşullarda. 400 milyon çocuğun, (tüm dünyadaki her beş çocuktan biri) temiz ve sağlıklı suya erişimi yok. Bilim insanlarına göre, ‘dünyanın yedek su deposu’ sayılan buzulların erimesi ve denizlere karışması, yakın gelecekte susuzluğa yol açacak. Bu erime, ‘Küresel Isınma’ ile açıklanıyor. Buna neden olan “karbondioksit” salınımının yüzde 31’ini ABD, yüzde 28’ini Avrupa, yüzde 13′ ünü Rusya üretmekte, yani ‘karbondioksit’ in yüzde 73’ünü, bu üç büyük kapitalist merkezi üretmekte.

Suya kapitalist tehdit

Eko-Sosyalist Michael Löwy’nin de dediği gibi su giderek daha kıt ve kirletilmiş hale geliyor. İnsanlar su içtiklerinde ve musluklarını açtıklarında bu sorunu yaşıyorlar. Kapitalizmin hayatın temel kaynaklarından birini, suyu tehdit ettiğine dair giderek büyüyen bir kavrayış var. Kentlerde su dağıtımının kamulaştırılması talebi çevresinde gelişmeye başlayan hareketler ortaya çıktı. Örneğin Fransa’da, yerel yönetimin suyu özel işletmelere satıldı ki bu da fiyatları yükseltti ve suyun kalitesini düşürdü.

İkisi aynı anda oldu. Dolayısıyla giderek daha fazla insan su dağıtımının yeniden kamulaştırılması için mücadeleye katılma ihtiyacı duyuyor. Fransa’da tartışma konusu olan sorunlardan biri de su dağıtımı özel şirketlerin elinde mi kalacak, yoksa yeniden bir kamu hizmeti mi olacak?

Su konusunda ayrıca kapitalist tarımın suyun fantastik biçimlerde israf ettiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Suyu her zaman halka yönelik olmayan ürünler için, sınai ihtiyaçlar için kullanıyor. Dolayısıyla tarım modelini değiştirmeye, daha biyolojik yoğunluklu hale getirmeye yönelik mücadeleler de var. Yani su gerçekten de politik bir sorun; ekolojik ve toplumsal sorunları birleştiriyor.

Su ve arıtmanın ulus ötesi şirketlerin eline bırakılması kapitalizmin yıllardır yapısal krizini çözmek için kullandığı araçlardan biri. Sonuç: Öncelikle yoksulların yaşam hakkının ihlali.

Her gün dünyada 3 bin 800 çocuk sağlıklı suya ve atık su sistemine erişimden yoksun olmakla bağlantılı hastalıklar nedeniyle ölüyor.

Ama mücadele edip kazananlar da var. Bolivya’da halk, suyuna el koyan büyük şirketleri korkuttu; buna izin veren hükümeti devirip attı; ardından da şirketleri kovdu.

Güney Afrika’da yoksullaştırılan halk, örgütlenerek su hakkı için mücadele ediyor; ‘apertheid’ı en iyi bilenler olarak ‘Özelleştirme ayrımcılıktır’ diyor.

Su hakkıyla ilgili olarak genelde üç temel talep sıralanmaktadır:

  1. Su hakkı insan hakkıdır. Bu haktan kesinlikle vazgeçilmemelidir.
  2. Su kaynaklarında ve kullanımında kamu mülkiyetinden vazgeçilmemelidir.
  3. İnsanca yaşam için gerekli temiz su miktarı ücretsiz olarak verilmelidir.

Su sorunu temelde Kapitalizm’in kaynakları yağmalanması, her şeyi metalaştırıp paraya çevirmesi ile ilgili bir sorun. Kapitalizm tasfiye edilmeden bu sorun tamamı ile çözümlenemeyecek. Zira Kapitalizm insanlığa karşı bütün suçların ana sorumlusudur. Ancak Bulutsuzluk Özlemi’nin sevilen şarkısında da denildiği gibi ‘çelişkiler keskinleşsin diye’ böyle geçmesin ömrümüz istiyorsak Kapitalizm’in tasfiyesini beklemeden elimizden ne geliyorsa bugünden tezi yok yapmalıyız…

Gazeteci-AB ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Kaynak: Günlük

“Patron Duyarlılığı?” E. Ali Aydın (Haber Fabrikası)

EDİTÖR’den- Kapitalizmin dünyayı şekillendirme iddasının en büyük kanıtı, dünyanın döngüsünü doğal süreçleriyle buluşturma hevesinde olanları kendine eklemleme becerisi. Dünya üzerinde ‘ekolojik duyarlılığın’ militan aktörleri olarak işe başlayan yeşilbarış (greenpeace) hareketi de zamanla oluşan yeşil ekonominin CEO’ları olmuştu. Üye sayılarının çok üzerinde bir başarı sağlayan ve kitlelerde karşılık bulan bu oluşum, zamanla büyük şirketlerde ‘ekolojik danışman’ olarak işe girmek için bir referans kaynağı oldu. Eskinin militan çevrecilerinin çoğu stajını tamamlayıp buğdaydan benzin yapılması gibi ‘süper’ fikirlerin rantına ortak oldu. Hareket birçok çevre olayına müdahil olsa bile gençliğin romantize edilmiş bir orta sınıf mecarası olarak anılıyor şimdilerde. Tıpkı çevrecilerin Avrupa’da politik arenada gördüğü türden bir ‘gaz alma’ mekanizmasına dönüştüler.

Yeşil ekonomi denen yeni bir pazarın oluşmasına ve doğal kaynakları kara tahvil eden şirketlere yeni bir gelir kalemi oluşmasına yardım eden yeşilbarışçılara katılmak kariyer planı yapanların ajandasına kayıtlı. Faaliyetleriyle doğal dengeyi bozanlar, yaşam alanlarını yok edenlerin son 10 yılda yarattığı bir sektör. Bak dünya yok oluyor, bizim arabaya bin.

Patron Duyarlılığı

Türkiye’de ise 90′larda kurulan TEMA tam anlamıyla bir patron/sermaye kuruluşudur. TEMA sanayicilerin ve yatırımcıların yarattığı tahribata karşı oluşan radikal çevreci mücadelelerin gazının almak, kamuoyunu maniple edilmek için kurulmuştur. TEMA öyle bir vakıftır ki, hepsi iş insanı olan yöneticilerinin HES projelerinden birkaçını kapmış olabilir. Vakıf yetkililerinin yaptığı kimi açıklamalarda nükleer’e karşı olmadıkları biliniyor.

400000 üyesi olduğu söylenen bu vakfın, 15 yıldır süren çevre-doğa yağmasına karşı mücadele eden insanlara destek verdiği pek görülmez. Patronların oluşturduğu bir vakfın duyarlılığı da bu kadar olur.

Mücadele İsyan Gerektirir

Karadeniz İsyandadır Platformu gerçek bir mücadele birliğidir. İktidarın rant dağıtım aracı olarak kullandığı HES’lere karşı hayatlarını savunan yöre insanlarının bir araya geldiği gerçek bir hareket. Egemenlerin yönlendirdiği sarı çevrecilere değil, yaşadıkları çevrenin yok olmasıyla sınanan insanlara destek verilmeli.

Platformdan Mustafa Cevdet Arslan’ın yazdıkları muhakkak okunmalı. /E. Ali Aydın

Gerçeği savunmak için. ( https://ekolojiagi.wordpress.com/2011/02/09/tema-kocaman-sirketlerin-kocaman-vakfi-sermaye-cevreciliginin-ana-temasi/ )

http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=9781

Suyun Ticarileştirilmesi Ne Demektir?

Su, dünyanın var oluşundan bu yana canlıların ihtiyaç duyduğu yaşamsal, vazgeçilmez bir doğal kaynaktır. Yakın tarihe kadar, herkese yeter ölçüde ve erişilebilir durumda olduğu için, doğanın bize karşılıksız sunduğu, sınırsız bir kaynak gibi görülmüştür. Çünkü gerçekten de su, kendi döngüsü içinde yenilenen ve tükenmeyen bir kaynaktır. 
 

Ancak kapitalist üretimle birlikte su farklı bir anlam kazanmış, yalnızca yaşamsal ihtiyaçları karşılayan bir kaynak olarak görülmekten çıkmış, kâr için yapılan kapitalist üretimin bir girdisi olmuştur. Günümüzde kapitalist üretimde kullanılan su miktarı çok artmış durumdadır çünkü sanayide temiz su kullanımı son derece yaygındır. Bu nedenle su kaynaklarının sınırsız görüntüsü kaybolmaya başlamıştır. Üretimde kullanılan temiz su kirletilmekte ve sonra çoğu zaman arıtılmadan yeniden doğaya salınmaktadır. Bu da eldeki temiz su kaynaklarının da kirlenmesine neden olmaktadır. Kapitalist üretimden elde edilen kârın artırılması için her geçen gün daha fazla temiz su tüketilmektedir. Sanayinin yanı sıra, kapitalizmin emek gücü ihtiyacını karşılamak üzere oluşan modern kent yerleşimleri de temiz suyun buralara taşınmasına ihtiyaç duymaktadır. Tarımda kullanılan yeni kapitalist teknikler de toprağı kuraklaştırmakta ve daha fazla sulamayı gerektirmektedir. 
 

Gelinen durum, su kaynaklarının sınırsız olmadığının ve kirletildikçe tükendiğinin fark edilmesine yol açmıştır. Bu da dünyadaki tüm kaynakların olduğu gibi su kaynaklarının bölüşümünün de önem kazanması demektir. Kapitalistler, kâr odaklı yaptıkları üretimde kullandıkları suyun payının artmasını, evsel kullanım suyunun payınınsa azalmasını talep etmektedirler. Su kaynaklarının bölüşümünün bu yönde değişmesini sağlamak için, suyun alınıp satılır bir mal olması, diğer tüm metalar gibi suyun fiyatının da piyasada belirlenmesi gereklidir.
 

Suyun ticarileştirilmesi, suyun, fiyatı piyasada belirlenen bir meta olması demektir. Ancak bu gerçekleştirilirse suyun arz-talep dengesi kurulacak; her talep eden, suyu arza göre belirlenen aynı fiyattan alacaktır. Yani suyu, üretimde kullanacak ve kâr elde edecek olan kapitalist de yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için kullanacak halk da aynı fiyattan satın alacaktır. Bu adil olmayan durumda, tabii ki yoksul halk yüksek fiyatları karşılayamayacak ve daha az su kullanacaktır. Böylece evsel su kullanımı kısıtlanacak, buradan artan su kaynakları kapitalistlere sunulabilecektir. Ve tabii ki vahşi kapitalizm açısından, bu durumun, suya erişimi olmayan halkın arasında hastalıkların yayılmasına ve ölümlere yol açacak olması hiç önemli değildir. 
 

Tüm bu sebeplerden, suyun ticarileştirilmesi kapitalist sınıfın bütünü için bir ihtiyaçtır ve önem taşımaktadır. Suyun ticarileştirilmesinin bir yöntemi, su kaynaklarının ve hizmetlerinin özelleştirilmesidir. Bu özelleştirmeler bazen hükümetler, bazen belediyeler eliyle yapılmaktadır. Su kaynaklarının özelleştirilmesi için bulunan yöntem, suyun kullanım hakkının belli bir süreyle özel bir şirkete satılmasıdır. Böylece su kaynaklarının satılmadığı, bunun özelleştirme olmadığı iddia edilmekte; buna “kamu-özel ortaklığı” adı verilmektedir. Uluslararası sermaye için, su çok kârlı bir yatırım alanıdır artık. Su, vazgeçilmez bir ihtiyaç ve üretimin de önemli bir girdisi olduğu için, suya talep hiçbir zaman tükenmeyecek, hatta gittikçe artacak; bu yüzden de suyun piyasa fiyatı gittikçe yükselecektir. Bu yüzden de su kaynakları için açılan yeni özelleştirme alanları, dünyadaki büyük tekellerin iştahını kabartmaktadır. 
 

Dünyada su özelleştirmelerinin çok ilginç yansımaları olmuştur. Nehirler satılmış, kıyılarına silahlı bekçiler dikilerek köylülerin kendi köylerindeki nehirlerden yararlanmaları engellenmiştir. Şehirlerde, şebeke suyuna ödeyecek parası olmayan halkın yağmur suyunu toplaması bile yasaklanmıştır. Temiz su kaynakları şişe su şirketlerine satılmıştır. Şehirlerin şebeke suyu hizmeti özel şirketlere devredilmiş; büyük kentlerin suya erişimi, devralan şirketin kârlılığına bağlanmıştır. Üstelik elektrik özelleştirmelerinde de karşımıza çıktığı gibi, su kaynaklarını devralan özel şirkete fiyat garantisi verilmesi, otomatik zam tarifeleri ve kontörlü su sayaçları da uygulamalar arasındadır.
 

Bu kârlı alandan su şirketlerinin elde edeceği kazanç tahmin edileceği gibi çok büyüktür. Ancak suyun ticarileştirilmesinin tek yöntemi, özelleştirme değildir. Dünyada, devlet kurumlarının da tıpkı özel şirketler gibi, uluslararası ölçekte suyu pazarladığı, bundan kâr elde ettiği görülmektedir. Türkiye’de de DSİ böyle bir kurum olmaya adaydır. Yani ister özel sektör eliyle, ister devlet eliyle, ister bunların ortaklığıyla olsun, suyumuz hızla ticarileştirilmektedir. 
 

Suyun ticarileştirilmesinin ideolojik altyapısını hazırlayan, toplumu bu fikre alıştırmaya, oluşabilecek tepkileri azaltmaya çalışan, tüm bu ticarileştirme sürecinin uluslararası ölçekte planlamasını yapan kurum, 1996’dan bu yana Dünya Su Konseyi’dir. Dünyada ve Türkiye’de suyun ticarileştirilmesi yönünde atılacak adımları planlamak üzere Dünya Su Forumu’nun beşincisi Mart 2009’da İstanbul’da yapılacaktır. Bu ticarileştirme saldırısına dur demenin yolu, suyumuzu çalan kapitalist sınıfa karşı halkın tepkisini örgütlemek ve Dünya Su Forumu’na halkların cevabını vermektir. 

Sayı 7 Su Sayfa5-6 İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

http://www.ivmedergisi.com/suyun-ticarile%C5%9Ftirilmesi-ne-demektir.html

Sulandırılmış Tarım – Uygulanan Sulu Tarımın Gerçek Yüzü

Sulama açısından değerlendirildiğinde, tarımsal üretim sürecinde farklı iki modelden söz edilebilir.

•    Kuru Tarım (Ekstansif Tarım)
•    Sulu Tarım (İnstansif Tarım)

Kuru tarım modelinde ürünlerin yetişmesi ve verimlilik oranı tamamen iklim koşullarına bağlıdır. Bu bağımlılık yüzünden tarımsal üretim miktarı yıldan yıla büyük farklılıklar gösterebilir. Sulu tarım ise sulama ve gübreleme odaklıdır. Bu üretim tarzında dalgalanma daha azdır. Bu durum sulu tarımı avantajlı gösterse de işin iç yüzü biraz daha farklıdır.
 
Sulu tarım bitkilerin ihtiyaç duydukları ve doğal yollardan erişemedikleri suyun, ihtiyaç duydukları dönemde ve gereken miktarda yapay olarak verilmesidir. Bu yöntem sulama esaslı olup irdelenmesi gereken noktalar uygulanan sulama yöntemindeki hatalar, bilinçsizlik ve sulu tarım için gerekli olan drenaj sisteminin gözardı edilmesi olarak sıralanabilir.

Sulu Tarımın Yeşillenmesi

1950’lerin sonuna doğru tüm dünyada ‘insanlar aç kalacak, kıtlık olacak’ propagandası yapılarak Yeşil Devrim uygulamaya sokulmuş ve bir anda baraj ve sulama projelerinde patlama yaşanmıştır. Tarımda uygulanan yeşil devrim, ABD’nin Dünya Bankası aracılığıyla yoksul ya da başka bir deyişle azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere büyük baraj projelerini dayatması sonucunu doğurmuştur. Öyle ki 1965’te ABD Hindistan’a sulu tarıma geçmediği taktirde buğday satışının durdurulacağı tehdidinde bulunmuştur. Sadece adı yeşil olan, aslen tüm dünya halklarının geleceğini karartan bu devrim yalnızca sermayeye yaramıştır. Bu sayede büyük bir rant kapısı aralanmış, tüm kamu sektörünün olduğu gibi suyun da özelleştirilmesinin önü açılmıştır. Bu sözde yeşil devrimin çiftçiye, üreticiye yansıması ise daha fazla yoksulluk, yoksunluk, sürgün ve yokoluş olmuştur.
 
Uygulanan Sulu Tarımın Gerçek Yüzü

Tüm dünyada kullanılabilir su rezervlerinin %70’i, ülkemiz su rezervlerinin ise %72’si tarımda kullanılmaktadır. Rakamlardan da anlaşıldığı üzere kullanılabilir su kaynaklarının büyük bir kısmı tarımda tüketilmektedir. Ancak tarımda kullanılan su, gerek tarımsal alana iletilmesi, gerek iletildiği alandaki bilinçsiz ve kontrolsüz kullanımı, gerekse de büyük baraj göllerinde tutulması yüzünden oluşan yüksek miktardaki buharlaşma nedeniyle büyük kayıplara uğramaktadır. Öyle ki tarımsal alandaki sudan yapılacak %10’luk tasarrufun tüm susuzluk tehlikesini ortadan kaldırabileceği söylenmektedir.

Aşırı su kullanımını tetikleyen diğer bir unsur da bulunduğu ortama iyi uyum sağlayan, doğal yollarla beslenen, kuraklıktan fazla etkilenmeyen yerli tohumun terkedilerek, onun yerine, çok fazla suya, gübreye ve tarımsal ilaca ihtiyaç duyan ithal hibrit tohumuna geçilmiş olmasıdır. İthal tohuma geçilmiş olması büyük tohum, kimyasal gübre ve tarımsal ilaç devlerinin ülkemizde hem de tarımsal alanlarımızda fabrikalaşmasına sebep olmuştur. Bursa’daki tarımsal arazide fabrika kuran ithal tohum devi Cargill bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Bilindiği gibi büyük sulama projelerinin arkasında büyük tekeller, ABD-AB’nin desteği ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların hem teşvik etmek hem de zorlayıcı olmak için verdiği krediler vardır. Bu süreç işlerken bu uygulamadan zarar gören insanların öncülüğünü yaptığı tepkiler de örgütlenmiş, Dünya Bankası’nın gerçek yüzü bizzat DB tarafından açıklanmak zorunda bırakılmıştır. Uygulanan haliyle sulu tarımın ve büyük barajların tarıma verdiği yıkıcı etkilerden zarar gören 2000’den fazla örgüt Manibeli Bildirisini yayınlayarak Dünya Bankası’nın kredilendirdiği barajlarla ilgili tarafsız araştırma yapması yönünde baskı uygulamıştır. Mücadelelerindeki kararlılık sonucu DB, Dünya Barajlar Komisyonu’nu (WCD) kurmuş ve bu komisyon 56 ülkede 125 büyük barajı inceleyerek bir rapor oluşturmuştur. Bu rapora göre, yapılan büyük sulama ve baraj projeleri nedeniyle dünyada bugüne kadar 40-80 milyon kişi yerlerinden edilmiştir. Küresel kapitalizmin tepkisi nedeniyle 1,5 yıl sonra ulaşılmaz olan bu rapora göre; dünya tatlı su rezervinin %5’inin bu büyük baraj göllerinde buharlaştığı, küresel ısınmaya neden olan sera gazlarının %28’e varan kısmının bu büyük baraj göllerinden kaynaklandığı, bu projelerin %70’inde belirlenen hedeflere ulaşılamadığı (baraj büyüdükçe oranda büyümekte) ve ayrıca bu büyük barajlarla sulanan toprakların %20’sinde tuzlanma ve çoraklaşma meydana geldiği (bu oran Türkmenistan’da %80, Özbekistan’da %60) açık açık belirtilmiştir. Başka bir deyimle itiraf ettirilmiştir.

Türkiye’de Sulu Tarım, Tuzlanma ve Diğer Problemler

Ülkemiz tarımsal topraklarının %16,5’inde sulu tarım, geri kalanında kuru tarım uygulanmaktadır. Dolayısıyla uygulanan şekliyle sulu tarımın dezavantajlarından ülkemiz de nasibini almıştır. Sulu modelin uzun vadede en özemli zararlarından biri tuzlanmadır.

Tarımsal üretim ve verimi arttırmak amacıyla toprağa kontrolsüz bir şekilde, olması gerekenden çok daha fazla miktarda su verildiğinde, suyun içinde doğal olarak bulunan tuz, suyun buharlaşması ve tarımsal arazide drenaj yapılmamasından ötürü toprakta kalır. Aynı zamanda fazladan verilen bu su, taban suyunu yükselterek hem topraktaki hem de taban suyundaki tuzları da yukarı doğru harekete geçirerek ikinci bir tuzlanma daha yaratır. Böylece bitki kök bölgesinde ve toprak yüzeyinde biriken bu tuzlar verimliliği azaltır. Daha ileriki süreçlerde de çölleşmeye neden olur. Bu çölleşme de erozyona yol açar. Tuzlanma probleminin en can sıkıcı noktası geri dönüşünün mümkün olmayışıdır. Erozyon toprak kaybının yanı sıra yapılan barajların da ömrünü kısaltmaktadır. GAP’ın uygulandığı alanın 7 milyon hektarlık bir bölümünde erozyon tehlikesi mevcuttur. (Kaynak: “Türk Rüyası: GAP” Raporu-ATO)

Zaten GAP projesinin 35 yılı geçkin bir süredir devam ettiği ve barajların ekonomik ömrünün 50-70 yıl olduğu düşünülürse, ayrıca projenin bu hızla yapımına devam edileceği hesap edilirse, son ünitenin bitim tarihinde ilk yapılan ünitelerin ekonomik ömrünü tamamladığı görülecektir. Şimdi gelin tuzlanmayı Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise 8. büyük projesi olan GAP ekseninde inceleyelim. Güneydoğu Anadolu Projesi sulanabilir 8,5 milyon ha arazinin %20’sini, ülke yüzölçümünün %9,7’sine karşılık gelen 75.358 km2’lik bir alanı yani 9 ili kapsayan sözde bölgesel kalkınma planıdır. Bu proje kapsamında sulanması düşünülen alan 1,82 milyon ha olup Ocak 2008 tarihi itibariyle sulamaya açılan kısmı 272.972 ha’dır. Bu da sulama yatırımının yaklaşık %15’ine tekabül etmektedir. Sulamaya açılmış bulunan bu alanın yaklaşık %50’sinde tuzlanma problemi oluşmaya başlamıştır.

Sulamada kullanılan Fırat suyunun en iyi kalitesi bile yıllık olarak 10 dekar başına 1,1 ton  tuz bırakmaktadır toprağa. Bu tuzlanma neticesinde Urfa-Harran Ovası’nın dörtte birinden fazlası tarım alanı dışına çıkmıştır (Kaynak: Ölçü Dergisi Eylül 2007). Bunu ülke geneline  yaydığımızda toplam tuzlu, borlu, sodyumlu tarımsal arazi miktarı 1,6 milyon ha olup nerdeyse GAP projesinde sulanması düşünülen alana eşdeğerdir.

Sulu tarımın başka bir dezavantajı da üretim alışkanlıklarını bilinçsiz, öngörüsüz bir şekilde kâr eksenli değiştirmiş olmasıdır. Sulu tarım öncesi değişken tip ekim mevcutken –bu da toprağın kendini yenilemesini sağlar ve verimini korurken- şimdi tek tip ekime geçilmiştir. Örnek vermek gerekirse GAP master planında Harran Ovası için belirlenen ve bol suya ihtiyaç duyan pamuğun ekim oranı %20 iken bu oran bugünlerde %85’i bulmuştur. Bu da hem kimyasal gübre kullanımını hem de tarımsal ilaç kullanım miktarını artırmış, sonuçta hem topraklarımız hem de yer altı sularımız zehirlenmiş, doğa ve canlılar büyük zarar görmüştür.

Sonuç olarak; uygulanan şekliyle sulu tarım sanıldığının aksine uzun vadede zararlı bir yöntemdir. Sulu yöntemin verimliliği artıracağı ve tüm dünya besin üretiminin 1/3’ünün barajlarla sulanan alanlardan sağlandığı söylemi tamamen gerçek dışıdır. Gerçekte bu oran %12-16 arasındadır. Başka bir gerçek de tarımsal alanların %25,9’unun su rejimine müdahale edilen projeler sonucunda yok olma tehdidi altında olduğudur. Ayrıca Prof. Dr. Tayfun ÖZKAYA, Rodale Enstitüsü’nün 22 yıl süren araştırmasının sonuçlarının organik tarım ile kuraklık koşullarında daha yüksek verim alındığını gösterdiğini ve bu verimlilik farkının %22 olduğunu belirtiyor. Bu da yerli tohumla hibrit tohum arasındaki üstünlük farkını göstermesi açısından önemli bir bilgidir. Diğer taraftan su tüm yaşamın kaynağıdır. Doğru kullanılması ve kapitalist sistemin kâr hırsına kurban edilmemesi gerektiği gerçeği her gün daha da yakıcı bir hal alıyor. O yüzden tarımda sulamaya ihtiyaç duyulan yerlerde hızlı bir şekilde altyapı çalışmalarına başlanması, suyun kapalı sistemlerle iletilmesi, damlama yöntemi kullanılması ve ayrıca büyük barajlardan vazgeçilerek küçük su alma yapılarının yapılması, doğru tip ekim yapılması, çevreye ve tüm ekolojik sisteme zarar verilmemesi hayati önem arz etmektedir.

Tabii ki tarımsal üretimi etkileyen faktörler bunlarla sınırlı değildir. Bu sektöre yönelik yasalar, yönetmelikler, uluslararası anlaşmalar, daha fazla kâr güdüsü, maden arama faaliyetleri, iktidar zihniyetleri… vs. olarak liste uzatılabilir. Bunların hepsini irdeleme şansımız yok ama biliyoruz ki doğaya karşı yapılan yanlışların geri dönüşü ya çok zor ya da imkansızdır. Bu yanlışlardan dönülmediği taktirde bedelini en ağır ödeyecek kesim de halklardır. 

Sayı 7 Su Sayfa 111-114 İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

http://www.ivmedergisi.com/suland%C4%B1r%C4%B1lm%C4%B1%C5%9F-tar%C4%B1m.html

Su Gibi Dostum Olsa – Paris’te içme suyunun dağıtımı önce özelleştirildi, sonra yeniden belediye hizmeti biçimine dönüştürüldü.

Paris’te içme suyunun dağıtımı önce özelleştirildi. Sonra alan şirketlerin kısa zaman içinde su fiyatını artırmaları üzerine ve başka birçok dert yaratmaları nedeniyle yanlış hesap Bağdat’tan pardon Paris’in merkezinden döndü ve dağıtım yeniden belediye hizmeti biçimine dönüştürüldü.

Bu arada su üretimi de, dağıtımın en uygun fiyata ve en iyi biçimde yapılması için kurulan tek ve kamusal şirkete bırakıldı. Bunları burada kısaca irdelemek lazım elbette.

24-25 Kasım 2008’de toplanan Paris Anakent Belediye Meclisi (Le Conseil de Paris) suyun üretiminin ve dağıtımının özel şirketlerden alınmasına ve kamusal tek bir şirkete bırakılmasına (opérateur public unique) karar verdi. Bu toplantıda Paris’teki yeni kamu şirketinin oluşturulmasına ilişkin gerekli bütün tüzel düzenlemeler de kabul edildi.

Meseleye ivedi bir hava vermeden bu işi iki safhada gerçekleştirmek için kollar sıvandı:

Birinci aşamada su üretimiyle sorumlu karma (yani özel ve kamu şirketlerinden oluşan) Eau de Paris’den su üretimi alınacak; 2009’un ilk üç ayı içinde bu iş kotarılmış olacak. Bu şirketlerle yapılan ve süresi 2011’de dolacak sözleşmelerin bitimi beklenmeden. Çünkü bunun beklemeye tahammülü kalmadı artık.

Sonra su dağıtımı 1 Ocak 2010’da iki özel şirketten alınacak. Onlarla yapılan sözleşmeler 2009 sonunda biteceği için sözleşmelerin yenilenmemesiyle mesele çözümlenmiş olacak.

Böylece üretiminden dağıtımına, su şebekesinin bakım ve onarımına, su hizmetinin tamamı tek bir kamu şirketine bırakılmış olacak. 
    
Süreç başladı.

Bu yeniden kamulaştırma ve iyileştirme hareketinde önemli noktalardan biri de şudur: Su üretim ve dağıtımını o ana kadar gerçekleştiren karma ve iki özel şirketin emekçileri, ücretlerine ve kazanılmış haklarına dokunulmadan (örneğin kıdemlerine, emeklilik yaş sınırına, vb.) yeni şirkette çalışmaya devam edecekler. Herhangi bir nedenle ve/veya bahaneyle işçilerin işine son verilmesi böylece engellenmiş oluyor. Bugünkü ekonomik kriz ve gittikçe artan işsizlik ortamında böylesi bir önlemin önemi ortadadır.

1984’e dek Fransa Cumhuriyeti başkentinde su üretim ve dağıtımı doğrudan doğruya Belediye tarafından yapılıyordu. Ama o yıl SU DAĞITIMI iki özel şirkete devredildi:

Seine Nehri’nin  sağ yakası Veolia’ya ait  La Compagnie Generale des Eaux’ya (CGE), Seine Nehri’nin sol yakası bu alandaki önemli ve çok büyük şirketlerden Suez’e bağlı La Societe Eau et Force’a.

1987’de ise su üretimi için karma bir şirket yaratıldı: La Société Anonyme de Gestion des Eaux de Paris (SAGEP). Belediye’nin ve su dağıtım şirketlerinin katılımıyla oluşturulan bu yeni şirket su üretimi yanında su yollarının bakım ve onarımını da üstlenecekti… Ancak bu son konuda üstüne düşen görevi yerine getirmemek için bin dereden su getirdi. İşi yokuşa sürdü. Dolayısıyla bizzat Belediye’nin bu işin hamallığını üstlenmesi gerekti. Yükü belediye taşıdı, “malı” öbürleri “götürdü”. Belediye de bu yükün getirdiği giderleri konut vergisinden ve başka gelir kaynaklarından karşılamak zorunda kaldı. Bu büyük ihtimalle o günlerdeki Anakent Belediye Başkanı (daha sonra defalarca değişik bakanlıklar  üstlenen,  Başbakanlık yapan ve 1995’ten 2002’ye Cumhurbaşkanı) Jacques Chirac yönetimiyle özel şirketler arasında yapılan gizli ve sözlü bir anlaşma sonucu bu haliyle sürdürüldü… sistemleştirildi.
 
Bu sorunlar ve su dağıtım şirketlerinin özellikle içme suyu fiyatını sık sık artırmaları üzerine mesele gittikçe karmaşık ve Parisliler için zorlu bir konum kazandı.
 
2001’de Paris Anakent Belediye seçimlerini İLK KEZ KAZANAN SOL BİRLİK meseleye dört elle sarıldı.

Önce su dağıtımıyla uğraşan özel şirketler, su üretiminden sorumlu ve 1987’de kurulan karma şirket SAGEP bünyesindeki sermaye payları ödenerek bu şirketten çıkarıldılar. Yerlerini Belediye’nin bir tür banka görevini yapan La Caisse des Depôts et Consignations aldı.

Su dağıtımının özelleştirilmesi o günkü anakent belediyesi yönetiminin, adı geçen özel şirketlerin Chirac’ı cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında desteklemeleri şartıyla gerçekleştirildi. Yani Parislilerin fikri alınmadı. Su dağıtımı “Kralın arzusu” üzerine özelleştirildi. Elbette gerek anakent belediye meclisinde gerekse ilçe belediyelerinin meclislerinde muhalefet bu karara itiraz etti. Ama atı alan Üsküdar’ı geçti. O zaman buna karşı toplumsal muhalefetin  kendini göstermesi ve gittikçe gelişmesi önlenemezdi. İçmek, temizlemek, yıkamak ve yıkanmak, çiçeklerini sulamak için kullanılan suyun dağıtımının özel şirketlere bırakılması ve hele fiyat saptanmasının onların “paşa gönüllerine” terkedilmesi üzerine Parisliler şikayetlerini değişik biçimlerde dile getirdiler. Paris’te yapılan kimi gösteri ve yürüyüşte suyun yeniden belediye hizmetine dönüşmesi arzusu dile getirildi: Sloganlarla ve pankartlarla. Kimi zaman bir anne veya babanın veya bir çocuğun bizzat kendi elleriyle çiziktirdiği bir pankartla. Kimi zaman bir mahalleden gelen bir grubun attığı sloganlarla.

Bu arada anakent ve ilçe belediye meclisleri toplantılarında, belediye başkanlarının mahalle mahalle dolaşarak yaptıkları “açıklama toplantılarında” ve bilhassa seçim kampanyalarında suyun yeniden kamulaştırılması gündeme getirildi.

Bu koşullar içinde toplumsal muhalefet siyasi ifadesini belediye seçimlerinde Sol Birlik adaylarına oy vererek  kendini gösterdi. Toplumsal muhalefet siyasi açıdan mücadelesini başarıyla taçlandırdı.

BURADA İKİ SATIRLA SOL BİRLİK’TEN SÖZ ETMEK GEREKİYOR: Sosyalist Parti ile Fransız Komünist Partisi’nin başını çektiği bu birlik içinde bütün sol yer aldı: Sol Radikal Parti, Yeşiller ve Yurttaşlar Hareketi de. Ancak bu sayede sol Paris’te belediyeleri kazanabildi. Birlik herkese yararlı oldu. “Chirac sistemi”ne son vermek için bir araya gelmekten, ortaklık kurmaktan başka çare de kalmamıştı. Paris’teki yirmi ilçenin çoğunluğunda da Sol Birlik belediye meclislerini ve başkanlıklarını elde edince, su meselesi başta birçok ciddi sorunu, yurttaşların ve bu kentte oturanların daha iyi yaşamaları için en uygun şekilde çözmek ve benimsenen politikaları her mahallede uygulamak mümkün oldu.

İşte bu bağlamda 2006’dan itibaren  su üretim ve dağıtımında en akıllı biçimde hizmet verilebilmesi amacıyla yeni bir yapılanma  gündeme getirildi. Su kullanımında yenilikler öngörüldü.

Hemen su dağıtımını üstlenen özel şirketlerin su şebekesinin bakım ve onarımından sorumlu olmaları ilkesi kabul edildi ve ettirildi. Su dağıtımını yapan şirket temsilcilerinin bakım ve onarım işlerinde işi yavaşlatmalarına yönelik “ayak ve el oyunlarının” önü alındı. Bunun Türkçesi kamuyu, burada belediyeyi temsil edenlere rüşvet verilmesini ve alınmasını, kimi avantajlar sağlanmasını önlemek için yeni  ve sağlam temsilciler atandı olacaktır. Bu konuda bilhassa Yeşiller partisinden uzman Belediye Meclisi üyelerinin bu işlere atanması belirleyici oldu.

Bugün varılan ve  1 Ocak 2011’de tümüyle varılmış olacak yeni yapılanma ile su üretimi ve dağıtımı kamusal tek şirket tarafından yönetilerek şu konularda rahatlatıcı ve iyileştirici işler yapılmış oluyor ve olacak:

Su hizmetinde yetkiler tek merkezde toplanıyor. Böylece aynı iş için “çift dikiş” önlenmek isteniyor/önlenmiş olacak. Aynı zamanda “Sorumlu ben değilim, öbürü” demek modası da geçmiş olacak. Geçmiş olsun! Böylece sorumlulukların dağılımındaki belirsizlik veya karmaşalık ileri sürülerek, bunlardan yararlanılarak akıl almaz bahanelerle işlerin geciktirilmesi de engellenmek isteniyor.

Suyun kalitesindeki süreklilik güvence altına alınmak isteniyor. Özel şirketlerin kiminin yaptığı gibi, fiyat artışları öncesi ve hemen sonrasında suyun kalitesine özel bir özen göstermek ama hemen sonra işi oluruna bırakmak devrine son verilmek azulanıyor.

Ve bilhassa su fiyatı sürekli bir biçimde ve mümkün olduğunca düşük tutulacak. Sağlık ve benzeri birçok konuda belirleyici olan su fiyatının düşük düzeyiyle vatandaşın kârlı çıkması ümit ediliyor. Sıradan bahanelerle iki ayda bir su fiyatının artırılmasının önünün alınması amaçlanıyor.
    
Aynı çerçevede eğer su üretim ve dağıtımından belli bir KAZANÇ elde edilirse bunun SU HİZMETİNİN İYİLEŞTİRİLMESİ İÇİN YENİDEN YATIRILMASI İLKESİNİN hayata geçirilmesi de benimseniyor. Artık amaç daha iyi hizmet ve altyapının iyileştirilmesi, mükemmelleştirilmesi olacak. Suyun ticari bir mal olarak kullanılmasının önü alınacak. Su üretim ve dağıtımından ille kâr etmek ilke olarak kabul edilmiyor. Ama herhangi bir kazanç elde edilince de bunun yine su hizmeti için kullanılması benimseniyor.

Su üretim ve dağıtımı kamusal tek şirket tarafından üstlenince yönetiminin açık, denetiminin mümkün olacağı da düşünülüyor.

Çünkü böylesi bir şirkette yurttaşlar en geniş bir biçimde KARARLARIN ALINMASINA KATILABİLECEKLER: Paris’te ilçe belediye yönetimleri ve anakent belediye yönetimi, mahalle mahalle dolaşıp, belli aralıklarla düzenledikleri toplantılarda yapılanları ve yapılacakları anlatıyorlar, bilgi veriyorlar ve yurttaşların tepki ve önerilerini dinliyorlar. Eleştirileri dikkate alıyorlar. Ve kimi konularda kararlar bu toplantılarda oluşturuluyorlar. Böylece bir anlamda doğrudan demokrasi ve doğrudan denetim mekanizması gerçekleştirilmek isteniyor. Mahalleliler epey önceden kendilerine duyurulan ve hele kendi mahallelerini yani kendi yaşam alanlarını ilgilendiren konulardaki toplantıları kaçırmıyorlar. Vatandaşlar eleştirilerini, dertlerini, tasarılarını, önerilerini ve düşüncelerini birinci derecede sorumlu yöneticilere iletebiliyorlar. Fransa’da buna “democratie locale” deniyor. Yani “yerel demokrasi”.
    
Böylece bir yandan ÜSTTEN yani ilçe belediyeleri veya anakent belediyesi yönetimlerinden gelen politikalarla ve öte yandan ALTTAN yani yurttaşlardan ve başkentte oturanlardan gelen öneriler, tasarılar ve eleştirilerle suyun en uygun fiyata ve en iyi hizmetle sunulması hedefleniyor ve bu alanda ciddi adımlar atıldı, atılıyor.

Suyun bir kamu malı olduğunu kimse unutmak istemiyor. Unutmuyor. Bu açıdan bakınca suyun dikkatlice ve sorumlulukla kullanımı gerekiyor. İlgililer ve yurttaşlar bu meseleye önem veriyorlar.
 
Bu nedenle suyun dayanışmacı bir biçimde kullanılması ilkesi de benimseniyor. Bu ilke yayılıyor. Suyun gelişigüzel kullanılmaması gerektiği her geçen gün daha çok insan, kadın ve erkek ve çocuk tarafından kabul ediliyor. Bu alanlarda da belediyeler ellerinden geldiğince bilgilendirme ve uyarma görevlerini yerine getirmeye çalışıyorlar.

Su üretim ve dağıtımının son derece önemli, hassas, stratejik ve ciddi bir mesele olduğu artık çok açık bir biçimde bilindiği için özel şirketlere, özel ellere ve kâr amaçlı şirketlere bırakılamayacağı Paris’te artık çok iyi biliniyor.

Suyun ticarîleştirilmemesi gerektiği yıllarca süren özelleştirmeden sonra anlaşıldı. Ve yapılan bilinçli (veya bilinçsiz, ama bu mümkün değil) hatadan Paris’te dönüldü. Darısı diğerlerinin başına: Fransa’dakilerin ve ötekilerdekinin. 

M. Şehmus Güzel 

Sayı 7 Su Sayfa 100-103 İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

http://www.ivmedergisi.com/su-gibi-dostum-olsa.html

Dünyada Suyun Ticarileştirilmesi ve Su Mücadeleleri

Suyun ticarileştirilmesi dünyanın birçok ülkesinde 1990’lı yıllarla birlikte başlamış ve bugün hâlâ süren, halk açısından yarattığı yıkıcı sonuçlar ise çoktandır gözle görülür biçimde ortaya çıkmış bir süreçtir.

Su şirketleri genellikle Avrupa kökenli (en başta Fransa olmak üzere) olup, yerli sermayeyle ve hükümetlerle el ele vererek ülke pazarlarına girmektedirler. Genellikle Dünya Bankası ve IMF gibi kredi veren kuruluşlarla işbirliği içindedirler. Bu kuruluşlar kredi verirken su hizmetlerinin ticarileştirilmesini ve özelleştirilmesini bir koşul olarak ileri sürmektedirler.

Her ne kadar şirketler kamunun kaynaklarının suyu iyi yönetmeye yetmediğini ileri sürerek herkesi daha sağlıklı suya ulaştırmayı, suyun yeterliliğini ve sürekliliğini sağlamayı, şebekeleri yenilemeyi ve iyileştirmeyi, ileri dönük yatırımlarda bulunarak ülke içinde istihdam yaratmayı ve makul bir fiyat politikası uygulanacağını vaat etseler de suyun ticarileştirildiği ülkelere bakıldığında istihdam yaratacak yatırımların yapılmadığı, aksine su hizmetlerinde çalışan personelin maliyetleri kısma adına çoğu zaman işten çıkarıldığı veya ücretlerinin düşürüldüğü, halka ulaşan su hizmetlerinin kısıtlandığı, su fiyatının sözleşmelerde taahhüt edilen oranların çok üstünde arttırıldığı rahatlıkla görülür.

Dünya Bankası, projelerden yararlananların karar alma ve uygulama süreçlerine katılmasını kağıt üzerinde temel kurallarından biri olarak koysa da birçok ülkede su hizmetlerinin özelleştirilmesi sürecine halkın hiçbir katılımı olmamış, bu konuda en ufak bir çalışma bile yapılmamıştır.

Örneğin Mexico City’de olduğu gibi, aynı bölgeye farklı su şirketleri girmişse mahalleden mahalleye bile değişen fiyatlar ortaya çıkabilmiştir. Kimi zaman zenginlerin yaşadığı mahalleler dışında yaşayanlara hiçbir hizmet verilmemiş; altyapı hizmetlerini bir yana bırakalım, kimi yerde sular tamamen kesilerek halk susuzluğa mahkum edilmiştir.

Bu gözü dönmüş kâr hırsının getirdiği uygulamaların sonucunda, yağmur sularını bile tekeline almaya kalkan özel şirketlere karşı halk ayaklanmaları elbette kaçınılmaz olmuştur. Sermaye halkların suyuna göz dikmişken halklar da boş durmayarak yaşam hakları kapsamında olan sularına yapılan bu saldırıların ancak bilinçli ve örgütlü bir mücadele ile engellenebileceğinden hareketle, yıllarca süren mücadeleler vermiş, direnişler ve başkaldırılar örgütlemişlerdir. Bu direnişlerin başarılı olduğu birçok örnek olduğu gibi başarısız örnekler de yok değildir. Tablo 1’de ülkeler ve kentlerde gerçekleştirilen başarılı mücadele örnekleri görülebilir.

Ülke Şehir Yıl Sonuç
Polonya Lodz 1994 Özelleştirme engellendi (Yerel seçim sonrası)
Macaristan Debrecen 1995 Özelleştirme engellendi (Belediye kararı)
İsveç Malmö 1995 Özelleştirme engellendi (Belediye kararı)
ABD Washington 1996 Özelleştirme engellendi (Belediye kararı)
Arjantin Tucuman 1998 İptal ve kamuya geri dönüş (Eyalet seçimi sonrası)
Almanya Münih 1998 Özelleştirme engellendi (Belediye kararı)
Brezilya Rio de Janeiro 1999 Özelleştirme engellendi (Mahkeme kararı)
Kanada Montreal 1999 Özelleştirme engellendi (Belediye kararı)
Panama   1999 Özelleştirme engellendi (Ulusal seçim sonrası)
Trinidad   1999 İptal ve kamuya geri dönüş (Hükümet kararı)
Bolivya Cochabamba 2000 İptal ve kamuya geri dönüş (Hükümet kararı)
Brezilya Limeira 2000 Tamamlanmamış iptal (Bkz. Brezilya 2002)
Almanya Potsdam 2000 İptal ve kamuya geri dönüş (Belediye kararı)
Macaristan Szeged 2000 Tamamlanmamış iptal
Mauritius   2000 Özelleştirme engellendi
Tayland   2000 İptal ve kamuya geri dönüş
ABD Birmingham 2000 İptal ve kamuya geri dönüş (Belediye kararı)
Arjantin Buenos Aires 2001 Tamamlanmamış iptal
Fransa Grenoble 2001 İptal ve kamuya geri dönüş
Arjantin Buenos Aires 2002 Özelleştirme engellendi
Brezilya   2002 Özelleştirme politikası terkedildi (Ulusal seçim sonrası)
Paraguay   2002 Özelleştirme engellendi (Parlamento kararı)
Polonya Poznan 2002 Özelleştirme engellendi (Belediye kararı)
Güney Afrika Nkonkobe 2002 Özelleştirme engellendi (Mahkeme kararı)
Tayland   2002 Özelleştirme engellendi (Hükümet kararı)
ABD Atlanta 2003 Özelleştirme engellendi (Belediye kararı)
Uruguay   2004 Referandum ile özelleştirme yasaklandı
Hollanda   2004 Yasa ile özelleştirme yasaklandı
Tanzanya   2005 Anlaşma iptal edildi
Guyana   2007 Anlaşma iptal edildi
Nepal Katmandu 2007 Firma çekildi
Güney Afrika   2008 Kontörlü sayaçların anayasaya aykırı olduğu kararı çıktı
Endonezya Jakarta   Devam ediyor
Gana     Devam ediyor
Hindistan Delhi   Devam ediyor
Sri Lanka     Devam ediyor
Kuzey İrlanda     Devam ediyor
Fransa Paris 2010 İptal ve kamuya geri dönüş

Tablo 1: Başarılı olan ve devam eden mücadeleler

Dünyadaki mücadeleler, Cochabamba örneğinde olduğu gibi şiddetli, kanlı veya Güney Afrika’da olduğu gibi sayaçların kırıldığı eylemlerle olduğu kadar, halk düşmanı su politikalarının uygulanmasına seçimler veya referandumlar yoluyla engel olma gibi, çok sayıda farklı yöntemin uygulandığı zengin bir çeşitlilik içermektedir.

Dünyada su hakkı uğruna verilmiş bu mücadeleler birçok örgütün ortak çabası olarak şekillenmiştir. Çok farklı tipte ve sayıda ittifaklar bu mücadelelerde yer almıştır. Sendikalar, çevreci gruplar, tüketici dernekleri, halk grupları, çiftçiler, bazen yöneticiler, bireysel politikacılar, politik partiler ve örgütler, demokratik kitle örgütleri bu ortak çalışmanın parçası olmuşlardır.  

Su çalışanlarını temsil eden sendikalar neredeyse tüm başarılı ve devam eden (Lodz, Debrecen, Trinidad, Cochabamba, Brezilya, Güney Afrika, Endonezya, Uruguay gibi) özelleştirme karşıtı mücadelelerde öncü bir rol üstlenmiştir. Özellikle diğer grupları ve politik örgütleri hareketlendirmede önemli bir işlevleri olmuştur. Montreal-Kanada’daki mücadelede çevreciler kilit bir görev yapmışlardır. Grenoble-Fransa’da yerel bir politik hareket olan ADES (Association Démocratie Ecologie Solidarité – Demokrasi Ekoloji Dayanışma Derneği) öncülüğünde partiler, sendikalar ve tüketici dernekleri özelleştirme sonlandırılana dek başarılı bir mücadele yürütmüşlerdir.

Şimdi kıtalara göre sınıflandırarak farklı ülkelerde suyun ticarileştirilmesi sürecine ve buna karşı verilen halk mücadelelerine bakalım. 

Sayı 7 Su Sayfa 76-78 İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösrerilmeden kullanılamaz

Afrika

Afrika kıtasının Dünya Bankası ya da IMF kaynaklı programlara sarılan ülkeleri diğer hizmetlerin yanında su hizmetlerini de özelleştirmiş durumdadır. Uluslararası kuruluşlar Afrika’da verilen kredilerin geri ödenemeyecek biçimde harcanmasını sağlayarak istedikleri kurumu özelleştirme politikasına girişmişlerdir. Su hizmetlerini uluslarası tekellere süreli sözleşmelerle, ortaklık yolu ile, servis ve destek kontratlarıyla, faturalandırma ve yönetim anlaşmalarıyla devreden tüm Afrika ülkelerinde bu özelleştirmeler yoksul halk üzerinde yıkıcı sonuçlar yaratmıştır.

Şu anda Gine, Mali, Güney Afrika, Orta Afrika, Senegal, Kenya, Kamerun, Nijerya başta olmak üzere neredeyse tüm kıtada suyun özelleştirilmesi süreci devam etmektedir. Yoksul halkın mücadelesinin etkisiyle, bekledikleri kârı elde edemeyen su tekelleri yaşadıkları sorunlar nedeniyle Tanzanya, Burundi ve Kamerun için Dünya Bankası bünyesindeki ICSID’a (International Centre for Settlement of Investment Disputes – Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümlenmesi Uluslararası Merkezi) başvurarak bu ülkeleri tazminat ödemek zorunda bırakmışlardır.

Bu özelleştirmelere karşı Afrika’da gerek tek tek ülkelerde gerekse kıta bütünlüğünde mücadeleler sürmektedir. Afrika Su Ağı (AWN) 2007 yılı Ocak ayında Nairobi Kenya’da 7. Dünya Sosyal Forumu sırasında çalışmalara başlayan ve Afrika kapsamında su özelleştirmelerine karşı duran bir örgütlenmedir. Sosyal forumun katılımcısı olan farklı Afrika ülkelerinin ve dünyanın diğer bölgelerindeki su eylemcilerinin işbirliğiyle oluşturulmuştur.

AWN’nin hedefleri arasında Afrika su eylemcilerini bir ağda bir araya getirmek, yerel su eylemcilerinin seslerini uluslararası düzeye taşımak ve yükseltmek, Afrika’daki su eylemcilerinin diğer ülkelerdeki insanlarla bağlantı kurması için kanal görevi görmek ve Afrika içinde ve dışında su konusuyla ilgili bilgi üretmek ve paylaşmak sayılabilir.

AWN’nin bu mücadeleyi yürütürken savunduğu temel ilkeler en başta her türlü su özelleştirmesine karşı savaş olmak üzere, su kaynaklarının yönetiminde katılımcı halk denetimini garanti altına almak, her türlü ön ödemeli su sayaçlarına karşı durmak, suyun insan hakkı olduğu gerçeğinin ulusal yasalarla kabulünü sağlamak ve suyun tedariğinin kamusal bir iş olduğunu kabul ettirmek olarak ifade edilmektedir. Bu ilkeleri kabul eden Afrika’daki tüm örgütler AWN’ye üye olabilirler. Üyeler ilkeleri kabul etmeli ve bu ilkelerin gerçekleştirilmesi için kendi ülkelerinde ve yerellerinde gerekli çalışmaları yürütmelidir.

AWN’nin şu anki sekretaryası Gana’dadır. Üye olan ülkeler Burkina Faso, Senegal, Kamerun, Sierra Leone, Mısır, Güney Afrika, Gana, Tanzanya, Kenya, Togo, Liberya, Tunus, Lesoto, Uganda, Malawi, Zimbabwe, Mali, Namibya, Nijerya’dır.

AWN Afrika’daki ve dünyanın diğer yerlerindeki su eylemcileriyle yukarıda sayılan beş ilkeyi gerçekleştirmek üzere birlikte çalışmaktadır. AWN ile işbirliği içindeki uluslararası örgütlere Mavi Gezegen (Blue Planet), Gıda ve Su İzleme (Food and Water Watch), Dünya İlerleme Hareketi (World Development Movement- WDM) örnek verilebilir.

Tarihi çok da eski olmayan bir ağ olarak AWN, hedeflerine ulaşma ve ilkelerini gerçekleştirme yolunda stratejik bir planı henüz oluşturmamıştır. Su özelleştirmesini destekleyenlerin güçlü ve daha örgütlü olması bu süreci daha da zorlaştırmaktadır. Onların finansal kapasitesi ve hükümetleri etkileme gücü düşünüldüğünde bu işin ne kadar çetin olduğu görülebilir. Ancak bütün bu zorluklara rağmen AWN çok sayıda deneyimli ve gönüllü üyeye sahiptir. Ayrıca dünya çapında birçok birey ve örgütle de ağ kurmuş durumdadır. Temiz ve güvenli suyu sağlamanın küresel bir toplumsal mücadeleyle olacağından hareketle Ağ, daha fazla insan ve örgütün bir araya gelmesi ve güçlerini birleştirmesi gerektiğini düşünmektedir.

Güney Afrika Cumhuriyeti

Güney Afrika’daki su özelleştirilmesi çalışmalarına karşı Johannesburg, Durban, Cape Town ve diğer birçok şehirdeki yoksulların büyük kısmı aktif direnişle karşılık vermiştir. Bu direnişe öncülük etmesi için Özelleştirme Karşıtı Forum (Anti Privatization Forum – APF) kurulmuştur. APF ağırlıklı olarak Guateng eyaletinde (Johannesburg ve Pretoria’yı barındıran eyalet) yaşayan halkı kapsamaktadır. 2000 yılında kurulmuştur. APF’nin ilkesi, suyun temel bir insan hakkı olduğu, yalnızca ücretini ödeyebilenlerin yararlandığı bir imtiyaz olmadığıdır.

Özelleştirme sürecinde APF, Güney Afrika’nın diğer toplumsal hareketleriyle birlikte yoksul halkı ve örgütlü işçileri direniş için harekete geçirmiştir. Bir yandan yasal girişimler bir yandan da halkı bilgilendirme çabasını düzenli ve yoğun bir direnişle bütünleştirerek Güney Afrikalıların temel hizmetlere (su, elektrik, eğitim ve barınma) ücretsiz erişme hakkı için mücadele örgütlemiştir. Bu mücadelelerin bir sonucu olarak 2003 yılının sonlarında Su Özelleştirmesine Karşı Koalisyon (Coalition Against Water Privatisation – CAWP) kurulmuş, böylece çeşitli toplumsal hareketler su özelleştirilmesine karşı bir araya gelmiştir.

APF ve CAWP’nin yardımıyla, yoksul kentliler Vulamanzi (“herkes için su”) Operasyonu adında bir mücadele başlatmıştır. Mücadele halkın kimi özelleştirilmiş su denetim ölçülerini (kontörlü sayaçlar, damlatma sistemleri ve yeniden yönlendirilmiş su boruları gibi) atlatmaları ve suya özgürce ulaşmaları için yardımcı olmuş ve tabandan yükselen bir hareketle doğrudan suyun ‘ticarileştirilmesinin geri alınması’ (decommodification) gerçekleşmiştir. Bazı yoksul bölgelerde, özelleştirilmiş su dağıtımına açık bir şekilde karşı koymak için kontörlü sayaçlar kırılmıştır.

Güney Afrika halkının hakları ve genelde insan hakları konusunda tüm burjuva politikacıları gibi samimiyetsiz olan Afrika Ulusal Kongresi politikacıları (African National Congress – ANC) ile hükümet bürokratları, özelleştirmelere karşı direnenleri ‘ödememe kültürü’nü yasallaştırmaya çalışan ‘suçlular’ ve ‘anarşistler’ olarak nitelemiştir. Amaçları toplumda geniş destek bulan muhalefeti/direnişi kırmaktır. 2002-2005 yılları arasında bu amaçla yüzlerce kişi tutuklanmıştır.

Özelleştirme karşıtı direnişler özelleştirme sürecini durdurmayı hemen başaramasa da mücadelenin yoğun baskısı sonucu ANC hükümeti, 2002 yılının sonlarında kısmi bir ücretsiz su politikası oluşturmak zorunda kalmıştır. Ancak yine de her hane için ayda ücretsiz 6000 litre su tahsisi yapılması gerekirken milyonlarca insan halihazırda bundan faydalanamamaktadır. Bu miktar ortalama yoksul bir Güney Afrika hanesinin temel temizlik ihtiyaçlarını karşılamaya yeten bir miktar da değildir (Dünya Sağlık Örgütü kişi başına günlük olarak en az 100 litre su sınırı koymuştur. Güney Afrika’daki ortalama yoksul bir bölgede bulunan 8 kişilik haneler düşünüldüğünde, verilmesi gereken en düşük miktar aylık 24000 litre olmalıdır).

Tabandan yükselen özelleştirme karşıtı hareket Güney Afrika’daki çoğu su özelleştirmesi projesinin başarısız olmasını veya tekrar müzakere edilmesini sağlamıştır. 30 Nisan 2008’de Phiri’de Yüksek Mahkeme Yargıcı Moroa Tsoka kontörlü sayaçların yasal olmadığı, anayasaya aykırı olduğu kararını vermiştir. Bu, Güney Afrika’da ANC’nin suyun özelleştirilmesi  politikalarına karşı mücadelede önemli bir kazanım olmuştur. APF ve CAWP suyun özelleştirilmesine karşı, Güney Afrika’nın yoksul çoğunluğunun bu temel insan hakkından yoksun kalmaması için mücadelesini sürdürmektedir. 

Sayı7 Su Sayfa 78-80 İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

Güney Amerika

Bolivya
Dünya Bankası tüm dünyada olduğu gibi Bolivya’da da suyun metalaştırılması konusunda kilit bir rol üstlenmiştir. Dünya Bankası’ndan alınacak kredinin şartı olarak, El Alto’daki genel su sistemi 1997’de özelleştirilmiştir. Ancak 8 yıl sonra, genişletilmiş su hizmetleri sözüne rağmen, özel bir şirket olan Agues Del Illimani (Ana hissedarı Suez’dir) El Alto’da 200.000 kişiye suyu iletmede başarısız oldu ve gelecekte bunu nasıl başaracakları konusunda da planları yoktu. Ek olarak, şirket Bolivya’da ayda 60$ maaş alanlar varken 445$ bağlantı ücreti istiyordu. Ocak 2005’te Suez’in Bolivya’dan hemen çekilmesini ve hükümetin şirketin hareketlerini incelemesini isteyen bir genel grev ve toplu protestolardan sonra Bolivya hükümeti, Aguas Del Illimani ile olan kontratını iptal etmeye karar verdi. Halkın başlangıçtaki bu kazanımına rağmen Bolivya hükümeti, Inter-American Development Bank, Dünya Bankası ve German Corporation GTZ’nin baskısıyla yeni bir plan adı altında, %35 hissesini Suez’in elinde bulunduracağı Kamu-Özel İşbirliği (Public-Private Partnership) modeline gideceğini duyurdu. Halk bu öneriyi reddetti ve bunun yerine El Alto ile La Paz (burası da Suez tarafından kontrol ediliyordu) için halk tarafından işletilen -seçili yurttaşlardan oluşan ve suya ticari bir ürün değil, kamu yararı olarak bakan bir heyetin yönettiği- bir kamu su şirketi kurulması çağrısında bulundu.

Cochabamba, Bolivya

Dünyanın en zengin su kaynaklarına sahip 16. ülkesi olan Bolivya’nın Cochabamba Belediyesi’ne 1996 yılında su şebekesinin özelleştirilmesi için 14 milyon dolarlık kredi teklif eden Dünya Bankası, bunun karşılığında kentin su işletmesinin özel şirketlere devredilmesini istedi. İstediği yanıtı alamayan DB, 1997 yılında Bolivya’nın uluslararası borcu olan 600 milyon doların silinmesi karşılığında Cochabamba su işletmesinin özelleştirilmesi talebini yineledi, aynı zamanda su tarifelerinin belirlenmesinde hiçbir kamu teşviğinin olmamasını istedi. 1998 yılında ise DB su konusunda Bolivya’ya bir ultimaton verdikten sonra, 1999’da, Bolivya’nın Cochabamba kentinin su kurumu SEMEPA, Amerikan Bechtel şirketinin yan kuruluşu olan International Water’a imtiyaz sözleşmesiyle devredildi. Yine aynı yılın Ekim ayında hükümet yardımlarını sona erdiren ve suyun özelleştirilmesine izin veren İçme Suyu ve Sağlık Önlemleri Yasası kabul edildi.

Cochabamba’daki özelleştirmeden sonra su fiyatları %100 ila %200 arasında olmak üzere yükseldi. Özellikle küçük çiftçiler ve serbest çalışanlar bu özelleştirmeden büyük darbe aldılar. Asgari ücretin 100 dolardan az olduğu bir ülkede aileler 20 dolar ve yukarısında su faturaları öder duruma geldiler. Bu pek çok Bolivyalı için suyun temel gıda maddelerinden bile daha pahalı olması anlamına geliyordu. Fiyatları karşılayamayan halk kendi çabalarıyla su edinmeye çalıştı. Bunun için su kuyuları açıldı ya da evlerin çatılarına yağmur suyunu toplamak için kaplar kondu; ancak şirket imtiyaz sözleşmesine dayanarak halkın kendi çabalarıyla elde ettiği suyun ücretini almak için görevlilerini yolladı.

Su fiyatına yapılan bu zamlarla yaşamları iyice zorlaşan halk, özel şirketi kovmak için mücadeleye başladı. 2000 yılına gelindiğinde Bolivyalı sendikacı Oscar Olivera öncülüğünde işçilerin, öğrencilerin, çiftçilerin, yerli halkın katılımıyla ‘Su ve Hayatın Korunması İçin Koalisyon’ kuruldu. Ocak 2000’de su fiyatlarının artmasına karşı koalisyon, sendikalar ve insan hakları eylemcileri 4 günlük genel grev düzenlediler. Bütün şehir toplu iş bıraktı. Grev protesto liderleriyle yerel yetkililerin görüştükleri merkez plazaya toplu yürüyüşle sonlandı. Müzakerelerin hiçbir sonuca ulaşmadığı anlaşıldı. Bu eylemi takip eden bir aylık sürede milyonlarca Bolivyalı Cochabamba’ya yürüdü ve yapılan yerel grevlerle tüm ulaşım durduruldu. Bu eylemler devam ederken hükümet halka fiyat artışlarının geri çekileceği vaadinde bulundu ancak sözünü yerine getirmedi.

Şubatta Bolivya hükümeti protesto yürüyüşlerinin yasal olmadığı, yasaklanmış olduğu gerekçesiyle, asker ve polislerden oluşan 1000 kişilik bir kuvveti kente el koymakla görevlendirdi. Süren protestolar, yürüyüşler ve grevler sırasında 175 kişi yaralandı, 2 genç kör oldu ve 1 kişi öldürüldü. Sonunda yerel yetkililer tümüyle geri çekilmeye ve su şirketiyle olan anlaşmayı yeniden gözden geçirmeye söz verdiler. Ama halk anlaşmanın sona erdirilmesini talep etti. Protestolar sürdü ve sonunda hükümet Nisan’da anlaşmayı sonlandırmayı kabul etti. Nisan 2000’de gerçekleşen bu eylemlerde hükümet tarafından insanlar öldürülmüş, tutuklanmış, medya ise sansürlenmiştir. Tüm bunlara rağmen halk Bolivya’da büyük bir zafer kazanmıştır. Halkın bu zaferinin ardından Bechtel ülkeyi terk etti. Cochabamba kentinde demokratik ve eşit bir su işletmesi modeli oluşturmak için Coordinadora del Agua kuruldu ve yedi üyesinden üçü halk tarafından seçildi.

Suyun özelleştirilmesi, arkasında Dünya Bankası’nın olduğu, Bolivya’nın kamusal işletmelerinin yabancı yatırımcılara satılmasıyla ilgili, içinde havayolu ve tren sistemlerinin, elektrik hizmetlerinin bulunduğu uzun öneriler listesinin son halkasıydı. Bolivya gibi para sıkıntısı içindeki borçlu devletler IMF ve Dünya Bankası’nın önerilerini çoğunlukla reddedemezler çünkü alacakları kredileri ve uluslararası yardımları riske atmak istemezler. Özelleştirmeler hükümetin hızlıca nakit para elde etmesine yararken, bu para kamusal hizmetlerde değil, yine IMF, Dünya Bankası ve diğer kredi veren kuruluşlardan alınmış borçları ödemek için kullanılır ya da yerli sermayeye teşvik olarak verilir.

Halkın direnişinin hükümete geri adım attırmasının ardından Bechtel şirketi, Bolivya hükümetinden anlaşmayı iptal ettiği için tazminat istedi. 2001 yılında, anlaşmanın iptalinin şirketin gelecekte elde edeceği kârı kaybetmesine yol açtığı gerekçesiyle Bechtel, Dünya Bankası bünyesindeki ICSID’a (Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümlenmesi Uluslararası Merkezi) Bolivya hükümeti aleyhine 25 milyon dolarlık tazminat davası açtı. Ancak oluşturulan uluslararası baskı kampanyasının etkisiyle ICSID, batı yarımkürenin en fakir ve en borçlu ülkesi olan Bolivya’dan 25 milyon dolar alarak Bechtel’e hediye etmedi ya da edemedi, yalnızca sembolik olarak 5 bolivianos (yaklaşık 1 dolar) ödenmesine karar verdi. Bu, tekellere kendi güçlerinin sınırını ve örgütlü direnişin gücünü gösteren bir mesaj oldu.

Bolivya’nın bugün kendi su işletmesi modelleri vardır. Santa Cruz şehrinde 1979 yılından beri hizmet veren ve Latin Amerika ülkelerinde en iyi işletilen su işletmesi olan SAGUAPAC bir kooperatif örneğidir. Mali olarak bağımsızdır. Tüm aboneleri işletmenin (kooperatif) doğal üyeleri olup, bir karar mekanizması olan genel mecliste oy kullanma ve işletmenin yönetim ve denetim kurullarını seçme hakkına sahiptirler.

Uruguay
2002’de Uruguay hükümeti ile IMF arasında Uruguay’da bütün suların ve kanalizasyon hizmetlerinin özelleştirilmesini getirecek niyet mektubu imzalanınca, toplumsal ve politik örgütler Ulusal Su ve Yaşam Koruma Komisyonu’nu (The National Commission in Defense of Water and Life – CNDAV) kurarak  yoğun bir mücadeleye başladılar. CNDAV, talebini Uruguay’daki tüm özel su şirketlerinin çekilmesi olarak belirleyerek, 31 Ekim 2004’te halkın yüksek katılımıyla gerçekleşen “Yapısal Su Reformu ve Su Savunması” başlıklı referandumun başarıya ulaşması için çaba gösterdi. Referandum “suyun doğal bir kaynak ve insan hakkı olduğunu” güvence altına alacak biçimde yasaları değiştirmek ve suyun kamu malı olarak kalmasını, özel şirketlerin suyu ele geçirmesinin engellenmesini sağlamak amacındaydı. Halkın %62’den fazlası bu talepleri destekleyerek suyun özelleştirilmesini reddetti.

Şili

1967 tarihli Tarım Reformu Yasası Şili’de su kaynaklarının planlanması ve denetimi görevini büyük oranda devlete veriyordu. 1981 yılında ABD’nin, diğer Batılı devletlerin ve uluslararası finans kuruluşlarının emperyalist müdahaleleri sonucu bir anayasa değişikliği yapıldı. Bu değişiklikle birlikte ‘kamu malı’ olarak nitelendirilen suyun kullanım hakkı ‘kişiye ait’ olarak değiştirildi, su arazi mülkiyetinden ayrıldı ve kendi başına bir meta olarak alınıp satılmaya, kiralanmaya ve devredilmeye başlandı. İdari Kanun kapsamında olan ‘su kullanım hakkı’ Medeni Kanun kapsamına alındı, mülk tahsis ve kayıt sistemine eklendi. Ayrıca Devlet Su Teşkilatı’nın su kullanım haklarını iptal etme ve kısıtlama yetkisi kuraklık gibi acil durumlar dışında elinden alındı. Yapılan bu yasa değişikliğinin sonucu olarak, su imtiyazı alan özel şirketler kendi dağıtım kanallarını oluşturdular ve suyu istedikleri miktar ve fiyatlarla kullanıcılara sattılar. Suyun kullanılmaması durumunda daha önce yasada bulunan ceza ödemesi ya da sözleşmenin feshi gibi önlemler özel mülkiyete aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırıldı. Yasa değişikliği yapılarak özelleştirmeye gidilmesinin nedenini Şili hükümeti, atık ve içme suyunu işleyecek tesislerin kurulması ve işletilmesi için yeterli mali imkanının olmaması olarak açıkladı.

Şili’de 1998 yılında başlayan özelleştirmelerle beş büyük su işletmesi su şirketlerine satıldı. 1996 yılında Dünya Bankası, Şili’nin Santiago kentinde su hizmetini sağlayan kamu kuruluşu EMOS’u son derece etkili bir su işletmesi olarak tanımlanmıştı.  Kamu Hizmetleri Uluslararası Araştırma Birimi’nin  (PSIRU) de belirttiği gibi mali açıdan etkili kamu su işletmeleri çokuluslu şirketler için vazgeçilmez bir hedeftir, bu durum EMOS için de değişmedi. Fizibilite çalışmalarında uygulamaları üst seviyede etkili olarak tanımlanan EMOS, 1998 yılında hisse satışı yöntemiyle özel şirketlere satıldı.

1999 yılı Aralık ayı itibariyle Şili’nin şehir suyu işletmelerinin % 58’i özel şirketler, % 37’si devlet kurumları, geri kalan kısmı ise belediyeler tarafından işletilmekteydi. Santiago, Valparaiso ve Concepcion gibi Şili’nin büyük kentlerinin su hizmetleri ise büyük oranda özel su şirketlerinin elinde bulunmaktaydı. Şili’nin en büyük 20 su şirketi yabancı sermayeli olup, RWE/Thames Water şirketi ülkenin içme suyu pazarının %20’sine sahipti.

Özelleştirmelerden sonra Şili’de etkin olan bu şirketler, imtiyaz sözleşmelerine aykırı olarak su fiyatlarını 1998-2000 arasında resmi rakamlarla %20 oranında artırmışlardır. Ancak Şili Tüketici ve Kullanıcı Örgütü 15.000 su faturasını inceledikten sonra gerçek artışın % 100, kimi durumlarda ise %200 oranında olduğunu açıklamıştır.

Şili hükümeti, özelleştirme karşıtlarının ve hükümet içindeki sol görüşlü üyelerin baskısıyla 2000 yılında, 1998’den beri yapılan özelleştirmeleri incelemiştir. İncelemenin sonucunda görülen olumsuz tablo ve halkın tepkisi karşısında Şili hükümeti, su şirketlerinin hisselerini satma yerine imtiyaz sözleşmeleri imzalamayı uygun görmüştür.

2001 yılının Nisan ayında başkent Santiago’da yoksul halk başkanlık sarayı önünde protesto gösterileri düzenlemiştir. Rancagua kentinde RWE/Thames Water’ın yan kuruluşu olan Libertador Su Hizmetleri Şirketi 120 evin suyunu su paralarını ödeyemedikleri gerekçesiyle kesmiştir.

Şili, su işletmelerinde özelleştirmeye birçok batılı ülkeden erken başlamıştır. Latin Amerika ülkeleri içinde en fazla özelleştirme yanlısı olan ülkedir. Başarı hikayelerine (!) büyük önem veren Dünya Bankası Şili’yi özelleştirme konusunda örnek ülkelerden biri olarak göstermiştir. Dünya Bankası Şili hükümetine su özelleştirmelerine devam etmesi halinde 250-300 milyon dolarlık kredi vermeyi planlamaktadır. Gelecek on yıl içerisinde ise içme suyu sağlama, arıtım, nehir ıslahı, sulama kanalları, kıyı temizliği kontrolü gibi projeler için 3-4 milyar dolarlık yatırım gerekmektedir.

Şili’deki su yönetimi ve uygulamalarına bakıldığında aşırı fiyat artışları, hizmetteki yetersizlikler, su çalışanlarına dönük haksız işten çıkarmalar ve hak gaspları, vaat edilen ama hayata geçirilmeyen yatırımlar, temiz içme suyuna ulaşmanın zorluğu, hatta kimileyin imkânsızlığı  uygulamanın ne denli başarılı olduğunu kanıtlamıştır!

21 Kasım 2004 günü Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi Şili’nin Santiago şehrinde düzenlenmiş ve zirveye katılan Bush “piyasa diktatörlüğüne hayır” sloganlarıyla protesto edilmiştir. Şili halkı neoliberal serbest ticaret anlaşmalarına duyduğu öfkeyi alanlarda dile getirmiştir.

Meksika

Su özelleştirmesini dünyada en erken uygulayan ülkelerden biri de Meksika’dır. Meksika’da kamu kuruluşları tarafından sağlanan su hizmetleri, 1990’lı yıllarda yapılan yasal değişikliklerle özel şirketlere açıldı. Meksika Devlet Başkanı Salinas 1992 yılında Meksika Anayasası’nda değişikliğe giderek, su hizmetlerinin özelleştirilmesinin önünü açtı. Salinas’tan sonra gelen Zedillo hükümeti ise su ve kanalizasyon hizmetlerini devletin yükümlülüğünden çıkarıp yerel yönetimlere verdi. Yetki devrinin gerçekleşmesinin ardından Suez ve Vivendi gibi dev su tekellerinin yanısıra İngiliz (United Utilities) ve İspanyol (Aguas de Barcelona) su tekelleri de Meksika’daki su hizmetlerinin %20’sini 10 yıl içinde aldılar. 1993 yılında Mexico City’nin su şebekesi dört ayrı bölgeye bölündü. İhaleye çıkarılan bu bölgelerin ikisini Suez ve Vivendi, diğer ikisini de iki İngiliz şirketi aldı. Her şirket aldığı bölgede kendi su tarifesini uygulamaya başladı.

Meksika hükümeti 2001 yılında su özelleştirmesinin yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla PROMAGUA (Su Sağlayan Şirketlerin Modernizasyonu) adı altında bir program başlattı. Nüfusu 50.000’den fazla olan 678 belediye (ülke nüfusunun %70’den fazlası) bu program kapsamına alındı. Dünya Bankası da bu programı desteklemek amacıyla Meksika Ulusal Su Komisyonu’na 250 milyon dolar kredi verdi. 2002 yılında 30 eyalette imtiyaz sözleşmesi imzalanırken, 2004 yılında su tekellerinin istekleri doğrultusunda Ulusal Sular Yasası mecliste hazırlandı. Dünya Bankası PROMAGUA programına maddi destek sunmasının yanında kendi bünyesindeki çalışanlarla da destek verdi: Washington’da kurgulanan piyasa anlayışlı su modelini transfer etmek için Meksika’da eğitim merkezleri açtı, bu merkezlere su alanında faaliyet gösteren çalışanlarını gönderdi ve 3000 Meksikalıyı bu modeli benimsetmek için eğitti. IDB (Inter-American Development Bank), Avrupa Bankası ve Fransa’daki su şirketlerinin de desteklediği bu merkezler PROMAGUA kapsamında kuruldu. DB ile çokuluslu şirketlerin su konusundaki politikalarını Meksika’da etkin bir şekilde uygulayan PROMAGUA, su hizmetlerinin kamu tarafından sağlanmasını hükme bağlayan yasaların değiştirilmesi koşuluyla belediyelere kredi vermeyi taahhüt etti. DB’nın yatırım kuruluşu olan IFC (Uluslararası Finans Kuruluşu) de yerel yasalarını değiştirip su işletmesini kamudan özel şirketlere veren belediyelere altyapı modernizasyonunda kullanılmak üzere beş milyar dolar kredi verdi.

Çokuluslu şirketler suyunu özelleştirmek istedikleri ülkeler hakkında gerekli araştırmayı önceden yapıp elde ettikleri bilgileri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar. Meksika’da yürütülen PROMAGUA programı da bu amaçla WEC’den (Dünya Çevre Merkezi) aldığı krediyle, çokuluslu şirketlerin hangi bölgede yatırım yapacaklarına karar vermeleri amacıyla, kamu kuruluşlarının büyük emek ve zaman harcayarak elde ettikleri stratejik ve önemli bilgilerin toplandığı bir ulusal bilgi bankası oluşturdu.

Uluslararası finans kuruluşları yerel yönetimler üzerinde baskı oluşturarak su işletmelerinin yönetiminin bütünüyle çokuluslu şirketler tarafından kurulan ‘yerel’ şirketlere bırakılmasını istediler. Yerel yönetimler tüm baskılara karşın su işletmelerinin hisselerinin çoğunu ellerinde tuttular. Meksika’nın kuzeyinde bulunan Saltillo kentindeki su şirketinin %51’i belediyeye, %49’u ise Aguas de Barcelona’nın yerel şirketi olan Inter AgBar’a aitti. Hisselerin büyük çoğunluğu belediyede olmasına karşın teknik uzmanlık ve bilgi birikimi eksikliği, ayrıca denetim olanaklarının bulunmaması nedeniyle sözleşmeye aykırı da olsa su fiyatlarındaki artış engellenemedi. Uluslararası finans kuruluşlarının da isteğiyle özelleştirmeden önce su fiyatlarında artışa gidilerek, özelleştirmeyle birlikte fiyatların düşeceği izlenimi yaratılmıştır. Bu yöntemle halkın özelleştirmeye destek olması ya da en azından karşı olmaması hedeflenmiştir. Ancak özelleştirmenin ardından şirketler, imzalanan sözleşmelere aykırı olarak, bir an önce yüksek kârlar elde etmek istedikleri için su fiyatını artırmaya devam ettiler. Meksika’nın Saltillo kentinde su imtiyazını alan şirket sözleşme gereği enflasyon oranında (iki yıl için ortalama olarak %11) artması gereken su tarifesini iki yılda %68’lere varan oranda artırmıştır. Birçok Meksikalı’nın suyu, ödeyemedikleri su faturaları nedeniyle kesilmiştir.

Su tekellerinin Meksika’da vaat ettikleri yatırımlara gelince, bu yatırımlar da hayata geçirilmemiştir. Meksika’nın Karayip sahilinde bulunan Cancun kentinde, su imtiyazını alan Fransız Suez’in yavru şirketi Azurix vaat ettiği yatırımı yapmadığı için kentin atık suyu Karayip Denizi’ne verilmiş, kirlenen deniz suyu nedeniyle kent ekonomisi büyük zarar görmüştür. Mexico City’nin dört farklı bölgesinde imtiyaz sözleşmeleri imzalayan su tekelleri uyguladıkları farklı su tarifeleri sonucunda halktan büyük tepki almışlardır. Halkın bu tepkisiyle belediye seçimlerini Demokratik Devrimci Parti kazanmıştır. Parti şirketlerin tüm kentte tek bir fiyat tarifesi uygulamaması durumunda imtiyazları kaldıracağını açıklamıştır. Şirketler uzun bir yasal süreçle karşı karşıya kalmamak ve imtiyazlarını kaybetmemek için belediye yönetiminin tüm isteklerini kabul etmişlerdir.

Arjantin

1950’lerden itibaren IMF’nin ekonomik boyunduruğu altında bulunan Arjantin’de, 1989 yılında Carlos Menem cumhurbaşkanı seçildiğinde, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizi çözmek adına yaptığı ilk iş özelleştirme olmuş ve yasaları yok sayarak geçirdiği acil durum kararnameleri ile ülkenin çoğu kamu kurumunu satılığa çıkarmıştır. Halkın malının yok pahasına özelleştirilmesi işleminin o yıllarda ülkede yaşanan yaklaşık %5000’ler oranındaki hiper enflasyona çare olması umuluyordu. Hükümet su dağıtım sistemindeki sıkıntıların ülkenin içinde bulunduğu borçlu ekonomi ile düzeltilemeyeceğini her ortamda dillendirerek halkın özelleştirmelere ikna olmasına uğraşıyordu. Bu gelişmeler olurken bir yandan da yeni konulan vergiler ile fiyatlarda iki haneli artışlar yapılıyordu. Oluşan (daha doğrusu oluşturulan) huzursuzluğun giderilmesi gerekçesiyle Dünya Bankası su sektörünün geleceğini planlamak üzere bir ekip kurdu. Arjantin’i ziyaret eden Dünya Bankası başkanı Lewis Preston bu sürecin tüm Latin Amerika için örnek olduğunu ilan etti. Arjantin’de eyaletlerde su arıtma ve dağıtım işi yapan kurumların %28’inin özelleştirilmesi ile halkın %60’ının evine ulaşan su tekellerin eline geçti.

Tucuman, Arjantin
1998’de Fransız su ve kanalizasyon hizmetleri şirketi olan La Compagnie Generales des Eaux, Arjantin’in küçük bir ili olan Tucuman’dan çekilmek için bir süreç başlattıklarını bildirdi. 1993’te özelleştirme kapsamında kentin su hizmetlerini alan ve kanalizasyon hizmeti ruhsatını elinde bulunduran bu güçlü şirket 5 yıl sonra ayrılmak istiyordu. Şirketin, özelleştirilen kamu hizmetlerinin uluslararası sermayelere yüksek kârlar vaat ettiği Arjantin’den ayrılmak istemesinin nedeni kent halkının yürüttüğü mücadeleydi. Şirket, su ruhsatını almasından itibaren halk tarafından şehrin her yerinde yoğun olarak protesto edilmişti. 1995’te işletmeyi üzerine aldığında hizmet bedellerini %104 oranında arttıran ve hizmet teslim koşullarını oldukça değiştiren şirkete karşı Tucuman halkı, bunun haklarına bir saldırı olduğu, aylık gelirlerinde azalmaya yol açarak yaşamlarını zorlaştırdığı gerekçesiyle şirket geri çekilene kadar örgütlü bir şekilde direndiler.

Örgütlü mücadele süresince tüm ilde çok etkili bir eylemlilik gerçekleştirildi. Başlangıçta mücadele konusunda önemli deneyimleri olan şeker kamışı üretim bölgesinde örgütlendiler. Farklı yerlerde düzenleme komiteleri oluşturduktan sonra Tucuman Tüketicilerini Koruma Birliği’ni (Association in Defense of the Consumers of Tucuman) kurdular. Halk su ve kanalizasyon hizmetleri için para ödemeyi reddediyordu. Kârında düşüş gören Fransız şirketi paraları toplamaya çalıştı. “Müşterilerine” karşı hizmeti keserek yasal tehditlerde bulundu. Bunun yanında Fransız hükümeti Tucuman halkının mücadelesinin sona erdirilmesi için Arjantin hükümetini baskı altına alırken, şirket il yönetimiyle yeniden müzakerede bulunma kararı aldı. 
 
1998’de il yönetimini halka baskı uygulamaya zorlayan şirket bundan da bir başarı elde edemedi. Ödeme boykotunun oluşturduğu duruma ticari olarak daha fazla dayanamadı ve sözleşme feshedildi. Şirket ve “müşteriler” arasındaki çatışma önce Fransa ve Arjantin arasındaki çift taraflı yatırım anlaşmasında hakemlik rolü üstlenen Dünya Bankası’nın alt kuruluşu ICSID’e taşındı. Sonuç olarak ICSID, uzlaşmazlığın ulusal adli makamlarda çözülmesi gerektiğine karar verdi. Ancak, genelde ICSID davalarına itiraz edilemese de Fransız şirketinin güçlü etkisiyle ICSID üzerinde “iptal prosedürü”nü uygulaması yönünde bir baskı oluştu. Özel bir komite davayı gözden geçirerek asıl kararın üstünde bir kararla davayı esas mahkemeye iade etti.
 
Yeni il yönetimi halkı ödeme boykotunu savunmada yasal korumadan yoksun bıraktı. Bu önemli bir sorundu çünkü yeni hizmet özelleştirmeleri yoldaydı. Buna karşılık, su tüketicilerinin haklarını korumak amacıyla davayı yeniden başlatmak için Tucuman’ın yerel yönetiminden talepte bulunan uluslararası bir kampanya başlatıldı.

Kadınlar başından sonuna dek bu mücadelede çok önemli bir rol oynadılar. Toplantıların düzenlenmesine öncülük ettiler. Fransız şirketi öne çıkan protestocuları, aileleri çeşitli biçimlerde tehdit ettiğinde şirkete karşı mücadeleye devam etme kararında en sağlam duruşu sergileyen kadınlar oldu. 

Sayı 7 Su Sayfa 80-88 İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

Asya İvme Dergisi Sayı 7 Su Sayfa 88-92 http://www.ivmedergisi.com/asya.html adresine eklenince konacaktır.

Avrupa

Birleşik Krallık-İngiltere

Birleşik Krallık; İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’dan oluşmaktadır. Birleşik Krallık’ta su yönetimi ve bu konudaki çalışmalar Orta Çağ’a kadar uzanmaktadır. 19. yüzyılda Sanayi Devrimi’yle birlikte altyapı sistemleri geliştirilmeye başlanmıştır. Özellikle Londra gibi büyük kentlerde özel su şirketleri su hizmetlerinin kurulumu ve işletilmesinde rol oynamışlardır. Su kirliliği ile yüz yüze kalınıp suyun halk sağlığı açısından önemi anlaşılınca, 1848, 1866 ve 1872 yıllarında halk sağlığı için kanunlar çıkarılmış, bu yasalarla birlikte görüşülen 1847 ve 1863 tarihli yasalarla da su hizmetlerinin yönetimi tamamen yerel yönetimlere verilmiştir.

1970’li yıllarda Avrupa Birliği üyeliğiyle birlikte Birleşik Krallık’ta su yönetimi değişmiştir. 1973 tarihli Su Yasası’yla İngiltere ve Galler’de su yönetim sistemi değiştirilmiş; ülkedeki nehir havzaları temel alınarak belirlenen on bölgede su ve atıksu hizmetlerini yürütecek su idareleri oluşturulmuştur. On su idaresinden biri Galler Bölgesi’nde, geri kalanlar İngiltere’dedir. Bu su idareleri havzada su kaynaklarının planlanması, su arzı, atıksu, yüzey sularındaki kirliliğin önlenmesi, balıkçılık, su rezervlerinin kullanımı ve lisans verme gibi görevleri olan, düzenleyici bir kuruluş konumundaydı. Merkezileşmeye dayalı bu yeni modelle, belirlenen on bölgedeki su idarelerinin yöneticileri merkezi hükümet tarafından atanmakta ve merkezi yönetime karşı sorumlu tutulmaktaydılar. Bölgesel su yönetimlerinde tarım, balıkçılık ve sanayi sektörlerinden, ayrıca yerel yönetimden temsilciler bulunmaktaydı. Yaptıkları toplantıların ise kamuya açık olması gerekliliği yasada belirtilmişti.

1980’li yıllarda devlet yönetimine egemen olan yeni-muhafazakarlar, suyu ülke düzeyinde özelleştirmeye başlamışlardır. 1983 yılında yapılan yasal düzenlemelerle su idarelerinin statüsü ve yönetim yapılarında değişiklik yapılmıştır. Yönetim kurulları dışında oluşturulacak danışma kurullarında yerel yönetim temsilcileri, sanayi ve ticaret sermayesinin temsilcileri ve su kullanıcılarının temsilcilerinin bulunması öngörülmüştür. Bunun yanında daha önce kamuya açık olarak yapılan bölgesel su yönetimleri toplantılarının artık kapalı olmasına karar verilmiştir. Bu değişikliklerle İngiltere ve Galler’deki su yönetimlerinin kamusal özelliği ve şeffaflığı kaldırılmış, suyun artık bir meta olarak değerlendirilmesi yolunda adımlar atılmıştır. Özelleştirmelerle on ayrı bölgede kurulmuş olan su idareleri 25 yıllık imtiyazlarla 10 su şirketine verilmiştir. Özelleştirmelere gerekçe olarak AB çevre ve su standartlarına ulaşmak, finansman ihtiyacını karşılamak, rekabeti ve etkinliği artırmak gösterilmiştir.

1989 tarihli Su Yasası’yla kamu eliyle yürütülen su ve atık su hizmetlerinin tamamı özelleştirilmiştir. Birleşik Krallık’taki bu girişim İngiltere ve Galler’i kapsamış, Kuzey İrlanda ve İskoçya bunun dışında bırakılmıştır. Yine bu yasayla Çevre Ajansı, Su Hizmetleri Ofisi gibi su hizmetlerinde düzenleme yetkisine sahip düzenleyici kuruluşlar oluşturulmuştur.    
Hükümetin 1989 yılında hayata geçirdiği suyun toplu özelleştirilmesi kararıyla birlikte sudaki yıllık yatırım miktarı ikiye katlanmıştır. İngiltere’de suyun kamu denetiminden çıkarılıp özel sektöre devredilmesiyle su fiyatları % 150-450 oranında artmıştır. Şirket karları ise %692 seviyesini bulmuştur.
Birmingham’da ön ödemeli kontör uygulamasına geçildiğinde, insanlar sifon çekme maliyetli olduğu için saksılara dışkılamaya ve bu saksıları dışarı atmaya başladılar. Bölgede dizanteri vakaları altı kat artınca 1998’de kontörlü sayaç uygulamasından vazgeçildi.

1989 yılında Londra ve Thames Vadisi’nde imtiyaz alan Thames Water şirketi 7 milyon kişiye içme suyu, 11 milyon kişiye ise atıksu arıtma hizmeti sağlama işini almıştır. 2002 yılında Alman RWE’ye satıldığında 870 milyon sterlin cirosu ve 6000 çalışanı ile İngiltere’nin en büyük su ve atıksu şirketiydi. RWE eskiyen su şebekesine hiçbir yatırım yapmadığı için aşırı yağmur yağdığında içme suyuna karışan yağmur suyu nedeniyle Hepatit-A hastalığı özelleştirme öncesinin iki katı oranında görülmeye başlanmıştır. Özelleştirme sonrasındaki ilk iki yılda 21 bin evin suyu kesilmiştir.
Halkın bu durumuna karşılık, 1994-1995 döneminde Thames-Water şirketinin vergi dışında kalan karı 303.7 milyar sterlin, bir önceki dönem karı ise 222.3 milyar sterlin olarak belirlenmiştir. Yine İngiltere’deki su tekellerinden biri olan South West Water ise fiyatları 1989-1994 arasında %187 oranında artırmış, 1993-1994 dönemindeki kârı vergiden sonra 85.9 milyon sterline ulaşmıştır. Toplama bakıldığında, 1989-1998 yılları arasında İngiliz su tekellerinin ortalama karı %142 oranında artmıştır. Tablo-1 tekellerin adı geçen dönemdeki kâr artış oranlarını göstermektedir. 
Şirket    Ortalama Kâr Artış Oranı (%)
Anglian    158
Northumbrian    898
Northwest    658
Severn Trent    100
Southern    115
South West    72
Thames    92
Welsh    351
Wessex    351
Yorkshire    50
Toplam    142
Tablo 1 – 1989-1998 Yılları Arasında İngiliz Su Tekellerinin Ortalama Kârlılığı (1997/1998 fiyatlarıyla)
Kaynak: Dore, Kushner ve Zumer
İskoçya, İngiltere’de yaşanan özelleştirme sürecinden doğrudan etkilenmese de 2002 yılında çıkarılan İskoç Su Yasası’yla suyun yönetimi önemli ölçüde değiştirilmiştir. Su konusunda yönetim daha önce belediyelerde iken, çıkarılan yeni su yasasıyla İngiltere’deki düzenleyici yapıya benzer bir yapıya gidilmiştir. İskoçya’nın tamamı tek su işletmesi olan Scottish Water’ın eline bırakılmıştır. 

Fransa

Özel şirketlerin Fransa’da su hizmetlerine katılımı 19. yüzyılın başında başlamıştır. Su alanının uzun süren şekillenme sürecinde 1964 ve 1992 tarihli Ulusal Su Yasaları’nın temel bir yeri vardır. 1964 tarihli Ulusal Su Yasası, Fransa’da su kaynaklarının yönetiminde havza bazında ölçeğin temel alınmasına ilişkin yasal düzenlemeleri içermekteydi. Bu yasayla Fransa, Adour-Garonne, Artois Picardie, Loire-Bretagne, Rhine-Meuse, Rhône-Méditerranée et Corse ve Seine-Normandie adını taşıyan altı su havzasına bölünmüştür. Bu altı bölgede bugün yerel yönetimlerin bir numaralı ortağı olan Su Ajansları kurulmuştur. Bu ajanslar birer kamu kurumu olup Sürdürülebilir Kalkınma ve Ekoloji Bakanlığı ile Maliye Bakanlığı’ nın vesayetinde çalışmaktadır. Su Ajansları’nın tüzel kişiliği ve mali özerkliği vardır. Yönetim kurulları yerel topluluk temsilcileri, su kullanıcı temsilcileri, devlet temsilcileri ve ajans personel temsilcilerinden oluşmaktadır. Beş yıllık programlarla çalışırlar. Su Ajansları’nın finansal kaynağı su kullanımı ve atıksu fatura ödemelerinden gelmektedir. Yüzey suları, yer altı suları ve deniz aşırı karasal sularla ilgilenirler. Görevleri su kirliliğine karşı mali ve teknik destek sağlamak, araştırma ve inceleme yapmak, istenilen su kalitesi hedefine ulaşmak, kaynak ve kullanıcı arasındaki su ihtiyaç dengesini sağlamak, kaynakları geliştirmek ve iyileştirmek, sel baskınlarını önlemektir.

16 Aralık 1964 tarihli yasa ve 14 Eylül 1966 tarihli kararname ile havza kurulları oluşturulmuştur. Bu kurullar su politikalarının oluşumunda danışmanlık yapar, su ajanslarının programını onaylar, yönetim kurulu kararları hakkında görüş bildirebilir, fatura tabanlarını ve oranlarını inceler ve yapılacak işlerin takibini yaparlar. 2005 yılında, kriz durumunda yönetim ihtiyacını karşılamak, gerekli mali ve teknik desteği sağlamak da havza kurullarının görevleri arasına dahil edilmiştir. Havza kurulları su konusuyla ilgili pek çok farklı kesimi bir araya getirir (devlet, bölge, özel işletme, yerel yönetim temsilcileri ve uzmanlar) ve genellikle ‘Su Parlamentosu’ olarak adlandırılır.

1992 yılında çıkarılan Ulusal Su Yasası ile AB standartları mevzuata alınmıştır. Su kirliliği kontrolünde tüketene-kirletene ödet politikası hayata geçirilerek piyasacı bir yaklaşımın temelleri atılmıştır. Kirletme vergisi tarımla uğraşan kesim dışarıda tutularak büyük ölçüde hane halklarından alınmaya başlanmıştır. Aynı yasada su ekonomik bir kaynak olarak değerlendirilmiştir.

1995 yılında çıkan Barnier Yasası ise özel sektörün su yönetimine yönelik imtiyazlarını sınırlamıştır. İmtiyaz, kira veya akarsu sözleşmelerinin süreleri 20 yılla kısıtlanmış, hakların devri de yasaklanmıştır.

Fransa’da su kaynaklarının yönetimi havza düzeyinde olmasına rağmen yerel yönetimlerin su yönetimlerinde büyük sorumlulukları vardır. Suyun toplanması, arıtımı ve dağıtımı belediyelerin yetki ve sorumluluğuna verilmiştir. Belediyeler aynı zamanda yatırım kaynaklarından da sorumludurlar. Bu kapsam içinde olan belediye sayısı 36.500 civarındadır. Su ile ilgili yatırımlarda Su Ajansları, İl Özel İdareleri veya Bölge Yönetimleri belediyeye maddi ve teknik destek sunarlar.

Belediye yönetimleri su hizmetlerini doğrudan kendileri yerine getirdiği gibi (tekelden işletim biçimi) özel şirketlere de yaptırabilirler (kira ya da imtiyaz sözleşmesiyle özel sektöre yetki devri). Belediyeler bu iki farklı uygulamadan birini seçebilir ve farklı fiyatlar uygulayabilirler. Fiyat farklarının Rekabet Kurulu’nun belirlediği ölçüye uymak durumunda olduğu hüküm altına alınmış olsa da 1998 yılı verilerine göre bu iki işletim biçimi arasındaki fiyat farkı oranı %13 civarına varmıştır.

Su ve atıksu hizmetlerinin sözleşmeyle devri genellikle ihale yöntemiyle olmaktadır. Ancak bazı özel şirketler yerel yönetimlerle yakın ilişki kurarak rekabeti ortadan kaldırmış ve uzun vadeli sözleşmeler imzalamışlardır. Özel sektör daha çok içme suyu dağıtımı yetkisini almayı istemekte, parasal getirisi az olan atıksu hizmetleri çoğunlukla belediyeye bırakılmaktadır. Yerel yönetimlere kamu-özel ortaklığı kapsamında özel sektörle sözleşme imzalama izni verilmesine rağmen, herhangi bir havza ajansı ya da belli bir yetkili kurum tarafından doğrudan denetimleri yapılmamaktadır. Su işletmesinin özel şirketlere devri, belediye başkanının herhangi bir ihmalden kaynaklanacak hasardan sorumlu olmamasını beraberinde getirmektedir.

Kira sözleşmeleri yerel yönetimlerle özel şirket arasında imzalanan, süresi 5-20 yıl arasında değişen sözleşmelerdir. Şirket bu sözleşme ile su dağıtım hizmetini alırken, yalnızca tesislerin kullanım hakkını almış olur, yani yalnızca işleyişten sorumludur. Su fiyatı üzerinden ödenek alır, belli bir miktarı ise su şebekesinin finanse edilmesi ve amortisman masrafları için belediyeye verir. Yapılması gerekli yenilemeleri, yatırımları yapmak belediyenin sorumluluğundadır.

İmtiyaz sözleşmelerinde ise firma, sözleşme süresince yapacağı yatırımları önceden bildirmek kaydıyla  yatırım yapabilir. Sözleşmenin süresi bu yatırımın önemine büyük ölçüde bağlıdır. Kullanıcılardan fatura tahsis edilmesi de yine özel şirkete aittir.

Bunlar dışında karma işletim biçimi ya da akarsu sözleşmeleri gibi değişik işletim biçimleri de mevcuttur.

Fransa’da ülke nüfusunun yaklaşık olarak %80’inin su temini, %40’ının ise kanalizasyon hizmeti özel şirketler tarafından sağlanmaktadır. Bu alanda Fransa’nın üç su tekeli en büyük paya sahiptir. 2002 yılı verilerine göre su piyasasında Vivendi’nin %35, Suez Lyonnaise des Eaux’nun %23 ve Saur’un %16.5’luk payı vardır. Özel şirketlere yetki devri birçok olumsuzluğu da beraberinde getirmiştir. Su fiyatlarındaki artış bu olumsuzluklar arasında en önemlisidir. Su tekelleri bu artışın nedenini ‘sermaye yatırımı’ olarak açıklamaktadırlar.

Kamu-özel ortaklığı ile özel şirketlere devredilen su işletmeleri Fransa’daki yerel demokrasiyi de tehdit etmektedir. Su tekellerinin, seçimde yerel yönetimleri kazanma şansı olan adaylara sağladıkları maddi destek halkta güven sorunu oluşturmuştur.

Yönetim Biçimi    1994    1995    1996    1997    1998    1999
Yerel Yönetim    1489    1621    1716    1803    1848    1841
Özel Teşebbüs    1784    1908    1993    2050    2100    2100
Kamu-Özel Ortak Girişim    1734    1812    1963    2014    2076    2101
Ortalama     1689    1799    1910    1974    2015    2049
Tablo 2 – 1994-1999 Arasında Yıllık Ortalama Fiyat Hareketleri
(120metreküp/Fransız Frangı)
Kaynak: Dore, Kushner ve Zumer 2004

Tablo 2’de üç yönetim modeline göre 1994-99 arası su fiyatı hareketleri verilmiştir. En düşük fiyat artışı su hizmetlerinin yerel yönetimlerde olduğu bölgelerdedir. Bu fiyat artışları özel sektörün elinde olan bölgelerle karşılaştırıldığında %40 oranında düşük seyrettiği görülmektedir.

Fransız modeli su işletmelerinde mülkiyet kamuda kalsa da işletmenin özel şirketlere devri, kamunun karar alma sürecinden koparılmasının yanında standartların, fiyatların ve kamusal içeriğe sahip olması gereken normların da özel sektör mantığı ve piyasa koşulları içerisinde belirlenmesine yol açmıştır. Su hizmetleri bir kez ticarileştirildiğinde tüm bu sonuçlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır.

Fransa’nın su piyasasındaki  üç büyük su tekeline çok sayıda tüketici derneği dava açmış durumdadır. Fransa’da Sayıştay, Kamu Sektörü Yüksek Konseyi, Ulusal Değerlendirme Kurulu, Planlama İdaresi, Parlamento Teknolojik ve Bilimsel Tercihleri Değerlendirme Bürosu, Rekabet Kurulu, Parlamento Araştırma Komisyonu gibi devlet organları 20 yıllı aşkın bir süredir su yönetimini incelemekte ve uygulamaları eleştirmektedir.

Su uzmanları da Fransa’daki kamu-özel ortaklığı eliyle uygulanan su işletmesini eleştirmektedir. Bu uzmanlardan biri olan R.Petrella, suyun insanlığın ortak malı olduğunu, herkesin suya erişim hakkının olması gerektiğini, suyun mülkiyeti dışında yönetiminin ve işletiminin de piyasa kurallarına bırakılmaması gerektiğini, su sağlamanın kamusal bir hizmet olması gerektiğini savunmaktadır. Petrella’nın bu görüşleri ve itirazları Fransa’daki bir çok kesimi de harekete geçirmiştir. Fransa’da sivil toplum kuruluşları ve bir çok parti suyun kamusal bir hizmet olmasını, sağlıklı ve ucuz dağıtılmasını ve devletin suyun yönetimini tekelden yapmasını istemektedirler.

Fransa/Grenoble

1989 yılında Grenoble’da dönemin belediye başkanı suyun özelleştirilmesi için çeşitli yolsuzluklar yaparak su hizmetlerini yasadışı bir şekilde Suez tekelinin bünyesinde bulunan Lyonnaise des Eaux’a satarak özelleştirdi. Suyu bir meta olarak algılayan çokuluslu şirketler, Grenoble’deki bu uygulamayı su yönetimi için dünyaya örnek olarak gösteriyorlardı. Oysa özelleştirme sonucunda Grenoble’da suyun fiyatı iki misli artmıştı. Fransa’nın genelinde ise yapılan su özelleştirmeleri sonucunda ortalama %150 fiyat artışı olmuş, bunun dışında 5 milyon insan temiz sudan yoksun kalmış, kolera salgınları yaşanmıştır. Grenoble’da halkın vermiş olduğu politik ve hukuki mücadele sonrasında kentin su dağıtım sistemi 2000 yılında yeniden belediyeye devredilmiştir.

1984 yılında Grenoble Belediye Başkanı Alain Carignon, gaz, elektrik ve su hizmetlerinin  özelleştirilmesini esas alan bir politikayı hayata geçirmeye başladı. Carignon 1976-1978 yılları arasında genel sekreterliğini Jérôme Monod’ın yaptığı muhafazakar sağ parti Cumhuriyet İçin Birlik Partisi’nin (RPR) tanınmış bir üyesiydi. Jérôme Monod ise aynı zamanda Lyonnaise Des Eaux su şirketinin yöneticisiydi. 1989 yılında Carignon kentin su hizmetlerinin özelleştirilmesi için önerilen firmalar arasına Suez-Lyonnaise COGESE’yi de (Compagnie De Gestion Des Eaux du Sud-Est) dahil etti.  Grenoble şehir meclisinde Kasım 1989 tarihinde oylanarak su ve kanalizasyon yönetimi 25 yıllığına COGESE’ye devredildi. Anlaşma Demokrasi Ekoloji Dayanışma Derneği (ADES) liderliğindeki muhalefete, sendikaların yaptıkları grevlere, protesto gösterilerine ve vatandaşların kurdukları çeşitli tüketici dernekleriyle tüketiciler olarak özelleştirme planına dava açmalarına rağmen imzalandı. Özelleştirme yapıldığı sırada belediye suyu düşük bir fiyata ve iyi kalitede sağlıyordu. Belediye yönetimi de fiyatı düşük olmasına rağmen su işinin belediye bütçesine düzenli katkıda bulunduğunu dile getiriyorlardı.

Hukuksal süreçler işlemeye başladı. Bir yandan da kamuoyu baskısı ve mücadelesi sürüyordu. Bu sırasında Lyonnaise Des Eaux şirketinin suyun özelleştirilmesine karşılık olarak Carignon’un seçim kampanyasına para verdiği, bunun dışında  Suez-Lyonnaise’in iki yöneticisinin Carignon’a yüksek bir meblağ değerinde hediyeler verdiği ortaya çıktı. Böylelikle yolsuzluk yapıldığına dair davalar peş peşe açılmaya başlandı. 1995’te Carignon (kendisi daha sonra iletişim bakanı olmuştu) ve Lyonnaise Des Eaux yöneticilerinden Jean-Jacques Prompsey (daha sonra dünya çapında iş yapan SITA’nın başkanı oldu) rüşvet almak ve vermekten hapse mahkum edilmişlerdir. Carignon ayrıca kamu olanaklarını kişisel çıkarları için kullanarak tüketicilere zarar verdiği gerekçesi ile para cezası ve siyaset yasağına da çarptırılmıştır.

COGESE sözleşmeleri incelendiğinde fiyatların bir takım tekniklerle şişirilerek Grenoble halkına çok yüksek faturalar ödetildiği kanıtlanmıştır. Bu tekniklerden biri kayıt sözleşmelerinde yer alan giriş ücretleriyle oynamaktı. Araştırmalar sonucunda 1989’dan itibaren uygulanan bu teknikler ile faturaların  toplam 21 milyon FF şişirilmiş olduğu, 1995 yılında faturaların olması gerekenin %51 üzerinde olduğu ortaya konmuştur. Grenoble İdari Mahkemesi 1999 yılında COGESE tarafından dayatılan tarifelerin yasadışı  olduğuna karar vermiş ve giriş ücretleri halka iade edilmiştir.  

1996’da Société Des Eaux De Grenoble (SEG) adında %51’i belediyeye, %49’u Suez-Lyonnaise’e ait yeni bir şirket kuruldu. Belediyeden 7, Suez-Lyonnaise’den 5 müdür atandı. Fakat Suez-Lyonnaise bütün önemli kararlarda veto hakkını kullanarak engellemeler yapabiliyor, belirleyici olabiliyordu. Bu arada Suez-Lyonnaise halk sağlığı ve su tedariği için bir alt şirket kurdu (SGEA) ve belediyeyle 15 yıllık bir sözleşme imzaladı. 5 uzmanını SEG’de tutarak, geri kalan 82 kişilik uzman ekibini kazancı %100 Suez-Lyonnaise’e ait olan SGEA’ya aktarmıştı. Aynı zamanda bu yeni kamu-özel ortaklık girişiminin Suez-Lyonnaise şirketine sağladığı mali avantajlar vardı. Grenoble kent meclisi geçmiş beş yıl için COGESE’nin zararını telafi etmeyi kabul etmişti. Kent meclisi bu parayı elbette vergi mükellefi olan halktan alarak ödüyordu, ancak bu yeterli gelmediği için ödemeyi yapabilmek için SEG içindeki kâr payından vazgeçmek durumunda kalıyordu.

Bu arada siyasi muhalefet ve kamuoyu mücadelesi de devam ediyordu. Yaşananlar seçimlere de yansımış ve sol partiler belediyelerin çoğunda yönetime gelmişlerdi. ADES’in öncülüğündeki muhalefet şimdi de kamu-özel ortaklığı olan SEG’le 1996’da yapılan sözleşmeye itiraz ediyordu. 1998 yılının Ağustos ayında Grenoble İdari Mahkemesi bu sözleşmenin de kamuoyu yararına değil, rekabetçi anlayışa göre yapılmış olduğu gerekçesiyle geçersiz olduğunu ilan etti. Şehir meclisinde yapılan tartışmalar sonucunda 20 Mart 2000 tarihinde su hizmetlerinin yeniden yerel yönetime bırakılması onaylandı. Halkın muhalefeti Grenoble’da da kazanmıştı.

Bugün Grenoble’da Fransa’daki en düşük su fiyatı uygulanmaktadır. Ayrıca su hizmetleri de halka temiz, kesintisiz, kısacası sorunsuz olarak sunulmaktadır. 

Sayı 7 Su Sayfa 92-100 İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

http://www.ivmedergisi.com/

Dünya Su Konseyi (WWC) ve Dünya Su Forumları (WWF)

Temel ihtiyaçlarımızdan ve aynı zamanda haklarımızdan biri olan su, insanlığın üretim biçiminin kârlılık üzerinden belirlendiği günümüzde, kâr edilebilir bir mal olarak değerlendiriliyor. Tüm kamusal haklar gibi su hakkımız da elimizden alınarak, devletler ya da özel şirketler eliyle alınıp satılabilir ve işletilebilir bir meta haline getiriliyor.

Bu metalaştırma sürecinde, sürecin aktörleri olan devletler ve özel şirketler, suyun piyasaya açılmasının ideolojik altyapısını oluşturmak, sürecin planlamasını yapmak,  bu doğrultuda atılan adımları merkezileştirerek hızlandırmak ve piyasayı aralarında paylaşmak üzere bir araya gelerek uluslararası kurumlar oluşturmuş, dünyanın değişik yerlerinde konferanslar, forumlar düzenlemiştir. Kapitalist-emperyalist sistem bu çabalarla suyun ticarileştirilmesini, su da ticari bir maldır/metadır ve piyasada herhangi başka bir mal gibi alınıp satılmalıdır (“kullanan öder” yaklaşımı) görüşüyle meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Küresel ölçekte suyun yönetimi için oluşturulan ilk yapı, 1972 yılında kurulan IWRA-Uluslararası Su Kaynakları Birliği’dir. ABD’de kurulan, Dünya Su Konseyi’nin kurucu kurumlarından biri olan IWRA’nın oluşturulmasının ardından suyun küresel ölçekte yönetimi için toplantılar gerçekleştirilmiş ve IWRA, bu görev için yeni yapılar kurulmasına ön ayak olmuştur. Günümüzde ise IWRA 110 ülkeden 1400 civarında şirket, kurum ve birey statüsünde üyeye sahiptir.

İlk kez hükümetler arası bir su konferansı Birleşmiş Milletler tarafından 1977 yılında düzenlenmiştir. Ardından 1980 yılında Birleşmiş Milletler, takip eden on yılı, “Uluslararası İçme Suyu Arzı ve Hijyen Koşullarının İyileştirilmesi” on yılı olarak deklare etmiştir.
 
1992 yılına gelindiğinde,  uluslararası bir su konseyi kurma fikri ilk kez olarak Dublin’de yapılan BM Uluslararası Kalkınma ve Çevre Konferansı’nda ve Rio de Janerio’da yapılan Yeryüzü Zirvesi’nde öne sürülmüştür. IWRA, 1994 yılında Kahire’de düzenlediği 8. Dünya Su Kongresi’nin özel bir oturumunu bu konuya ayırmış ve bu oturum Dünya Su Konseyi (DSK) kurulması yönünde bir önergeyle sonuçlanmıştır. Böylece küresel su yönetimi konusunda verilmekte olan dağınık, birbirinden kopuk ve etkisiz çabaların bir şemsiye kurum altında birleştirilmesi gerekliliği fikrinde ortaklaşılmıştır. 1995’te kuruluş komitesini oluşturan Dünya Su Konseyi’nin merkezi Fransa-Marsilya’da açılmıştır. Konsey, ilk toplantısını Mart 1995’te Kanada-Montreal’de, ikinci toplantısını da İtalya-Bari’de gerçekleştirmiştir. Bu iki toplantıda Dünya Su Konseyi’nin amaç ve hedefleri tanımlanmıştır. Temmuz 1996’da Dünya Su Konseyi’nin ilk geçici Guvernörler Heyeti İspanya-Granada’da toplanmıştır.
 
Dünya Su Konseyi, belirlediği politikaların hayata geçirilmesi için her üç yılda bir periyodik olarak yaptığı Dünya Su Forumları’nın birincisini Mart 1997’de Fas-Marakeş’te gerçekleştirmiştir. Marakeş Deklarasyonu’nun yayınlanması ile su sorununda Dünya Su Konseyi’nin liderliği kesin olarak belirlenmiştir. Dünya Su Konseyi, “21. Yüzyılda Yaşam ve Çevre için Dünya Su Vizyonu” geliştirme görevini üstlenmiştir. Konsey, Mart 1998’de Paris’te, Fransız Hükümeti’nin işbirliği ile gerçekleştirilen Uluslararası Su ve Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’nın organizasyonunda yer almıştır.

2. Dünya Su Forumu (DSF) 2000 yılında Hollanda-Lahey’de yapılmıştır. Lahey’de yapılan ikinci DSF, DSK’nin su politikalarında belirleyici olacak kararlar almıştır. Bu kararlar şunlardır:

    Bütünleşik yönetime bütün paydaşları katmak (Bütünleşik Su Kaynakları Yönetimi),
    Su hizmetlerinin fiyatlandırılmasına bütün maliyetleri dahil etmek,
    Araştırma ve yenileştirme için kamusal fonları arttırmak,
    Uluslararası su havzalarında işbirliğini arttırmak,
    Su yatırımlarını büyük oranda arttırmak.

2000 Lahey DSF’nun suyun ticarileştirilmesi konusunda en önemli kararı “Bütünleşik Su Kaynakları Yönetimi”dir. Bütünleşik Su Kaynakları Yönetimi, AB Su Çerçeve Direktifi temelinde bir kavramdır. Bu kavramla doğal su kaynaklarının kendi doğal coğrafi sınırları içerisinde yönetilmesi ve bu yönetimde tekelleri egemen kılmak hedeflenmektedir.

Üç yılda bir toplanan Dünya Su Forumları’nın üçüncüsü ise Mart 2003’te Japonya-Osaka’da yapılmıştır. Bu forumda Dünya Su Konseyi, 2. Dünya Su Forumu’nun taahhütlerine uygun olarak Dünya Su Faaliyetleri Raporu’nu yayımlamıştır.

4. Dünya Su Forumu 2006 yılında Meksika-Mexico City’de yapılmıştır. Dünya Su Forumu’nun suyun küresel ölçekte ticarileştirilmesi amacının halklar tarafından anlaşılmaya başlaması sonucu 4. Dünya Su Forumu, yüz bini aşkın insan tarafından yapılan büyük protestoların hedefi olmuştur.

Küresel ölçekte suyun yönetiminin merkezi olan Dünya Su Konseyi’nin kurucu kuruluşları, Uluslararası Su Kaynakları Birliği (IWRA), Uluslararası Sulama ve Drenaj Komisyonu (ICID), Kanada Uluslararası Kalkınma Ajansı (CIDA), Dünya Bankası (WB), Uluslararası Su Kalitesi Derneği (IAWQ), Uluslararası Su Birliği (IWSA), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve Dünya Konservasyon Birliği (IUCN)’dir.  

Günümüzde ise Dünya Su Konseyi’nin 65 ülkeden 340 üyesi bulunmaktadır. Dünyadaki en büyük yatırım bankaları ve en büyük su şirketleri, hükümet kuruluşları, STK’lar, meslek birlikleri ve akademik kurumlar Konsey’in üyeleri arasındadır. Avrupa Yatırım Bankası, Afrika Yatırım Bankası, Lyonnaise des Eaux, Group Suez, Price Waterhouse Coopers, Suez Environment, AREVA bu üyeler arasında göze çarpanlardandır.

Fransız şirketi olan Suez, 130’u aşkın ülkede faaliyet göstermekte ve 115 milyon kişiye su satmaktadır. Yine bir Fransız şirketi olan Vivendi ile birlikte, özel şirketlerin pazarladığı suyun yüzde 70’ini satmakta ve yıllık ciroları toplamı 70 milyar doları aşmaktadır. Çin’de, Hindistan’da, Güney Kore’de, Vietnam’da, Filipinler’de, Güney Amerika’da ve daha birçok ülkede yapılan özelleştirmelerde su kaynaklarını satın alan ve işleten, bu iki şirkettir.(1) Antalya Belediyesi’nin yaptığı su özelleştirmesinde de yine Suez Lyonnaise des Eaux karşımıza çıkıyor.

Konsey’de yer alan Dünya Bankası ve Kalkınma Bankaları da geri dönüşüm (suyun fiyatlandırması) ve özelleştirme amaçlı kredi finansörleridir. Örneğin Çin’in Tianjin kentinin su tesislerinin yenilenmesi işlerinin özel sektöre devrinde, projenin finansmanı için Asya Kalkınma Bankası 130 milyon dolar kredi vermiştir.(1) Dünya Bankası da “son on yılda su projelerine verdiği 20 milyar dolar ile özelleştirmelerin temel finansörü olmuştur. Hükümetlere verdiği borç anlaşmalarına koyduğu su özelleştirilmesi hükümleri ve özel sektörle ilgili yan kuruluşu IFC aracılığı ile su şirketlerinin amaçlarına hizmet etmiştir.”(2)

Konsey’de Türkiye 41 üye ile en çok üyesi olan üçüncü ülke konumundadır. Dünya Su Konseyi üyelerinin %13’ünü Türkiye’den kurumlar oluşturmaktadır. Türkiyeli kurumların büyük bir çoğunluğu inşaat, mühendislik ve müteahhitlik alanlarında faaliyet gösteren şirketlerden oluşmaktadır. Ceylan İnşaat, Doğuş İnşaat, Ecetur, Eren İnşaat, Güriş İnşaat, İçtaş İnşaat, Kiska İnşaat, Limak İnşaat, Nurol İnşaat, Peker İnşaat, Tefken Holding, Yüksel İnşaat ve Ünal Şirketler Grubu bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu şirketlerin ortak özelliği, baraj inşaatı, su altyapı hizmetleri, atık su arıtım tesisleri inşaatı gibi alanlarda yatırımlarının olması ve dünyanın en büyük su şirketleriyle ortak çalışıyor olmalarıdır. 5. Dünya Su Forumu’nun Su Köprüsü bültenine göre, “Önümüzdeki 15 yılda çevre teknolojilerine, tesislere 70 milyar Euro yatırım yapılacaktır. Bu yatırımlar esas olarak katı atık, tehlikeli atık, atık su ve yenilenebilir enerji alanında olacaktır.”(3) Bu alanlardan kâr etme hedefi olan inşaat ve su şirketlerinin iştahlarının kabarması ve Dünya Su Konseyi organizasyonunda yer alarak bu paylaşımda belirleyici olmak istemeleri çok doğaldır. Bu şirketlerin yanı sıra GAP, Devlet Su İşleri ve İSKİ gibi resmi kuruluşlar ve Türk Su Vakfı da Dünya Su Konseyi’nin üyeleri arasındadır.

Dünya Su Konseyi amacını “Su kaynaklarının sürdürülebilir olarak kullanımı konusunda çeşitli eylem programlarının hazırlanması, su kaynaklarının ve çevrenin gelecekteki durumuyla ilgili olarak değişik senaryoların geliştirilmesi, su konularının daha uzun vadeli ve daha kapsamlı bir şekilde ele alınarak küresel bazda bir ‘düşünce kuruluşu’ olarak çeşitli faaliyetlerin gerçekleştirilmesi” olarak tanımlamaktadır. Ancak su kaynaklarının sürdürülebilirliği ve herkese sürdürülebilir, güvenli su hizmeti sağlanması konularında sorun olarak saptanan nokta, geri bıraktırılmış ülkelerin devletlerinin bu alanlarda gerekli olan yüksek maliyetli yatırımları yapamaması, yerel yönetimlerin bu hizmetleri eksik olarak yerine getirmesi olunca; bu yatırımları yapabilecek, hizmetlerin daha “kaliteli” sağlanmasını başarabilecek olan özel sektörün su piyasasında daha etkin olması, Konsey tarafından sorunun çözümü olarak sunulmaktadır. Bu “düşünce kuruluşu”, böylece, üyesi olan büyük su tekellerinin çıkarları doğrultusunda su piyasasını özel sektöre açmaya ve bu tekellerin sektördeki payını ve kârlılığını yükseltmeye, suyu piyasalaştırmaya ön ayak olan bir kuruluş olmaktadır. Bunu yaparken halkların da görüşlerine yer veren, dünya için en iyisini bulmaya çalışan bir “düşünce kuruluşu” görüntüsünde olmak için forumlar düzenleyerek bir toplumsal meşruiyet kazanmaya çalışmaktadır. Bu forumlarla suyu piyasalaştırmanın ideolojisini yaymakta; ticarileştirme ve özelleştirme uygulamalarına karşı gelişecek toplumsal muhalefetin önünü almak için gerekli toplumsal, ideolojik altyapıyı hazırlamak için forumları kullanmaktadır.

Dünya Su Konseyi Başkanı, aynı zamanda dünyanın en büyük su şirketinin (Suez’e bağlı Marseilles Water Supply Company) CEO’su Loic Fouchon’un “Su faturasına, cep telefonu kadar ödeme yapmaya razı olursak hiçbir sıkıntı kalmayacak. Tüm insanlık olarak bir tercih yapmamız lazım. Yani arabaların benzini için harcadığımız paranın yüzde 5’ini suya harcasak dünyada su sorunu yaşanmaz” sözleri Dünya Su Konseyi’nin su sorununu ele alış perspektifini açıkça ortaya koymaktadır. Dünya Su Forumu’na göre, suyun tamamen ticarileştirilmesinin başarılmasıyla su sorunu çözülecektir. Milliyet gazetesi yazarı Meral Tamer’in Dünya Su Forumu’na ilişkin tanımı da çok etkileyicidir: “Dünya Su Forumu, su ile ilgili küresel ortak aklı ortaya çıkartmak için oluşturulmuş bir girişim. Formatı forum olan diğer tüm toplantılarda olduğu gibi herkesin fikrini söyleyebileceği bir pazar yeri; hiçbir kriteri yok”(4). Foruma ilişkin yapılan “pazar yeri” benzetmesi, su sorununun çözüm platformu olarak malların alınıp satıldığı bir pazar tanımı yapılması, Dünya Su Konseyi cephesinden çözümü açıklıyor. Bu çözüm, uluslararası su tekellerinin çözümüdür, halkların değil. Bu çözüm, halkların su hakkını garanti altına almıyor; su tekellerinin kârını garanti altına alıyor.

Suyun piyasalaştırılmasının ideolojik platformu olan Dünya Su Forumları’nın 5.’si 16-22 Mart 2009 tarihlerinde İstanbul’da, Sütlüce’de gerçekleştirilecek. 5. Dünya Su Forumu’nun ele alacağı başlıklar arasında dikkati çekenler, Küresel Değişimler ve Risk Yönetimi, İnsani Kalkınmanın ve Binyıl Kalkınma Hedeflerinin Geliştirilmesi, İnsani ve Çevresel İhtiyaçlar Dikkate Alınarak Su Kaynaklarının Korunması ve Yönetimi, İdare ve Yönetim başlığı altında “Su hizmetinde kamu ve özel sektörün optimizasyonu”, Finans, Eğitim, Bilgi ve Kapasite Geliştirme konularıdır. Görüldüğü gibi, başlıklar arasında forumun ana hedeflerinden biri olan su hizmetlerinin özelleştirilmesi konusu yoktur. Ancak bu bize yalnızca forumda, halkların tepkisini azaltmaya yönelik kavram seçimleri yapıldığını gösterir. Örneğin su hizmetlerinin özelleştirilmesi değil, “kamu-özel sektör ortaklıkları” ya da suyun piyasalaştırılması değil, “herkese sürdürülebilir, güvenilir su sağlanması” denmekte; su kaynaklarını işleten ve buradan büyük kârlar elde eden şirketlerin su kaynaklarına “sahip olmadıkları”, yalnızca bu kaynakları “yönettikleri” söylenmektedir.

Forum, ulaşma ve temsil etme iddiasında olduğu dokuz temel grup tariflemiştir. Bunlar; kadınlar, gençler ve çocuklar, iş dünyası ve sanayi, yerel yönetimler, bilim ve teknoloji, işçiler ve işçi sendikaları, yerli halk, çiftçiler ve STK’lardır. 5. Dünya Su Forumu’nun bugüne kadar yukarıda bahsedilen bileşenlerin birçoğundan bağımsız örgütlendiği aşikârdır. Bu gruplardan iş adamları ve sanayinin, yani uluslararası şirketlerin ve hükümetlerin katılımcı ve karar verici olarak ağır bastığı, halkın ve işçi, köylü, kadın, genç gruplarının hiç yer almadığı kolayca anlaşılmaktadır. Foruma kayıt ücretleri de bu durumu çok net yansıtmaktadır. Foruma bir günlük kayıt ücreti 100 Euro’dur. Halkın sözü geçen kesimlerinin bu ücreti karşılayamayacağı ve bugüne kadar forum bileşenleri arasında olmayan bu kesimin parayı ödemeleri koşulunda bile her şeyi belirlenmiş bir forumda etkili olamayacakları ortadadır.

5. Dünya Su Forumu’nun yapılacağı yer olarak Türkiye’nin seçilmesinin nedeni, Türkiye’nin bölgede su kaynakları bakımından en zengin ülke olmasıdır. Bu seçim göstermektedir ki ülkemizde forum organizasyonunda yer alan su tekellerinin ve işbirlikçilerinin piyasaya açmak ve işletmek istedikleri zengin su kaynakları mevcuttur. Forum’un burada düzenleniyor olması, Türkiye’deki su kaynakları ve hizmetlerinin özel sektöre devri açısından anlamlıdır. Suyun ticarileştirilmesine duyulan istek gerek Türkiye’nin sermaye kuruluşları gerekse de hükümetçe paylaşıldığı için, Türkiye forumun hedeflerinin uygulanabileceği bir ülke olarak düşünülmektedir. Aynı zamanda Türkiye IMF, Dünya Bankası, GATS gibi uluslararası kurum ve anlaşmalar tarafından ve AB uyum süreci gereği, tüm hizmetlerde olduğu gibi, su altyapı hizmetlerini ve su kaynaklarını da ticarileştirerek piyasaya açmaya mecbur bırakılmıştır. 1995 yılında imzalanan GATS’ın önemli maddelerinden bir tanesinde, “Bu anlaşma hiçbir zaman ulus devletleri kamu hizmetlerini özelleştirmeye zorlama hedefi gütmemektedir. Ama kamu hizmetleri piyasa ölçeğinde ticarileştirilmek, rekabete açık hale getirilmek zorundadır” denmekte, böylece imzacı ülkelerin tüm kamu hizmetleriyle birlikte su hizmetlerini de piyasaya açmaları zorunlu tutulmaktadır.

Bu nedenle, 5. Dünya Su Forumu’nun Türkiye’de yapılacak olması, suyun ticarileştirilmesi yolunda atılan adımların hızlanacağına dair bir gösterge olması açısından anlamlıdır. TÜSİAD’ın Eylül 2008’de yayınladığı raporda, “Özellikle gelişmekte olan ülkelerde gözlenen temel sorunlar; su kaynaklarının etkinlikten uzak yönetilmesi, hizmet kalitesinin düşüklüğü ve bunun sonucunda ortaya çıkan negatif dışsallıklar, karşılaşılan sorunlara kısa sürede çözümler üretilememesi, su ve atık su hizmetlerinin kamu tarafından desteklenmesi sonucunda maliyeti yansıtmayan düşük fiyatlar nedeniyle suyun israf edilmesi, hizmetin getirisinin maliyetlerin altında kalması, aşırı istihdam ve gerekli altyapı yatırımlarının hayata geçirilememesi olarak sıralanmaktadır”(5,6). TÜSİAD, sorunun çözümü olarak, “Şebeke suyu hizmetinin bir ekonomik mal olarak piyasa içinde fiyatlandırılması yaklaşımı ile birlikte söz konusu hizmetin özel teşebbüsler eliyle yürütülmesi”ni sunmaktadır(7). Hükümet de TÜSİAD gibi Dünya Su Forumu ile paralel adımlar atmakta, nehirlerin özelleştirilmesini, kontörlü sayaç uygulamalarını gündeme getirmektedir.

Tüm bunlar gösteriyor ki su kaynaklarımızın özelleştirilmesi, su hizmetlerinin özel sektör tarafından yönetilmesi sonucu su fiyatlarının yükselmesi ve yoksulların, halkın büyük çoğunluğunun suya erişiminin engellenmesi, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, ülkemizde de çok yakın bir gelecekte karşı karşıya kalacağımız sorunlar olacaktır. Suyun ticarileştirilmesine ve su hakkımızın elimizden alınmasına yol açan bu politikaların mimarı ise Dünya Su Konseyi ve onun düzenlediği Dünya Su Forumları’dır. Meksika’da 4. Dünya Su Forumu’na karşı gelişen protestolarda olduğu gibi, Bolivya’da ve dünyanın birçok farklı coğrafyasında verilen su mücadelelerinde olduğu gibi, Mart’ta İstanbul’da yapılacak olan 5. Dünya Su Forumu’na ve suyun ticarileştirilmesine karşı, su yaşamdır, haktır, halkındır, satılamaz temelinde örgütlenerek mücadele etmeliyiz.

NOTLAR
(1)     “European Water Corporations and Privatization of Asian Water Resources”, Santiago Charles, 2002.
(2)     “Water Privatization: The World Bank’s Latest Market Fantasy”, Barlow Maude ve Clarke Tony, 2004.

(3)     5. Dünya Su Forumu Bülteni, No:2, Eylül 2008
(4)    Dünyada Suyun Patronu Türkiye Olabilir Mi?, Meral Tamer, Milliyet Gazetesi, 9 Ocak 2009 
(5)    Su Politiktir: Küresel Su Politikalarının Ulusal ve Yerel Ölçekte Yansımaları, Esra ERGÜZELOĞLU KİLİM, Mustafa ŞENER 
(6)    Küresel Su Krizine Çözüm Arayışları: Şebeke Suyu Hizmetlerine Özel Sektör Katılımı: Dünya Örnekleri Işığında Türkiye İçin Öneriler, TÜSİAD, 2008.
(7)    Türkiye‘de Su Yönetimi: Sorunlar ve Öneriler, TÜSİAD, 2008.
KAYNAKÇA
1.    http://www.worldwaterforum5.org/
2.    http://www.worldwatercouncil.org/
3.    http://www.supolitik.org/

Sayı 7 Su Sayfa 21-26

İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

http://www.ivmedergisi.com/d%C3%BCnya-su-konseyi-d%C3%BCnya-su-forumlar%C4%B1.html

Su: Bir İhtiyaç Mı? Bir Hak Mı? Yoksa Bir Kullanım Değeri Mi? Gaye Yılmaz

Şubat 2009

Temiz ve kullanılabilir suyun kıtlaşmasının son dönemde bütün dünyada başat duruma gelen bir tartışma halini aldığı bilinmektedir. Kimilerine göre suların ve su dağıtım hizmetlerinin özelleştirilmesi için kullanılan fakat gerçeklikle ilgisi olmayan bu tez; bazılarına göre de tamamen doğa süreçlerinin değişmesinden kaynaklanan bir durumdur. Bu farklı düşünce biçimleri karşısında öncelikle, hem temiz suyun miktarsal olarak azalmasının nedenlerine,  hem de doğadaki değişimi tetikleyen süreçlere bakılmasında yarar vardır.

Dünyanın bugünkü duruma nasıl geldiğine bir göz atıldığında tarımdan, sanayiye ve toplumların değişen kültür ve alışkanlıklarına kadar yaşamın bütün alanlarında meta üretimine endeksli kapitalist sistemin yapısal etkileri görülmektedir. Bu bağlamda, örneğin, kapitalizmde meta üretimi ihtiyaçlardan bağımsız olarak yalnızca metaların değişimine, yani sermaye birikimine odaklandığı için toprağın aşırı tüketimi söz konusu olmakta; bu da tarımsal sulamanın giderek artması anlamına gelmektedir. Bunun en temel göstergesi ise, tarım üretimindeki muazzam artışların nüfus artışlarından çok daha fazla olmasına karşın dünyadaki açlık olgusunun azalmadığı gibi ciddi oranda artmış olmasıdır. Tarım alanlarında nehir suları neredeyse tamamen kullanılmış olduğundan, son on yıllarda sulanan arazileri büyütebilmek için yer altı sularına dönülmüştür. Sonuç olarak su için artan talep, pek çok yer altı su kaynağının doğal dolum hızını aşmış durumdadır. Bu gelişmenin en çarpıcı örneğini dünyadaki toprakların verimliliğindeki azalış eğilimlerinden takip etmek mümkündür:

“1950’den 1990 yılına kadar dünya tahıl üreticileri topraklarının verimliliğini yıllık %2,1 oranında arttırdılar. Aynı dönemde dünya yıllık nüfus artışı %1,9 kadardı. Ancak, 1990’dan 2000’e kadar geçen sürede bu oran yıllık nüfus artışının ancak yarısına, %1,2’ye kadar geriledi. 2004 yılında yapılan projeksiyonlarda  2000-2010 yılları arasında tahıl üretimindeki artışın yüzde 0,7 gibi bir orana, yani önceki on yıllık artışın yarısına düşeceği belirtilmektedir. Toprak verimliliğinin arttırılmasındaki hız kaybı yalnızca teknolojik desteğin azalmasına değil, pek çok ülkede sulama suyunun kaybedilmesine bağlıdır ”

Yukarıdaki alıntıda, nüfus için verilen yüzdelerin doğrudan nüfus artışını ifade ederken; buna karşın tarımsal üretim için verilen yüzdelerin birim toprak miktarından elde edilen ürünlerin miktarsal artışları arasındaki farkı ifade ettiğini hatırlatmakta yarar vardır. Başka bir deyişle toprak verimliliğinin %2,1 artması, tarımsal üretimin %2,1 arttığı anlamına gelmemekte; verili bir ürün artış hızında %2,1 lik bir yükselmeye; ya da örneğin %5 olan ürün artış hızının %7,1’e yükseldiği anlamına gelmektedir. Sonuçta ise, aşırı üretime dayalı kapitalist sistemde gerek toprak gerekse su aşırı ölçüde tüketilmiş ve insan-doğa ilişkisinin sınırlarına ulaşılmıştır. 2007, 2008 yıllarında tarımsal gıda üretiminde yaşanan ciddi daralma, yukarıda alıntıyla aktardığımız projeksiyonların oldukça doğru olduğunu ortaya koymaktadır.

Buna karşın, toplumlarda üretim iki farklı amaçla yapılabilir. Bunlardan biri toplumun ihtiyaçlarını gidermek için yapılan üretimdir. Ana güdü, ihtiyaçların giderilmesi olarak belirlendiğinde, üretim ihtiyaçlarla sınırlıdır. Bir planlamanın gerekli olduğu böyle bir toplumda, örneğin, yukarıda alıntıyla aktarılan nüfus artış hızını aşan üretim artışları söz konusu olamayacağı gibi; üretimin bütün toplumun ihtiyaçları göz önüne alınarak yapılıyor olması dolayısıyla bölüşümde de bir adaletsizlik olması mümkün değildir.

Ancak, üretim toplumun ihtiyaçlarından bağımsız olarak yalnızca üretilen meta miktarlarının sürekli olarak arttırılmasına odaklanılarak da yapılabilir. Kapitalist toplum düzeni, yukarıda işaret edilen ikinci tarz üretimin yapıldığı bir sistemdir. Öyle ki kapitalist üretim biçimi, yalnızca kendisi bir meta olmadığı halde sistem tarafından meta formuna sokulmuş insan emek gücünün aşırı tüketimiyle sınırlı kalmaz, aynı zamanda, emek gücünün üretim süreçlerinde karşılıklı ilişki içine girdiği doğal kaynakların da aşırı sömürüsünü gerektirir. Ancak, -insan emek gücünün yarattığı değerlerin kapitalistlere aktarılmasının bir sonucu olarak- işsizliği arttırarak sömürülebilecek emek gücünü bollaştıran sermaye birikim süreçlerinin, doğal kaynakları metalaştırmasının sonuçları birbirinden oldukça farklıdır. Diğer bir deyişle, emek gücü rezervini (işsizliği) sürekli olarak arttıran sermaye, bunu yaparken bir yandan da doğal kaynaklar rezervini sürekli olarak tüketir, kirletir ve böylece daraltmış olur. Mesela, ekilebilir toprakların verimliliğindeki düşüş ancak sulama ve kimyasalların kullanımı ile yavaşlatılabildiği için, bunu, su rezervlerindeki azalma izler. Su rezervleri azaldıkça, sulama ile tarım yapılan topraklardan ürün alınamamaya başlar, toprak verimliliği daha da düşer.

Üretimine suyun dahil olmadığı hiçbir sanayi ürününün olmaması dolayısıyla, su, endüstride de çok yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Endüstrideki su kullanımının boyutları hakkında fikir veren en çarpıcı veri ise OECD-Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’na üye ülkelerde 1960 yılında kullanılan temiz su toplamının sadece %12’si endüstriye giderken; 2000 yılında bu oranın %59’a çıkmış olmasıdır. Bilindiği gibi OECD’ye üye toplam 33 ülke vardır ve bu üyelerin %90’ı merkez kapitalist ülkelerdir. Ne var ki uluslararası kapitalist kurumlar ölçeği, bölge düzeyinden ziyade dünya düzeyinde ele almakta ve böylelikle  endüstride su kullanımının ulaştığı boyutları gözlerden saklamayı olanaklı hale getirmektedirler. Bu bağlamda en yaygın olarak kullanılan istatistiklerde, dünyada kullanılan tüm suların %69’unun tarımda, %21’inin endüstride, %6’sının evsel tüketimde ve %4’ünün de rezervuarlarda harcandığı belirtilmektedir. Tarımda su kullanımının ne kadar yüksek olduğunu ortaya koyan bu istatistikler, suyun metalaşması yönünde çalışmalar yürüten uluslararası kuruluşlar tarafından oldukça sık bir biçimde kullanılmaktadır. Sulamadan kaynaklanan tuzlanmadan, bitki köklerinin su içinde kalarak zarar görmesine ve yer altı sularının aşırı oranda kullanılmasına kadar eleştiri bombardımanına tutulan tarımsal sulama, bu yöntemin ülke yönetimleri tarafından sübvanse edilmesi dolayısıyla da mahkum edilmektedir. Suyun metalaşmasının kaçınılmazlığına vurgu yapan teorisyenler “tarımsal sulama suyunun çiftçilere girdi maliyetlerinin çok altında verilmesinin suyun verimsiz kullanılmasına yol açtığını” belirtmektedir. Bu çalışmalarda, suyun kamusal bir mal olduğu düşüncesinin ve su kullanım fiyatlarına çevresel kayıpların katılmamasının bu verimsiz kullanımı kamçılamakta olduğu ve piyasa mekanizması içinde suyun gerçek değerine ulaşmasını önlediği vurgularına sıkça rastlamak mümkündür. Bu tür eleştirilerin en temel nedeni ise suyun farklı kullanımlar arasındaki paylaşımının yeniden düzenlenmesi yönündeki güçlü eğilimlerdir.  Diğer bir boyut ise suyun metalaşması süreci kullanılarak tarımdaki kapitalistleşme sürecine ivme kazandırma çabalarıdır. Tarımsal su kullanımının fazlalılığı ile küçük ölçekli tarım arasında bir ilişki kurulduğu ve tarım üretiminde küçük çiftçilik tasfiye edilerek büyük tohum tekellerinin alanlarının genişletilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Su konusunda bir kamuoyu oluşturmak, devletlerin suyun metalaşması sürecinde kapitalist sınıfın çıkarlarına ters düşecek adımlar atmasını önlemek ve sürece toplum nezdinde bir meşruiyet sağlamak amacıyla oluşturulan uluslararası yapıların sayısı bir hayli fazladır. Bu yapıların çoğu ya BM-Birleşmiş Milletler altında ya da BM’in tavsiyesi ve sponsorluğunda kurulmuştur. Dünya Bankası ve IMF’nin suyun metalaşma sürecine dahil oluşu ise çeşitli biçimlerdedir. Uluslararası kuruluşlar tek tek ülkelerle kredi anlaşması yaparken suyun ticarileşmesinin anlaşma koşullarından biri haline getirilmesi dünyada çok sık rastlanan bir durumdur. Ya da standart kalkınma verileri üzerinden yapılan karşılaştırmalarla üye ülkeler suyu metalaştırmaya özendirilmektedir. Dünya Bankası raporlarında merkez ülkelerin yeterli alt yapıya sahip oldukları için temiz enerjiden en üst düzeyde yararlanabildiklerine işaret edilmekte, buna karşın çevre ülkelerin alt yapı finansmanı eksikliği yüzünden böylesi tercih edilebilir bir enerji kaynağından mahrum olduğunun altı çizilmektedir. Bu bağlamda Dünya Bankası, ihtiyaç duyan ülkelere, suya bağlı enerji kaynaklarının alt yapısını geliştirmek için kamusal ve özel kaynakların seferber edilmesi konusunda gerekli desteği sunacağını da vaat etmektedir.

Uluslararası kuruluşların suya olan ilgisindeki bu artışın gerisinde ikili bir dinamiğin söz konusu olduğu görülmektedir:
1.    Mevcut su kaynakları kapitalist üretimin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı ölçüde, artık, suyun farklı kullanımlar arasındaki paylaşımı önemli hale gelmiştir. Diğer bir deyişle, sermaye birikimine katkı sunmayan su kullanım biçimlerinin olabildiğince kısıtlanması ve bu tasarruftan sağlanacak artık su miktarlarının kapitalist üretimin emrine tahsis edilmesi gerekmektedir. Bu hedefe ulaşmada en etkili olacak strateji, suyun piyasada alınıp satılan ve değeri piyasada belirlenecek olan bir metaya dönüştürülmesidir. Böylece, yaşamsal su kullanımının sınırlanması olanaklı hale gelecek, toplumun büyük bölümünün gelir düzeyi düşük olduğu için halklar ihtiyaç duydukları miktarlarda su kullanmak yerine, gelirlerinin imkan verdiği miktarlarda su kullanacaktır. Bu hedef, tüm bir kapitalist sınıfın ortak çıkarını temsil etmektedir.   
2.    Kendisi de bir metaya dönüşen su, diğer metaların üretiminde yer aldığı ölçüde meta-değer oluşumuna dahil olacak ve böylelikle sermaye birikimi hız kazanacaktır.

Sürecin işçi sınıfı üzerindeki olası yansımalarıyla ilgili olarak konuyu işçi sınıfının farklı katmanları üzerinden ele almakta yarar vardır. Örneğin, işini koruyabilen ücretliler açısından bakıldığında,  ücretli kesimin yaşamsal ihtiyaç olarak suya erişimleri, diğer herkes gibi, piyasa fiyatlarına endeksleneceği için, bu durumun, işçi, memur ve tüm ücretlilerin ücret gelirlerine bir düşüş biçiminde yansıyacağını öngörmek yanlış olmayacaktır. Hiçbir kapitalist işletmenin suyun bir piyasa malı haline gelmesi dolayısıyla çalışanlarına ekstra bir zam yapmadığı bilinen bir durumdur. Mevcut ücret düzeylerinde geçimini sağlamakta zaten zorlanan emekçiler, ya su tüketimlerini kısmak ya da diğer yaşamsal ihtiyaçlarında kısıntıya gitmek gibi, her ikisi de yaşam kalitesini daha da geriletecek iki seçenekten birini tercih etmeye zorlanacaktır.  Ancak, ücretli kesimi bekleyen bir diğer tehlike daha vardır ki çok fazla bilinmemektedir. Metalaşan bütün ürünler gibi, su için de bir borsa, yani bir finansallaşma süreci öngörülmektedir. Mevcut finans piyasalarında krizleri tetiklemesiyle ün yapan türev ürünlerine, suya endeksli yeni finansal araçların eklenmesi gündemdedir. Özellikle 1997 yılından beri her üç yılda bir toplanan, beşincisi de Mart 2009’da İstanbul’da düzenlenecek olan WWF-Dünya Su Forumları’nın basına kapalı toplantılarında tartışılan ve çeşitli raporlarına da girmiş olan bu planın topluma olası yansımaları oldukça ciddi sonuçlara yol açacaktır. Bilindiği gibi, bütün meta piyasalarında fiyatın belirlenmesinde rekabet kadar etkin olan bir diğer durum da arz-talep dengeleridir. Yağışların bol olduğu mevsimlerde su arzı talebe oranla daha yüksek olacağı için piyasa fiyatında belli düşmeler olabileceği gibi fiyatların birkaç ay süreyle istikrarlı bir seyir izlemesi de görülebilecektir. Ancak, kurak mevsimlerde piyasa fiyatları ikili bir baskı altında olacaktır: bir yandan arz daralırken, diğer yandan da sıcaklıktaki yükselmeler dolayısıyla suya yönelik talep artmış olacaktır. Dolayısıyla, halkların suya en fazla ihtiyaç duydukları aylarda su fiyatlarında çok ciddi artışlar görülebilecek; bu süreçlerde suyun kısıtlı verilmesi suretiyle, halklar, fiyat artışları karşısında tepkisizleştirilmeye çalışılacaktır. Finansal spekülasyonlar ise piyasa fiyatında kısa süreli ve çok sert iniş çıkışların olmasına yol açacağı için, olası fiyat değişmelerinden en fazla ücretli ve işsiz kesimlerin zararlı çıkacağını öngörmek yanlış olmayacaktır.

Suyun metalaşması karşısında oluşan toplumsal muhalefet denince akıllara öncelikle Bolivya/Cochomamba mücadelesi gelmektedir. Geride bıraktığımız son on yıla damgasını vuran bu mücadeleyle birlikte, dünyanın diğer ülkelerinde olup bitenler daha kolay izlenmeye başlamış, başka bir deyişle Bolivya mücadelesi toplumsal tepkinin oluşmasında öncü bir rol üstlenmiştir. Bugün, pek çok Latin Amerika ülkesinden, Afrika, Asya, Kuzey Amerika ve Avrupa’ya kadar bütün kıtalarda esas olarak STK’lar ve networkler üzerinden yürütülen mücadeleler bulunmaktadır. Dünyadaki su hareketlerinin çalışmaları ve söylemleri analiz edildiğinde bu mücadelelerin oldukça parçalı bir görünüm arz ettiği ve gruplar içerisinde “ihtisaslaşmanın” son derece egemen konumda olduğu görülmektedir. Neredeyse her su hareketi, yukarıda aktarılan farklı boyutlardan sadece bir tanesine odaklanmış durumdadır. Toplumsal hareketlerin bu aşırı uzmanlaşmış konumlanışına karşı, suyun metalaşması sürecini hızlandıran uluslararası kuruluşların hepsinin ortaklaştığı strateji “bütünleşik havza yönetimi”dir. Başka bir deyişle, su hareketlerinin alabildiğine parçalanmış ve ihtisaslaşmış konumuna karşın, sermaye sınıfı, kendi sınıfsal çıkarları dolayısıyla metalaşma sürecinin bütün boyutlarını kapsayan, son derece bütünsel bir yaklaşım sergilemektedir. Uluslararası kuruluşlar bu stratejiyi, suyun yukarıda detaylandırdığımız farklı boyutlarıyla açıklamakta ve bu boyutların tamamının bütünsellik içinde ele alınması gerektiğini söylemektedirler. Gerçekten de metalaşma söz konusu olduğu ölçüde, bu boyutların bir tanesinin bile süreç dışında düşünülebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, toplumsal muhalefetteki verili parçalanmış ve aşırı uzmanlaşmış yapı, metalaşma sürecinin doğasına da sermaye örgütlerinin olayı ele alış şekline de uygun düşmemektedir. Bu bağlamda örneğin, kendilerini “uluslararası nehirler” olarak isimlendiren bir çevre hareketi için su sorunu yalnızca sınır aşan sulardan ve muhalefet ise su akışını etkileyebilecek büyük barajlara karşıtlıktan ibarettir. “Kamu Suyu Networkü” adındaki Avrupa çıkışlı bir başka networkün temel talebi ise, su kaynaklarının mülkiyeti ile suyun iletim ve dağıtımının devletlerin elinde kalmasıdır. Oysa, kaynak mülkiyetinin özele geçmesinin muhalefeti güçlendirdiğini fark eden sermaye grupları daha bugünden bu ısrarlarından vazgeçmiş ve mülkiyetin devletlerde kalmasının onlar açısından hiçbir sorun yaratmadığını deklare etmeye başlamıştır. Gerçekten de metalaşma sürecinde yapılandırılmış mülkiyet yasaları vazgeçilmez özelliğe sahiptir ama tek başına mülkiyet, metalaşmanın belirleyenlerinden biri değildir. Su kaynaklarının mülkiyeti devletlerde kalmaya devam ederek ve su dağıtımında asli aktör yine devlet olmak suretiyle de metalaşma gerçekleştirilebilir. Halihazırda tanıtımı yapılmakta olan “kamu-özel işbirliği” de tam bunu amaçlamaktadır. Hatta, sermaye grupları artık “kamu-kamu işbirliğinden” bahsetmekte, sürece özel sektörün hiç dahil olmadığı bir modeli de kabul edebileceklerinin sinyallerini vermektedir. Kamu-Kamu işbirliği modeline örnek teşkil edebilecek birkaç uygulamada, devlet su işletmelerinin kapitalist firmalar gibi ticarileştiği ve uluslararasılaştığı dikkat çekmektedir.

Su hakkı için mücadele eden hareketlerin bir diğer tepkisi ise “yoksulların suya erişimi” ile ilgilidir. Bu tepkiye karşı, OECD ve Dünya Bankası’nın halihazırdaki önermeleri ise, toplumlarda en düşük gelirli kesime devletlerin bir tür su destek ödemesi yapabilecekleri şeklindedir. En yoksul kesimin de suya piyasa fiyatları üzerinden erişmesi gerektiğini belirten sermaye örgütleri, çözüm olarak, devletlerin piyasa fiyatına müdahale etmeden alt gruplara para yardımı yapmasını önermektedir. Dolayısıyla, en düşük ücretli işçi ya da işsizlerin suya ödediği bedel ile en yüksek gelir gruplarının suya ödediği bedel arasında hiçbir fark olmaması, düşük gelir gruplarının bir tür “sadaka yardımı” ile desteklenmesi önerilmektedir. Su hareketlerinin süreç karşısındaki talepleri ile suyu metalaştırmak isteyen güçlerin yönelimleri arasındaki benzerliği gösteren bir diğer örnek ise Meksika’daki Alternatif Su Forumu’nun ardından yayınlanan deklarasyondan verilebilir. Bu deklarasyonda, doğadaki su kaynaklarını kirleten şirketlerden belli bir tazminat istenmesi talebi yer almaktadır. Bu talebin, suyun metalaşması sürecinin öncü örgütlerinden WWC ve OECD gibi yapıların söylemindeki karşılığı ise “Kullanan Öder!” ilkesidir. Başka bir deyişle, suyu metalaştırmak isteyenler de buna karşı çıktığını iddia edenler de gerçekte aynı ya da benzer talepleri dile getirmektedirler.

Diğer yandan muhalif hareketler kendilerini Dünya Su Konseyi ve Dünya Su Forumlarına (WWF) karşı konumlandırmakta ve WWF toplantılarını topluma kapalı bir biçimde yapıldığı, halkı karar süreçlerine dahil etmediği için “gayrı meşru” ilan etmektedirler. Fakat, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, basın aracılığıyla Türkiye’nin ev sahipliğini yapacağı 5. Dünya Su Forumu’na bütün muhalif hareketleri davet ettiklerini deklare etmiştir. Gerçekten de günümüzde kapitalist sistemin en belirgin eğilimlerinden biri de “karşıtını içererek yoluna devam etmek”tir. Karşıtlar, karşı durduklarını iddia ettikleri sürece yakınlaştıkça, yani kökten bir karşı duruş sergilemekten kaçındıkça, sistem tarafından içerilmeleri de kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu “karşıtını içerme” stratejisinin en çarpıcı örneklerinden biri de Ekonomik ve Sosyal Konsey – ESK benzeri sosyal diyalog kurumlarıdır. Sermayenin karşıtını içerme stratejisi günümüzde öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki artık “alternatif” yapılarını da sistem kendisi oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Dünya Su Forumlarının toplandığı ülkelerde “Alternatif Su Forumu” toplantılarının yapılmakta olduğu en azından 2006’daki Meksika Dünya Su Forumu’ndan bu yana bilinmektedir. Oysa “Alternatif Su Forumu” adı, ilk kez 2003 yılında ve çok uluslu şirketler tarafından Bradford’da düzenlenen bir toplantı için kullanılmıştır. Bu toplantıda, Dünya Su Forumu’nun suyun metalaşması konusunda yeterince hızlı davranamadığı ve radikal adımlar atamadığından şikayet edilmiş ve alternatif çalışmalar yapma ihtiyacı örgütte tespit edilen bu zaaflara dayandırılmıştır. Ulusötesi şirketler 2. Alternatif Su Forumu toplantılarını ise 2005 yılında Cenevre’de düzenlemişlerdir. Buna karşın, muhalif hareketler “alternatif” adı altındaki ilk toplantılarını 2006 yılında Meksika’da yapmışlardır. Başka bir deyişle, sistem, kendi karşıtını içermek için öyle stratejilere başvurmaktadır ki şu anda dünyada aynı isimle bilinen iki alternatif su forumu vardır. Burada asıl sorun ise, suyun metalaşması olgusunun kapitalist sistemin yapısal gereksinimleriyle nasıl örtüştüğünü ve su sorununu aşmanın kapitalist toplumsal sistemi aşmaya bağlı olduğunu görmemekte direnen karşıt hareketlerin kendisiyle ilgilidir.

Su kaynakları üzerinde oynanan oyunların sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada daha görünür hale geldiği son on yıllık süreçte, suyun bir hak mı ya da ihtiyaç mı olduğu sorusu da sıkça sorulmaya başlamıştır. İki seçenek arasına sıkıştırılan ve toplumun, üçüncü bir seçenek daha olabileceğini düşünmesi önünde engel oluşturan bu tarz soruların ne denli yanıltıcı olduğunu ortaya koyan en somut örnek ise su konusunda süregiden tartışmalardır. Dünyada suyun ticarileşmesine karşı çıkan pek çok harekete göre su temel bir haktır ve bütün sorun suyun son on yılda hak olmaktan çıkarılıp bir ihtiyaç gibi tanımlanmaya başlanması ile ilişkilidir. Öte yandan, hak kavramı yalnızca insana dair ve tümüyle politik bir kavramdır. Başka bir deyişle, örneğin, “güneş ışığı almak bitkilerin ve tüm canlı yaşamın hakkıdır” benzeri bir savın hiçbir gerçekliği yoktur. Çünkü, insan dışındaki canlı organizmaların hiçbiri yaşam koşullarını sağlamak için bilinçli bir mücadele veremez. Güneş ışığı bitkiler için bir hak olarak tanımlansa da tanımlanmasa da bitkiler, doğaları gereği yüzünü güneşe dönecektir. Oysa, suyun metalaşması sürecinde de görüldüğü gibi, haklar, çıkarları birbiriyle çatışan sınıflar arasında bir dizi mücadeleyi zorunlu kılar. Üstelik, hak, eşitlik gibi kavramlar ancak karşıtlarının da bulunduğu toplumlarda söz konusu olabilir. Yani, bir toplumda eşitsizlikler varsa eşitlik talebi de vardır; ya da haksızlıklar yaşanıyorsa haklarla ilgili taleplerden söz edilebilir. Toplumda çatışmaların olması ise toplumların sınıflı olup olmamasına bağlıdır. Sınıfsız toplumlarda bütün alanlarda bir çıkar ortaklığı olacağı için toplumu oluşturan bireylerin kafasında ne haklar ne de hak ihlallerine dair kavramlar yer almaz. Bir diğer sorun ise hak kavramının kendisinin hiçbir sınıfsal vurgu taşımıyor olmasıdır. Herhangi bir konu hak olarak tanımlandığında ve hatta mücadeleler sonucunda uygulanabilir bir hak biçimini aldığında, sınıfsal bir ayırım gözetilmeksizin bütün insanlar için geçerli sayılmaktadır. Uygulamaya bakıldığında ise, verili haklardan sadece bir bölüm insanın yararlandığı, büyük bir çoğunluğun ise bu “verili haklara” ulaşamadığı görülür. Literatürde mevcut bütün hak kavramları için geçerli olan bu tespiti örneklendirmek gerekirse, örneğin “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” temel haklar kapsamında ele alınan bir kavramdır. İçinde yaşadığımız toplumda bu hakka erişebilenler ise sadece paraya, dolayısıyla güce sahip olan azınlıkla sınırlıdır. Sonuçta, kapitalist toplumlarda herhangi bir talep “hak” olarak tanımlandığında söz konusu talebin sadece bir azınlık tarafından hak gibi kullanılabileceği daha baştan verilidir.  

Dolayısıyla, su bir hak gibi tanımlandığı zaman suya erişimin her iki sınıfa birden bir hak gibi sağlanması önerilmiş olur. Buna karşın, gerek temiz suyun giderek kıtlaşması gerekse bu gelişmeye de bağlı olarak suyun bir meta biçimini alması yönündeki süreçler bu sınıflardan yalnızca birinin, sermaye sınıfının birikim ihtiyacının bir sonucudur. Diğer bir deyişle, haklar parayla ifade edilemeyeceği ya da alınıp satılamayacağı için, suya erişimin bir hak olarak tanımlanması halinde su kaynakları, kapitalizmin aşırı üretim süreçlerinde son damlasına kadar sömürülmeye devam edecektir.

Yukarıdaki tespitler aynı zamanda şöyle bir gerçekliğe de işaret etmektedir: Dünyanın bugün karşı karşıya bulunduğu sorun, ne tek başına suyun parayla alınıp satılması, ne sadece baraj göletlerinin altında kalacak olan tarihi ve kültürel miraslar, ne de küresel iklim değişikliği ile sınırlı değildir. Öyle ki sermaye sınıfının üretim araçları üzerindeki mülkiyetinin hak olarak tanımlandığı bir toplumsal sistemde suya erişimin bir hak olarak tanımlanması, su eşitsizliğini azaltmadığı gibi çok daha derinleştirecektir. Su, tarım, endüstri ve hizmetler sektörlerinin tamamında üretime bir girdi olarak dahil olduğu ve üretim, toplumların ihtiyaçlarını gidermeyi değil birikimi hedeflediği için suyun aşırı tüketimi devam edecektir.

Suyun bir ihtiyaç olarak tanımlanması halinde ise, kapitalist sistemde ihtiyaçlar meta üretimine ve dolayısıyla paraya endekslenmiş olduğu için doğrudan ticarileşme sürecine gönderme yapılmaktadır. Sonuç olarak en sağlıklı talep tanımlaması “değişim değeri olarak değil; kullanım değeri olarak su” gibi görünmektedir. Çünkü, bugün gelinen noktada suya bir kullanım değeri olarak erişmenin yegane koşulu meta üretimine dayalı kapitalist toplum biçiminin ortadan kalkmış olmasıdır. Gerçekten de bu talebe ulaşıldığında su artık sadece toplumun ihtiyaçlarını giderme amacıyla yapılacak üretimde kullanılacağı için suyun aşırı tüketimi söz konusu olmayacak, aşırı üretimin olmadığı bu yeni toplumsal düzende insanın doğa ile kurduğu ilişki de bugünkü birikim odaklı biçiminden kurtarılmış olacaktır. 

 Bu çalışma, Gaye Yılmaz’ın Kimya Mühendisleri Odası dergisinin Ocak 2009 sayısında yayınlanan ve JMO’nun Şubat 2009 sayısında yayınlanan iki makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.

Sayı 7 Su Sayfa 14-21

İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

http://www.ivmedergisi.com/su-bir-ihtiya%C3%A7-m%C4%B1.html

Suyun Ticarileştirilmesine Genel Bir Bakış

Su kaynaklarının azalması ve kirletilmesi sonucu çok da uzak olmayan bir gelecekte dünyada  susuzluk sorunu yaşanacağı tespitleri yapılmakta ve su gibi tüm canlı varlıklar için yaşamsal  önem taşıyan bir konuda karşılaşılacak kıtlık sorununun aşılmasının insanlığın en önemli problemlerinden biri olduğu ileri sürülmektedir. Sermaye ve hükümetler gelecekte yaşanacak olası susuzluğu gerekçe göstererek su kaynaklarının ve su dağıtım şebekelerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesini gündeme getirmiştir.

Suyun ticarileştirilmesi politikaları ile sermayenin özellikle küresel ısınma konusuna bağlayarak tartışma konusu ettiği su kıtlığı aynı zamanlarda gündem olmuştur. Suyun ticarileştirilmesi polikası, kuraklık senaryosu üzerine oturmaktadır. Ancak su kaynaklarının kapitalist üretim biçiminin doğaya duyarsız sanayileşme politikaları sonucunda kirletildiği, korunmadığı da bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Susuzluk sorunu karşısında duyarsız olmak elbette mümkün değildir. Su tüm canlıların yaşaması için vazgeçilmezdir. Bu nedenle Birleşmiş Milletler’in aşağıdaki verileri, her geçen gün dünya genelinde bir kuraklaşma olduğunu ve susuzluk yaşanacağını göstermesi bakımından önemli ve dikkate değerdir.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) 2002 yılında yayımladığı 3. Küresel Çevre Raporu’na göre, dünya üzerinde 1.1 milyar insan güvenli içme suyundan, 2.4 milyar insan ise güvenli arıtma hizmetlerinden yoksun durumdadır. Bu gidişin olumsuz yönde artarak devam ettiği belirtilerek “2050 yılında  başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere 54 ülkede su sıkıntısı çekileceği öngörülmektedir” deniyor(1).  

Ülkemizde ise ekonomik olarak kullanılabilen su miktarı yaklaşık 107 km3’tür. Kişi başına düşen su miktarı 1990 yılında 3.625 m3, 2000 yılında ise 3.250 m3’tür. 2025 yılında bu sayının 2.186 m3’e ineceği öngörülmektedir. UNEP’in raporuna bakıldığında, “dünya ortalaması 7000 m3 olarak belirlenmiş olup, Türkiye 2006 yılı itibarı ile kişi başına 1430 m3 tatlı su kaynağı ile düşük sınıfta yer almaktadır”.(1)

Su kaynaklarındaki azalmanın en önemli nedenlerinden biri sanayideki aşırı ve dengesiz su tüketimidir. Gelişmiş ülkelerde kullanılan temiz suyun yaklaşık %59’unu tek başına sanayi tüketmektedir. Ayrıca sanayi atıklarının arıtılmadan ırmaklara, göllere verilmesi temiz su kaynaklarının başlıca kirlenme nedenidir. Sanayide tatlı su kullanımı engellenmelidir. Deniz suyunun arıtılarak sanayide kullanılması mümkündür ancak ek bir maliyet getirdiği için sermaye tarafından tercih edilmemektedir.

Öte yandan kapitalist sistemde üretimin toplumun ihtiyaçlarına göre yapılmadığı ve her zaman aşırı olduğu bilinen bir gerçektir. Kapitalist üretimin su üstündeki olumsuz etkisine verilecek en güzel örnek savaş sanayidir. Kesinlikle toplumsal bir ihtiyaç olmayan ama sermayenin yayılmacılığı ve kâr hırsı dolayısıyla çok yoğun üretimin yapıldığı bu sanayi aynı zamanda aşırı temiz su tüketen bir sanayidir. Ancak su kıtlığı gerekçesiyle su konusunda düzenlemeler yapılmasının şart olduğunu ileri süren sermaye, kapitalist üretim biçiminin su kaynaklarının azalmasındaki ve kirlenmesindeki sorumluluk payını tartışma konusu bile etmemektedir.

Ülkemizde de Çorlu’da, Çerkezköy’de ve daha birçok yerde nehirler ve dereler sanayi atıkları ile kirletilmiş durumdadır. Aşırı kirlenme ve nehir sularının sanayi kuruluşları tarafından çekilmesi, sözü geçen bölgelerdeki akarsuları kuruma noktasına getirmiştir. Örneğin Elbistan-Afşin termik santralleri su ihtiyacını Ceyhan nehrinden sağladığı için bu nehir kuruma noktasındadır. İstanbul’da ve birçok büyük kentte su havzaları yapılaşmaya açılmakta,  kirlenmesine göz yumularak havzalar yok edilmektedir. Örneğin Düzce su havzası sanayiye teşvik bölgesi ilan edilmesi sonucu havza özelliğini yitirmiştir. Sermaye kesiminin tüm halkın malı olan su kaynaklarını, havzaları kendi çıkarına kullanmasına ve kirletmesine hükümetlerin göz yumması ve yardım etmesi kapitalist sistemin işleyişinin hem bir gereği hem de bir göstergesidir.    

Su kaynaklarının diğer kirleticisi evsel atıklar içinde bulunan kimyasallardır. Bu kimyasal atıkların su kaynaklarına karışması önlenebilir, bu atıklar arıtılabilirdir. Ayrıca doğaya zararsız temizlik maddelerinin kullanımı da teşvik edilebilir.

Tarım alanlarındaki ilaçlama ve gübreleme yoluyla meydana gelen kirlenmeler de  önlenebilirdir.  Organik tarımın desteklenmesi ve yaygınlaştırılması bir önlem olabilir.

Tüm bu örnekler, dünyada ve ülkemizde tatlı su kaynaklarının sermaye tarafından sorumsuzca kirletildiğini, hükümetlerin ise bunu görmezden geldiğini anlatmak için yeterlidir. Su kaynaklarının kirlenmesini engelleyecek bilimsel/teknolojik altyapı mevcuttur ama kâr oranlarını düşürecek ek maliyetler ortaya çıkaracağı için sermaye kesimi bu önlemlere rağbet etmemektedir. Öte yandan su kaynaklarının kirletilerek yok edilmesi sermayenin sözcüsü olan Dünya Su Konseyi’nin suyun ticarileştirilmesi politikasına hizmet ettiği için de  önlenmemektedir. Sorunların kaynağı, kapitalistlerin doğayı ve çevreyi değil, yalnızca kârlarını düşünen üretim anlayışıdır.

Suyun Ticarileştirilmesinin Neresindeyiz?  

Suyun ticari bir “meta” olarak ilk tanımlanması 1992’de yapılan Uluslararası Su ve Çevre Konferansı’nın Dublin beyanındadır. Yine 1992’de Rio’da yapılan Çevre ve Kalkınma konulu BM Konferansı’nda da suyun “eko-sistemin bir parçası, doğal bir kaynak ve sosyal ve ekonomik bir mal” olması gerektiği belirtilmiştir.

İçinde Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler’in de olduğu kurucular tarafından 1996 yılında oluşturulan Dünya Su Konseyi’nin kuruluş amacı tüm dünyada su ile ilgili temel politikaları belirlemektir. Dünya Su Konseyi’nin her üç yılda bir düzenlediği Dünya Su Forumları’nda su sorununun çözümü için önerilen yol suyun ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi olmaktadır.

Dünya Su Forumu 2001 yılındaki toplantısında suyun “bir insan hakkı” olduğu kavramını değiştirerek “bir insan ihtiyacı” kavramını kabul etmiştir. Kapitalizmin temel iktisat anlayışı  kaynakların kıt, insan ihtiyaçlarının ise sınırsız olduğu kabulüne dayanır. Suyun dünya üzerinde kıt bir kaynak ve bir insan ihtiyacı olarak tanımlanması, liberal iktisat kuramları gereği, suyun kullananın karşılığını ödemesi gereken ticari bir mal olması sonucunu beraberinde getirir. Böylelikle uluslararası sermaye açısından suyun ticarileştirilmesinin teorik altyapısı oluşmuş olur. Sıra hızla su kaynaklarının denetimini ele geçirmeye gelmiştir.

Dünya Su Konseyi, Dünya Bankası ile doğrudan bağlantılı uluslararası tekeller tarafından yönlendirilmektedir. Bu tekellerden Suez ve Vivendi su pazarının %70’ini kontrol etmektedir. Suez 130, Vivendi 90’dan fazla ülkede faaliyet yürütmektedir.  

DB ve İMF tarafından desteklenen uluslararası tekeller dünyanın birçok ülkesinde hükümetlerin de desteği ile su dağıtm şirketlerini ele geçirmişlerdir. Dünyadaki içme suyunun %5’inin sermaye denetimine geçmiş olmasına karşın, su ticaretinde elde edilen kâr tüm petrol karının %40’ı kadar olmuştur. Sermaye açısından su ticareti bir “mavi altın” demek olurken, tüm bu gelişmeler dünya yoksulları açısından ucunda ölümlerin olduğu felaketlere gebedir. Su kaynaklarının sermaye denetimine geçmesi ile “kullanan öder” işleyişi gereği, parası olan suya erişebilecek, parası olmayanlar susuz kalacaktır. Suyun ticarileştirilmesi politikası bu gerçek üzerine oturmaktadır.

Su dağıtım şebekeleri uluslararası su tekellerine satılan ülkelerde su fiyatlarının nasıl hızla yükseldiği açık bir şekilde görülmüştür. Gana’da ticarileştirilmesinden sonra su ücretleri %95 yükselmiştir. Hindistan’da aile bütçesinin %25’i su faturalarına gitmeye başlanmıştır. Peru’nun yoksul halkı ABD halkından altı kat pahalıya su tüketmeye başlamıştır. Güney Afrika’da halk faturalarını ödeyemediği için suları kesilmiş, susuzluk ve kolera salgını başlamıştır. Bolivya’da su fiyatları %200 artmıştır. Fas’ın Kazablanka kentinde su dağıtım şebekelerinin özeleştirilmesinden sonra su fiyatları üç kat artmıştır. Kanada’nın Ontorio Walkerton kentinde laboratuar hizmetinin (su tahlilleri için) ticarileştirilmesinden sonra yedi kişi sudan bulaşan E.Coli bakterisi nedeni ile ölmüştür. Su şebekelerinin özel şirketlere devredildiği bu ülkelerde yaşanan sorunlar, suyun ticarileştirilmesinin halk açısından ne anlama geldiğini gayet iyi anlatmaktadır.

Suyun ticarileştirilmesinden zarar gören yalnızca insanlar da değildir. Su kaynağının yanısıra kaynağın çevresindeki karasal alanın da özel şirketlerin egemenliğine gireceği gözden kaçırılmamalıdır. Sermaye bu alanlarda istediği faaliyetlerde (örneğin maden arama vb.) bulunabilecektir. Bundan hem doğa hem de o bölgede yaşayan tüm canlılar elbette etkilenecektir. Suyun ticarileştirilmesi, insanlara getireceği sıkıntıların yanında, doğaya ve tüm canlı yaşamına da zarar verecektir.

Türkiye’de bu konudaki gelişmelere bakıldığında; ülkemizde suyun ticarileşmesine ilk adım 1981 yılında çıkarılan 2560 sayılı İSKİ kanunudur.  Büyükşehir Belediye Kanunu ile İSKİ idare tipi büyükşehirlerin tamamında kurulmuştur. Bu kuruluşların en önemli özelliği, uluslararası sermayenin yeni su yönetimi anlayışının altyapısını oluşturmuş olmalarıdır. Bunlar Maliye Bakanlığı izni ile uluslararası finans kuruluşlarından borç alarak su ve kanalizasyon yatırımı yapabilmektedir, ancak alınan kredilerde DB’nın suyun ticarileştirmesi ile ilgili koşulları bulunmaktadır.

Ayrıca İSKİ, ASKİ ve diğer benzer kuruluşlarda su dağıtımı ve kanalizasyon hizmetleri bir kamu hizmeti gibi verilmemektedir. Yaptıkları hizmetlerin ücretlendirilmesinde kâra dayalı bir anlayış esas alınmaktadır.

Ülkemizin birçok şehrinde su ve kanalizasyon işletmesi imtiyazlarla uluslararası tekellere devredilmiştir. Antalya Belediyesi 1996 yılında su işletmeciliğini uluslararası bir tekel olan Suez’e 10 yıllık süre devretmiştir. Suyun fiyatında aylık %7 artış olunca tepkiler doğmuş, bunun üzerine belediye Suez’in faaliyetlerine 2002 yılında son vermiştir. Suez ise Antalya Belediyesi’ni uluslararası tahkim kuruluna şikayet etmiştir.

İzmit Belediyesi, Yuvacık Barajı’nın işletme imtiyazını 16 yıllığına uluslararası bir tekele devretmiş, kamu kaynakları bu proje ile şirketin kasasına akıtılmış, İzmit halkının payınaysa susuzluk düşmüştür.

Dünyanın ikinci su tekeli olan Vivendi  İzmir Çeşme’de ortaya çıkmıştır. Vivendi’nin büyük ortak olduğu Vivendi-Çalbir ortaklığı Çeşmelilere suyu 3 kat pahalıya satmıştır.

Birçok belediye, Dünya Bankası’nın, özel bankaların ve çeşitli ülkelerin yatırım bankalarının fonlarını kullanarak atık su arıtma, içme suyu arıtma, su dağıtım şebekelerinin yenilenmesi, baraj inşaatı gibi projeleri uluslarası tekeller aracılığı ile yaptırmaktadır. Uluslararası tekeller verdikleri şartlı kredilerle su kaynaklarını denetimleri altına almaktadırlar.

Ayrıca belediyelerin hizmetleri, su, atıksu ve çöp toplama işleri piyasaya açılmış; su işletmeciliğinin bütünü özelleştirilmeyip hizmetin sayaç okuma, su ve kanal arızaları, borçtan dolayı su açma- kapama ve istasyon bakımı gibi hizmetlerinin taşeron firmalara ihale edilmesi yoluna gidilmiştir. Asli görevi hizmet üretimi olan belediyeler, kentsel hizmetlerin tamamını bir bedel karşılığında özel sektöre yaptırmaktadırlar.

Görüldüğü gibi, ülkemizde suyun ticarileştirilmesi konusunda bir hayli yol alınmıştır. 16-22 Mart 2009 tarihlerinde İstanbul’da toplanacak olan Dünya Su Forumu bu süreci yaygınlaştırma ve hızlandırma amacını taşımaktadır.  

Dünya Su Forumu’nun Meksika’daki dördüncü toplantısında bir sonraki toplantının İstanbul’da yapılması kararı alınmış, ardından hükümet su kaynaklarının ticarileştirilmesi için gerekli fizibilite çalışmalarını başlatmıştır. Basına yansıdığı kadarıyla çalışmalarını tamamlamış olduğu da anlaşılmaktadır. Su kaynaklarının satılması ile elde edilecek para miktarı bile belirlenmiş durumdadır. Bu konuda gazetelerde çıkan haberler dikkat çekicidir.

4 Mayıs 2006 tarihli Hürriyet gazetesinde Yalçın Doğan köşesinde “Başkentte dün bir kurye trafiği yaşanıyor. Merkezde Çevre ve Orman  Bakanlığı var. Bir kol Başbakanlığa, ikincisi Maliye Bakanlığına, üçüncüsü de ekonomiden, aynı zamanda AB’den sorumlu devlet bakanlığına uzanıyor. Gizli dosyalar, Çevre Bakanlığı’ndan bu kurumlara kuryelerle gönderiliyor. Ne var o dosyada? Önümüzdeki üç yıl içinde nasıl 60 milyar Euro’luk kaynak yaratabiliriz sorusu var. O soruyla birlikte, bunun çözümü üzerine geliştirilen projeler var. (…) Çevre Bakanlığı nüfusu yüz binden fazla belediyelere talimat gönderiyor. 
Sıvı ve katı atıklarların tasfiyesi için bu belediyeler üç ay içinde yatırım programı sunmak zorunda. Sundukları programı da, üç yılda gerçekleştirmek zorunda. Üç yılda, nasıl olacaksa! Hangi parayla? Para nerede? İşte, o gizli dosyadaki ilk emir. Su parasıyla ilgili.” (2)

7 Temmuz 2007 tarihinde  Hürriyet gazetesinde Yalçın Bayer köşesinde  12-13 akarsuyun satış kapsamında bulunduğunu ve bunlardan metreküp hesabıyla yaklaşık 3,1 milyar dolar beklendiğini yazmıştır. Aynı yazıda Fırat’ın sularının üzerindeki Atatürk ve Keban gibi barajlara giden suların da bu özelleştirme kapsamı içinde olacağı, DSİ’de yapılan ön çalışmalara göre Fırat’ın 29 yıllık satış değerinin 950 milyon dolar, Dicle’nin 650 milyon dolar olacağı söylenmektedir. (3)

Kısacası gazetelere yansıyan bilgilere bakıldığında hükümetin akarsuları, gölleri satışa çıkaracağı, satış sonucunda elde edeceği para miktarını bile belirlemiş olduğu anlaşılmaktadır.

Suyun Ticarileştirilmesine Karşı Mücadele

Önümüzdeki yıllarda temiz suya ihtiyacın artacağı, dolayısıyla suyun bol kâr getirecek bir alan olabileceği düşüncesi sermayenin iştahını kabartmış, bu yöndeki çabalarını ve girişimlerini  hızlandırmışken, emekçiler ise temiz suya erişimin bir  insan hakkı olduğunu, herhangi bir meta gibi kâr amaçlı alınıp satılamayacağını söylemektedirler. Bu haklarının sermaye tarafından gasp edilmesine karşı emekçilerin cevabı, suyun ticarileştirildiği ülkelerdeki mücadelelerde kendini somutlamıştır.

Suyun ticarileştirilmesine karşı mücadele dünya genelinde sürmekte ve bu politikaların uygulanmaya çalışıldığı her yerde direnişler ortaya çıkmaktadır.  Su dağıtım şebekeleri ticarileşen ülkelerde su fiyatlarının aşırı yükselmesi ve suların sağlıksız sunulması bu direnişlerin başlıca nedenleridir.

Tekellerin ve hükümetlerin su politikalarına en büyük karşı çıkış Bolivya’da örgütlenmiştir. Bolivya’da 1999 yılında Cocahamba’nın su dağıtım şebekesi, merkezi ABD’de bulunan bir uluslararası tekel olan Bechtel şirketine 40 yıllığına devredilmiştir. Su işletmesi Bechtel’e geçer geçmez üç hafta içinde su fiyatları 2 kat, iki ay sonra da 3 kat arttırılmıştır. Bunun üzerine halk protestolara başlamıştır. Göstericiler “su tanrının armağanıdır, su hayattır” sloganıyla direnişe geçmiştir. Direniş yaygınlaşınca sıkıyönetim ilan edilmiştir. Göstericilere ateş açılmış, yüzlerce kişi yaralanmış, 17 yaşındaki Hugo Daza öldürülmüştür. Direniş saldırılara rağmen devam ettiği için Bolivya hükümeti sözleşmeyi iptal etmek zorunda kalmıştır.  Yani Bolivya’da direniş kazanmıştır.

Kolombiya’da ise Cali belediyesine ait olan Emcali 3 milyon kişiye su, kanalizasyon, elektrik ve telekomünikasyon hizmeti sağlamaktaydı. Su işletmesinin ticarileştirilmesi istenmiş, sendikanın grev, işgal gibi direnişleri uluslararası kampanyaların da desteğiyle suyun ticarileştirilmesi engellenmiştir.

Daha bir çok ülkede suyun ticarileştirilmesine ve özelleştirilmesine karşı çeşitli biçimlerde verilen mücadelelerin ayrıntılarını dergimizde okuyacaksınız. Ülkemize gelindiğinde ise; Türkiye’de de suyun ticarileştirilmesine karşı bir mücadele yürütülmektedir. Dergimizin de içinde olduğu, sendikalardan, meslek odalarından, siyasi partilerden, DKÖ’lerden, çeşitli platformlardan, dergi gruplarından oluşan geniş bir kesimce kurulmuş olan Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu bu alandaki mücadele dinamiklerini bir merkezde toplamaya çalışmaktadır. Platform faaliyetlerine 2008 yazından bu yana devam etmektedir. Yapılan çalışmalarla bir yandan kamuoyu suyun ticarileştirilmesi konusunda bilgilendirilmeye ve uyarılmaya çalışılırken bir yandan da pratik bir mücadele örgütlenmektedir.

Sonuç

Dünya Su Konseyi ve Dünya Su Forumları kendilerini her ne kadar olası bir su kıtlığını tüm dünya halklarının iyiliğine önlemeye, bu konuda bir küresel akıl oluşturmaya çalışan kurumlar olarak sunsalar da su kaynaklarının azalmasına ve kirlenmesine yol açan temel ekonomi politikalarını hiçbir şekilde sorgulamadıkları için inandırıcı değillerdir. Susuzluk sorununu su kaynaklarının, dağıtım şebekelerinin ve su hizmetlerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesine meşruluk kazandırmak için kullanmaktadırlar. Oysa yapılmak istenen, üzerinden yüksek kârlar elde etmeyi vaat eden suyu, sermayeye yeni bir birikim aracı olarak sunmaktır.

16-22 Mart’ta İstanbul’da toplanacak olan 5. Dünya Su Forumu’nun amacı, ülkemizdeki su kaynaklarının sermaye denetimine geçirilmesi için oluşturulan plana son rötuşların yapılması, planın uygulamaya sokulması için gerekli yasal düzenlemelerin hazırlanmasıdır.

Üretimin, üretim araçlarını ellerinde bulundurulanların daha fazla kâr edebilmeleri amacıyla değil, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yapıldığı bir sistemde suyun kıtlığı söz konusu değildir ve insanlara bedava sağlanması da mümkündür. Su kaynaklarının kirlenmesinin önüne geçilmesi de eldeki teknik olanaklarla mümkündür. Bütün bunların yapılmaması sisteme ilişkin bir tercihtir.      
   
Dünya Su Konseyi’nin önerdiği su politikaları sermayenin aslında 1970’li yıllardan beri içinde bulunduğu ve bugün giderek derinleştiği görülen krizinden çıkmak için yaratmaya çalıştığı çözüm yollarından biridir. Sermayenin krizini aşmak için getirdiği her yeni düzenleme gibi emekçilerin aleyhinedir. Su gibi yaşamın sürdürülmesi için mutlaka gerekli olan bir şeyin ticarileştirilerek sermayenin egemenliğine girmesini emekçiler asla kabul etmemelidir. Suyumuza yönelik saldırılar devam ederse, sıkça sözü edilen “su savaşlarının” emekçiler ile sermaye arasında yaşanacağı kesindir.  

NOTLAR

(1)    2007 Su Raporu, Çevre ve Mühendis dergisi, “Su ve Havza Yönetimi” sayısı, no: 28, 2007, Çevre Mühendisleri Odası
(2)    Suyu Parayla Satın Emri, Yalçın Doğan, Hürriyet gazetesi, 4 Mayıs 2006
(3)    Nehirlerimiz de ‘satılıyor’, Yalçın Bayer, Hürriyet gazetesi, 7 Temmuz 2007 

Sayı 7 Su Sayfa 9-14

İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

http://www.ivmedergisi.com/suyun-ticarile%C5%9Ftirilmesine-genel-bir-bak%C4%B1%C5%9F.html

Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği “Koruma” Kanunu Tasarısı Ne Getiriyor, Ne Götürecek? Arif Ali CANGI

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=87082

Esas Numarası:  1/964

Başkanlığa Geliş Tarihi:  25/10/2010

Tasarının Başlığı:  Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı

Tasarının Özeti:  Tasarı ile ülkemizin kara, kıyı, sucul ve deniz alanlarındaki ulusal ve uluslararası öneme sahip tabii değerlerin ve biyolojik çeşitliliğin korunması ve korunan alanların statülerinin net ve anlaşılır bir şekilde yeniden belirlenmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin korunmasını sağlamak amacıyla Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulunun ve mahalli biyolojik çeşitlilik kurullarının oluşturulması ile Çevre ve Orman Bakanlığına yönlendirici bilimsel destek sağlamak amacıyla Tabiatı Koruma Bilim Heyetinin kurulması öngörülmektedir.

Tasarının Son Durumu:  KOMİSYONDA

 


Kimin için ne amaçla?

Yasanın neden çıkarıldığı, kimin yararına çıkartıldığı, yani amacının ne olduğunu en iyi anlatan 1. maddedeki “koruma kullanma dengesi gözetilerek sürdürülebilirliği”, 2.maddesinde ifade edilen ” sürdürülebilir kullanımının sağlanması” ifadeleridir.

Yasanın pek çok yerinde geçen bu sözcükler neyi ifade etmektedir. Öncelikli olan doğal varlıkları korumak mıdır, yoksa kullanmak mı? Korumanın amacı da kullanmanın yararlanmanın sürekliliğini sağlamak mıdır? Bu soruların yanıtı, tasarının bütününden çıkartılabileceği gibi tasarıyı getiren siyasi iktidarın tercih ettiği ekonomik ve ekolojik politikalarla da doğrudan ilgilidir. Sürdürebilirlik; gelişme, kalkınma ve yatırımların devamının bu gün ve gelecek kuşaklarının da sürdürebileceği bir biçimde devam etmesini sağlamak için ortaya konan bir kavramdır. Tasarının bu düzenlemesi ile “koruma kullanma dengesi” gözetilerek ülkenin kara, kıyı, sucul ve deniz alanlarındaki ulusal ve uluslararası öneme sahip tabii değerler üzerinde ekonomik faaliyetler yapılacak, korunan alanlar(Milli Park-Doğal Sit-Özel Çevre Koruma Bölgeleri vb.) yatırımlara açılacaktır.

Şimdiye kadar “sürdürülebilir kalkınma” yaşam alanlarının kirletilmesinin, yaşam kaynaklarının talan edilmesinin kılıfı olarak kullanılmıştır. Şimdi bu yasa tasarısındaki “koruma kullanma dengesi gözetilerek sürdürülebilirliği” ifadesi kılıf olacaktır.

Yani; yasanın çıkarılış amacı tabiat, biyolojik çeşitlilik ve peyzajın kullanımını sağlamaktır, koruma kullanımı sürekli hale getirmek içindir.

Tasarının 4.maddesindeki ilkeler arasındaki “sektörel ve bölgesel ekonomik ve sosyal kalkınma plan, program ve faaliyetlerinde tabiat ve biyolojik çeşitliliğin korunması hususları göz önüne alınır” ilkesi de yasanın amacının koruma olmadığını, doğal ortamların ekonomiye açılmasının hedeflendiğini göstermektedir.

Hükümet güdümündeki kurullar;

Tasarı ile (6.madde) Tabiat Varlıklarının tespiti, tescili görev ve yetkileri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları’ndan alınıp Hükümetin iradesinden çıkamayacak yeni kurullara devrediliyor.

Kararları verecek olan Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu(UBÇK) Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı ya da müsteşar yardımcısının başkanlığında, 20 üyesinin 14’si Genel Müdür, Başkan gibi bürokratlardan oluşuyor. Kurulun bürokrat olmayan 4 akademisyenin nasıl seçileceği yasada belli değil, 2 STK temsilcisi üyeleri doğrudan Bakanlık tarafından belirleniyor.

Kurulun bürokrat üyeleri; Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü, Çevre Yönetimi Genel Müdürü, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürü, Orman Genel Müdürü, Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanı, Devlet Su İşleri Genel Müdürü, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Koruma ve Kontrol Genel Müdürü, Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürü, Tarımsal Üretim ve Geliştirme Genel Müdürü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden İşleri Genel Müdürü, Enerji İşleri Genel Müdürü, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Teknik Araştırma ve Uygulama Genel Müdürü veya bunların görevlendireceği yardımcıları.

Böylesine hükümete bağlı bir kuruldan bilimsellik ve objektiflik beklemek saflık olacaktır.

Kurulun oluşturulması ve çalışma usul ve esaslarının yönetmelikle belirleneceği ayrıca belirlenmiş, bu da Kurulun Hükümetin Kurulu olacağını göstermektedir.

UBÇK üyeleri arasında DSİ ve Maden İşleri Genel Md. Enerji İşleri Genel Müdürü’nün de yer alacak olması, kuruldan doğrudan yatırımcıların çıkarı doğrultusunda kararlar çıkacağının habercisidir.

Ayrıca yasanın kapsamına giren konularda UBÇK’ya gerekli mahalli çalışmaları yapmak ve uzun devreli gelişme planının hazırlanmasına ve uygulanmasına katkıda bulunmak üzere mahalli biyolojik çeşitlilik kurullarının oluşturulması öngörülüyor. Mahalli Biyolojik Çeşitlilik Kurulları da valinin kontrolü altında olacak şekilde düzenlenmiştir. UBÇK’nun yarattığı riskleri yerellerde yaratacaktır.

Bakanlığın Kontrolünde Bilim Heyeti;

Bakanlığın tabiatı koruma politikasını oluşturmak ve stratejik planlarında önerilen hedeflere ulaşmasına yardımcı olmak üzere, yapılacak bilimsel çalışmaları belirlemek, yönlendirmek ve izlemek amacıyla ve Bakanlığın koordinatörlüğünde danışma organı niteliğinde Tabiatı Koruma Bilim Heyeti oluşturuluyor. Bilim Heyeti; orman, biyoloji, ekoloji, ziraat, veterinerlik, su ürünleri veya balıkçılık, hidroloji, peyzaj mimarlığı ve jeomorfoloji ile ilgili konularda en az doktora derecesine sahip biyolojik çeşitlilik uzman listesinden seçilen altı üye ile Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu temsilcisi olmak üzere yedi kişiden oluşacak.

Bakanlığın koordinatörlüğünde (denetiminde) oluşturulan kurulun özerkliğinden söz edilemez.

Hükümetin istediğe alanlar korunacak;

Tasarının 9.maddesinde korunan alan statüleri adlandırılmış ve tanımlanmıştır. Bir alanın korunan alan niteliğine sahip olup olmadığını önce Çevre ve Orman Bakanlığı inceleyecek, korunan alan niteliği taşıdığına karar verilen alanlardan orman rejimine tabi olanlar Çevre ve Orman Bakanlığınca, diğer alanlar ise Bakanlar Kurulu tarafından korunan alan olarak belirlenecek.

Uzun devreli gelişme planları da dâhil olmak üzere korunan alanlara ait her tür ve ölçekteki planları yapma yetkisini bakanlığa veren tasarı, bu alanlarda sit alanı bulunması halinde ilgili Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan sadece sit alanlarıyla sınırlı kalmak kaydıyla görüş alınacağını kuralını getiriyor.

Korunan alanların planlama çalışmalarında kimler olduğu belirsiz ‘ilgili tarafların’ katılımının sağlanacağı ve görüşlerinin alınacağı ayrıca düzenlenmiştir.

Bu madde de UBÇK’na bile gerek kalmadan, bir alanın korunan alan olarak belirlenmesi yetkisi doğrudan Bakanlık ya da Bakanlar Kuruluna tanınmıştır. Bu alanlarla ilgili tüm planların Bakanlıkça yaptırılması, yerel koruma gereksinimlerinin göz ardı edilmesi ve halkın katılımının sınırlandırılması sonucunu doğuracaktır.

Planlama çalışmalarına katılacak ilgili tarafların kim olduğu belli değildir? Böylesine muğlâklıklar yasa yapma tekniğine de aykırıdır. Diğer yandan çıkarılacak yönetmeliklerle yatırımcı temsilcileri de pekâlâ taraf olarak kabul edilebilecektir.

Korunan Alanlar Özel Şirketlere Emanet;

Tasarının 12. maddesinde devletin hüküm ve tasarrufu altındaki korunması gereken yerlerin bakanlığa tahsisi öngörülmektedir. Benzer bir düzenlemeyle Milli Emlak’ten tahsis edilen taşınmazların turizmi teşvik gerekçesiyle turizm yatırımcılarına tahsis edilmesi deneyimini yaşadık. Bu şekilde turizm alanları kamuya kapatılmış, kamu yararı değil, şirket çıkarları korunmuştur.

Tasarının 13.maddesi, Bakanlığa korunan alanların kontrol ve korunmasını gerekli görülen hallerde özel güvenlik görevlileri marifetiyle yaptırma yetkisi tanıyor. Özelleştirme ve piyasalaştırma politikalarının uygulanması karşısında, yasanın bu düzenlemesine dayanılarak korunan alanların tamamının kontrol ve denetimi özel şirketlere geçecektir. Bu şekilde bakanlığa tahsis edilen yerler, koruma adı altında özel şirketlerin at oynattığı alanlar haline gelebilecektir.

Hükümet politikalarına, tercihlerine göre koruma(ma)

Tasarının “Korunan alanlarda verilecek izinler, tesis edilecek intifa ve irtifak hakları” 15.maddesi, en riskli maddelerden birisini oluşturuyor.

Koruma altına alınan “mutlak koruma bölgelerinde hiçbir kullanıma izin verilemez, intifa ve irtifak hakkı tesis edilemez” tümcesi, ‘ancak’ ile devam ediyor, “bu alanlarda ülke düzeyinde, üstün kamu yararı ve stratejik kullanımı gerektiren kullanma izni, intifa ve irtifak hakkı Bakanlar Kurulu kararı ile verilebilir” ile tamamlanıyor. Yani korunacak alanların nereler olduğu, ne derece korunacağına Çevre Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu karar verecek.

Tasarı ile üstün kamu yararını tespit etme yetkisi Bakanlar Kurulu’na bırakılıyor. Şimdiye kadar, bir işlemin amaç öğesi bakımından “kamu yararına” mı, yoksa kişisel bir koruma veya zarar verme amacına mı yönelik olarak yapıldığını idari yargı araştırır ve salt siyasi bir amaç veya kişisel bir amaç güdülmüş olduğu kanaatine varırsa işlemin iptaline karar verirdi, birden fazla kamu yararının olması durumunda da hangisine üstünlük verileceği yargı tarafından değerlendirilirdi, yasa tasarısı ile üstün kamu yararı kararını verme yetkisi Bakanlar Kurulu’na bırakılıyor. Bu düzenleme tabiatın korunmasını siyasi iktidarın istek ve iradesine bırakmakta, aynı zamanda İdari yargının amaç yönünden hukuksal denetimi sınırlandırıcı sonuçlar doğuracak niteliktedir.

Efemçukuru altın madeni için şirket yararına Efemçukuru Köylüleri’nin organik üzüm bağlarının Bakanlar Kurulu tarafından acele kamulaştırıldığı örneği unutulmamalıdır.

Tasarı ile hiçbir kullanıma izin verilmemesi gereken mutlak koruma alanları, Bakanlık tarafından 49 yıllığına peşkeş çekilebilecektir.

Korunan yabani bitki ve hayvan türleri piyasaya teslim ediliyor;

Tasarının 16.maddesinde de korunması gereken yabani bitki ve hayvan türleri ile yaşama ortamlarını tahrip eden faaliyetlere izin verilemeyeceği, ancak, üstün kamu yararı bulunması halinde tahrip unsurlarını en aza indirecek tedbirlerin alınması şartıyla Bakanlıkça bu alanların kullanımına izin verilebileceği düzenlenmiştir.

Yani bakanlık üstün kamu yararı gördüğü hallerde, korunması gereken yabani bitki ve hayvan türlerinin yaşama ortamlarını tahrip edici faaliyetlere açabilecek.

Tasarının 17.maddesinde, korunan alanlarda endüstriyel kullanıma konu edilecek yabani bitki ve hayvan türlerinin tabii ortamlarından toplanması, kullanılması yetkisi bakanlığa bırakılıyor. Bu düzenleme ile özel koruma bitki ve hayvan türleri ve bunların yaşama alanları endüstriye açılması hedefleniyor.

Bakanlığın izni ile yabani bitki türleri yok edilebilecek;

Tasarının 25.maddesinde, koruma altındaki yabani bitki türlerinin veya parçalarının, kesilmesi, toplanması, köklerinin açığa çıkartılması, sökülmesi, kazılması, zarar verilmesi, tahribi, kısımlarının ve morfolojik yapılarının bozulması, yaşama alanlarının tahrip edilmesi, sahiplenilmesi, bulundurulması ve işlenmesi, satılması, satın alınması, satış için saklanması veya taşınması eylemlerinin bakanlığın izni olmadan yapılamayacağı kuralı getirilmiştir. Çevre Bakanlığı’nın izni ile bu alanlarda pekala yasaklanan eylemler yapılabilecektir.

Korunması Gereken Alanlar İşletmeciliğe Açılıyor;

Gelirler başlıklı 28.maddede, faydalanma, işletme, giriş ücretleri, kira, kullanım izni bedelleri, alan kılavuzluğu hizmetleri, intifa ve irtifak haklarından doğan gelirler, her türlü yayın gelirleri ve benzeri gelirler, gelir kaynağı olarak belirlenmiştir.

Bu haliyle korunması gereken alanların işletmeye açılmasını kolaylaştırılmaktadır.

29.madde ile de köylere hizmet götürme birliklerine veya köylerde köy tüzelkişiliklerine kaynak aktarılacağı düzenlenmektedir. Bu şekilde dağıtılan sus paylarıyla yerellerdeki direncin kırılması amaçlanmaktadır.

“Kirleten öder”

İdari yaptırımlar başlıklı 30.madde ile bir takım para cezaları düzenlenmiştir. 31.maddeyle de koruma alanlarında ve korunan alanlarda tabiatı ve biyolojik çeşitliliği tahrip edenlerden zararların tazmini öngörülmektedir.

“Kirleten öder” yaklaşımının sonucunda gelinen nokta bellidir. Ödenecek cezaların kirletmeyi, bozmayı, yok etmeyi önlemeyeceği ortadadır.

Kirleten öder” yaklaşımı tek başına koruma sağlayamaz. Kirleten ya da kirletilmesine izin veren kamu kurumlarıysa ne olacak?

“İşletme yetkisi” devredilebilecek;

34.madde ile işletme yetkisi, talepte bulunmaları halinde il özel idarelerine, belediyelere, bu Kanunun amacına uygun faaliyetleri yürütmek üzere kurulan vakıf veya derneklere Bakan onayı ile devredilebilecek.

Yasanı düzenlemesinde geçen işletme yetkisi kavramı, korumacılık kavramı değil, ticari bir kavramdır. Bu da yasa yapıcıların asıl amacını göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Tabiat Varlıklarına ilişkin Koruma Kurullarının yetkisi alınıyor;

Tasarının amacına ulaşması için 36. ve 37.maddelerle yasalarda önemli değişikliklere gidiliyor.

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun adı “Kültür Varlıklarını Koruma Kanunu” olarak değiştiriliyor, dolayısıyla korunması gereken doğal varlıklara ilişkin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları’nın yetkileri Çevre ve Orman Bakanlığı’na devrediliyor. Bundan böyle tabiat varlıklarına ilişkin kararlar, kısmen de olsa bilimselliği ve özerkliği olan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları’nın yerine bakanlığın güdümündeki UBÇK tarafından alınacak. Bu da ciddi zafiyetler yaratacaktır.

“koruma kullanma dengesi gözetilerek sürdürülebilirliği” ifadeleri bu yasayla birlikte neredeyse tüm koruma yasalarına da giriyor. “Sürdürülebilir Kalkınma” kavramının ne tür kirletmeler, yok etmelere yol açtığı deneyiminden yola çıkarsak, yasayla getirilen “koruma kullanma dengesi gözetilerek sürdürülebilirliği” kavramı da tehlikeli sonuçlar doğuracaktır.

“Tabiat”ın korunması Çevre Bakanlığı’nın insafına kalmış durumda. Milli Parklar Yasası yürürlükten kaldırılıyor, bu kanun ile milli parkların korunması mümkün olmayacaktır. Doğal SİT’in kaldırılması da korunması gereken tabiat varlıklarının HES’ler, barajlar, yapılaşma ve diğer tahrip edici yatırımlarla tahrip edilmesine yol açacaktır. İkizdere’nin Doğal Sit ilan edilmesi üzerine Çevre Bakanı’nın gösterdiği tepki göz önüne alındığında bu alanların korunmayacağı apaçık ortadadır.

Tescili yapılmış doğal sit ve tabiat varlıkları yeniden değerlendirilecek.

Geçici 2.madde ile daha önce tescili yapılmış doğal sit ve tabiat varlıkları Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu tarafından değerlendirilecek ve bu Kanunda düzenlenen koruma statüsü özelliklerini taşıyanlara uygun koruma statüsü verilecek, özellikleri taşımayanların ise mevcut statüleri sona erecek.

Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu çalışmalarına yardımcı olmak üzere Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdür Yardımcısının başkanlığında Bakanlık ve Kültür ve Turizm Bakanlığının eşit sayıda temsilcisinin katılımı ile çalışma grubu oluşturulacak.

Bu düzenleme ile var olan doğal sit ve tabiat varlıkları Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu tarafından ele alınacak ve korunma statüsü alıp almayacaklarına karar verilecek. ‘Yürütmenin etkisinde olacak bir kurulun var olan doğal sit ve tabiat parkı kararlarının tamamını kaldıracağı’ şimdiden söylenebilir.

Sonuç :

Yukarıdaki ayrıntı değerlendirmelerde de görüleceği üzere; yasa tasarısı bütün olarak ele alındığında, tabiat varlıklarını korumayacak, bu alanları kullanıma açacak niteliktedir. Bu haliyle yasa tasarısı, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere, anayasanın doğal ve kültürel varlıklarının korunmasına yönelik düzenlemelerine de açıkça aykırıdır.

Bilindiği, gibi; Anayasanın “Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması” başlığı altında yer verilen 63. maddesine göre;”Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.” Anayasanın 56. maddesine göre de; “Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.”

Bu anayasa düzenlemelerin yanı sıra Anayasanın 90. maddesine göre birer iç hukuk normu haline gelmiş olan uluslararası sözleşmelere de aykırılık söz konusudur. Bu sözleşmeler şunlardır;

• Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslar arası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme (1971 Ramsar),

• Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme (1972-Paris).

• Akdeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunmasına Ait Sözleşme (1976- Barselona), bu sözleşme çerçevesinde imzalanan Akdeniz’de Özel Koruma Alanlarına İlişkin Protokol (1982).

• Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi (1979-Bern),

• Avrupa Kentsel Şartı (1992 Strasburg),

• Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (1992-Rio),

Diğer yandan ülkemizde yargı kararları ve toplumsal hareketlerle yaşamın savunulması alanında önemli kazanımlar elde edilmiştir. Tasarı ile bu kazanım ve birikimler de yok sayılmıştır.

Tasarıdaki “koruma”, “katılım” ve “danışma” gibi kavramlar ve yapılar göstermeliktir, son sözü Çevre ve Orman Bakanlığı ve Hükümet verecektir.

Tasarı bu haliyle, doğal varlıkları koruma yerine, sömürülmesini kolaylaştıracak, talana, yağmaya açacaktır, dolayısıyla canlı yaşamının sürmesini tehlikeye atacak niteliktedir.

Sonuç olarak, gerçekten korumak isteniyorsa, tasarı geri çekilmelidir.

Arif Ali Cangı

Avukat

6 Şubat/2011

http://cevrehukuku.net/index.php/makale/581-tbckk-cangi

Nehirler boş yere akmaz! Mebruke Bayram

Yıllardır tekrarlana tekrarlana tekerlemeye dönüşmüş bir söz vardır: “Türkiyenin dört bir yanındaki sular boş yere akıyor, değerlendirmesini bilmiyoruz.” Sözü edilen tekerlemenin hangi yıllarda ortaya çıkıp ince ince zihnimize yerleştirilmeye çalışıldığına bakmak dahi konunun arkaplanı hakkında şüphe uyandırmak için yeterli. “Su akar, Türk bakar” tekerlemesi küresel kapitalizmin saldırılarının yoğunlaşmaya başladığı 80’li yıllarda hayatımıza girdi. Yani “işini bilen” memurların “iş bitirici” politikacıların moda olduğu dönemde.

Akarsulara bu mantıkla bakılması doğadaki her türlü varlığa kazanç hırsı ile bakan çarpık kapitalist zihniyetin bir yansıması. Doğadaki varlıkların hiçbiri kazanca malzeme olmadıkları için “boşuna” varoluyor sayılamaz.

Daha önceki yazılardan birinde belirtmiştik: “Küresel kapitalist ekonomi her şeyi olduğu gibi suyu da serbestçe alınıp satılabilecek bir özel mal haline getirmeye çalışıyor. Her türlü sorun karşısında bıkıp usanmadan önümüze sürdükleri reçete bu konuda da karşımıza çıkıyor: serbest piyasa. Sorun, yaşamın temel kaynaklarından biri olan suyun kamusal bir ihtiyaç maddesi, bir hak olarak algılanmaktan çıkıp ticari bir meta olarak algılanmasıyla başlıyor. Bu durumda suyun kaynağına sahip olmak bir zenginlik ve ayrıcalık haline geliyor. Yeni gündemimiz, su mülkiyeti ve kullanımı ile ilgili tüm sınırlamaların (tabii ki şirketler aleyhindeki sınırlamalardan söz ediyoruz) kaldırılması ve su piyasalarının oluşturulması.”

Doğadaki her varlığa kazanç gözlüğünden bakan küresel kapitalizmin suyu atlayacağını düşünmek saflık olur. “Boşa akan nehirler” tekerlemesi de bu amaca hizmet ediyor. Suyun zapturapt altına alınması için gösterilen bunca gayretin, Türkiye’nin dört bir yanında hummalı bir şekilde sürdürülen HES (hidroelektrik santral) faaliyetlerinin arkaplanında da ne yazık ki yine “kâr” hırsı ve hevesi var.

Su Bir Hak Olmaktan Çıkıp Ticarete Tabi Kılınıyor

Ambalajlanmış su sektöründe faaliyet gösteren ulusaşırı şirketler dünya nüfusunun yalnızca yüzde 5’ine su satabiliyor. Buna rağmen, sözü edilen tekellerin yıllık geliri petrol şirketlerinin yarısı kadar. Ulusaşırı tekellerin bu kadar cazip bir piyasayı başıboş bırakması mümkün mü?

DTÖ, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar 80’li yıllardan bu yana “su piyasaları”nı genişletmek için yoğun gayret sarfediyor. Dünya Bankası tarafından yoksul ülkelere verilen su ile ilgili krediler özelleştirme şartı taşıyor. Yoksul ülkelere kamu kurumlarında reformlar yapılması amacıyla verilen yapısal uyum kredileri sayesinde su özelleştirmelerinin önü açılıyor. Su tekelleri 90’lı yıllarda sadece 10-15 ülkede iş yapmaktayken 2002 yılında 56 ülkede faaliyet gösterir duruma gelmişti. DTÖ’nün tüm dünyada yaygınlaştırmak için çalıştığı temel anlaşmalardan biri olan GATS Anlaşması, 2000 yılında suyun çıkarılması, işlenmesi, su iletim sistemleri, enerji ve atık su işlemenin serbest piyasa koşullarında gerçekleşmesini sağlayacak şekilde değiştirildi.

IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi kuruluşların su konusu ile ilgili dayatmaları sayesinde ülkemizdeki durum da diğer ülkelerden farklı değil. 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, özelleştirme programının içerisine su konusu dahil edildi. Ardından Türkiye’nin dört bir yanındaki su kaynaklarının zapturapt altına alınması faaliyetleri başladı.

HES Çılgınlığı ve Enerji Müptelalığı

Uzun yıllardan bu yana tekrarlanmakta olan bir başka tekerleme de Türkiye’nin enerji açığı olduğu, (duruma göre) nükleer santral, termik santral ya da hidroelektrik santral yapmaz isek karanlıkta kalacağımız tekerlemesi. 70’li yıllardan bu yana tekrarlanmakta olan bu sözler şimdi de HES çılgınlığını haklı göstermek için kullanılıyor.

Konumuz enerji sorunu olmadığı için, enerjiye ne kadar ihtiyacımız olduğu konusunu, bir başka yazıda sorduğumuz soruları tekrarlayarak geçelim: “Dünyada üretilen enerjinin ne kadarının ihtiyaç, ne kadarının aşırılık ve israf olduğu konusu halen bir muamma. Gıda üretimi akıl almayacak oranlarda arttığı, bazı ülkelerdeki üretim fazlası nedeniyle buğday dağlarından, süt nehirlerinden söz edilebildiği halde dünyadaki açlık çözülebilmiş değil. Çünkü sorun gıdanın azlığından değil, adil paylaşımın olmamasından kaynaklanıyor. Gıda miktarı arttıkça, açların sayısı da artıyor. Enerji üretiminde de benzer bir durumun olup olmadığını sorgulamakta fayda var. Enerjiye, yatları, katları, petrol canavarı lüks arabaları olanlar mı ihtiyaç duyuyor, iş güvenliği, çevresel riskler vb. konularda hiçbir önlem almaya yanaşmayan sanayi tesisleri mi, yoksa yoksullar mı? Enerji sıkıntısı konusunda kıyameti koparanlar, yapay bir talep oluşturarak fazladan para kazanmak isteyen, bütün insanları enerji müptelası haline getirmeye çalışan enerji üreticisi şirketler olabilir mi? Enerji sorununu çözmek için öncelikle bu soruların yanıtını vermek gerekiyor.”

Son yıllarda Türkiye’nin dört bir yanında kurulmakta olan ve kuruldukları bölgede yaşayan halkın büyük direnişiyle karşılanan HES’ler suyun ticarileştirilmesi faaliyetinin yeni bir aşamasından başka bir şey değil. Yanında enerji müptelalığını bir kademe daha artırmak da cabası. Son yıllarda nehirlerin kullanım hakkı, enerji üretim tesisleri kuracak olan özel şirketlere devrediliyor.

TMMOB tarafından yayınlanan “Küresel Su Politikaları ve Türkiye” başlıklı raporda HES projelerinin durumu rakamlarla şöyle açıklanıyor: “11.09.2008 tarihi temel alınarak, bu tarihe kadar DSİ ve EİE tarafından geliştirilerek başvuruya açılmış olan proje sayısı yaklaşık 330 adettir. Tüzel kişiler tarafından geliştirilmiş olan proje sayısı 1700 civarındadır. Ancak bunlardan 600 adedi 2007 yılında bir günlük başvuru süresi tanınmış ve aynı gün ezbere geliştirilerek yapılmış proje başvurularıdır. Bu nedenle ciddiye alınmaması gerekir. Yani toplamda Türkiye’de 2000’e yakın hidroelektrik santralinin değerlendirilmesi gündemdedir. Lisans alan bu projelerin birçoğunda da herhangi bir gelişme kaydedilmemiş, satışa çıkartılarak lisans ticareti yapılmış, bu da ifade yerindeyse bir ‘proje borsası’ oluşmasına yol açmıştır. Planlanan 2000 projenin 419 adedi Doğu Karadeniz’de yer almaktadır.”

Santral kurulacak bölgelerde bırakılması zorunlu olan “can suyu”nu dahi pazarlık konusu yapan özel şirketlerin civarda yaşayan halkın ve diğer canlıların su ihtiyaçlarını ve çevresel sorunları ne kadar önemseyeceklerini madencilik, termik santral vb. alanlarda şirketlerin ne kadar hak hukuk tanımaz olduklarını hatırlayarak tahmin edebiliriz.

HES’lerin yapılması için açılacak kilometrelerce yol için kesilecek ağaçlar, tünellerin açılması için patlayıcılar kullanılarak değiştirilecek coğrafya ve bütün bunların sonucunda akarsulara bırakılacak hafriyat sonucu ortaya çıkabilecek çevresel zararların yetkililer tarafından kamuoyuna açıklananların çok daha üzerinde olacağı gün gibi ortada.

Büyük yatırımlar yapılarak kurulan barajların ekonomik ömrünün ne kadar olacağı da ayrı bir tartışma konusu. Kuruluşunda ekonomik ömrü 50 yıl olarak belirlenmiş bazı barajların erozyon sayesinde nehirler tarafından taşınan toprakla 15-20 yılda dolduğu görülüyor. Karamanlı 13, Altınapa 10, Kartalkaya 19, Kemer 22 yılda ömrünü tamamladı. Keban Barajı’nda her yıl 32 milyon ton toprak taşınarak baraj tabanına yığılıyor.

Ekonomik ömrünü erken tamamlayan bir barajın maliyetinin kime yükleneceği de ayrı bir tartışma konusu. Ekonomik kriz nedeniyle özel şirketler için yapılan “kurtarma” operasyonlarının parasının halkın cebinden çıktığını unutmayalım.

Doğal koşullarda yaşanan ve çevresel etkiler nedeniyle hızlanmamış olan erozyon doğada önemli bir işlev görüyor. Akarsular taşıdıkları toprağı geçtikleri bölgelere bırakarak tarım arazilerinin veriminin artmasını sağlıyor. Suyun önüne baraj engeli konulduğunda sözü edilen topraklar tarım arazilerine ulaşamadan barajın tabanında hapsedilmiş oluyor. Denize yakın bölgelerde ovaların, deltaların ve yeraltı sularının akarsular tarafından beslenmesi durduğunda denizin nehir yatağına yürümesi, yeraltı sularının deniz suyu tarafından işgal edilerek tuzlanması gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Birçok bölgede kanalizasyon atıkları akarsulara verildiği için yalnızca bırakılan az miktardaki can suyu ile yaşayan akarsular kanalizasyon atıkları ile doluyor. Sözü edilen tuzlanma, kanalizasyonla kirlenme gibi durumlarda hem civarda yaşayan canlılar hem de kirletilmiş can suyunu tarımsal sulamada kullanan halk zarar görmüş oluyor.

Akarsuların yaşayan bir sistem olduğunu, aktığı yatak boyunca birçok canlıya hayat verdiğini ve tarım için vazgeçilmez önemde olduğunu da ayrıca belirtmek gerekiyor. Gözle görünen ya da görünmeyen pek çok canlı için yaşamsal önemde olan akarsular yalnızca can suyu ile akmaya başladığında pek çok canlının yaşamını sürdürmesi imkânsız hale geliyor.

Akarsuların zapturapt altına alınmasının ardından yaşayan nehir sistemi can çekişmeye başlıyor, balık türleri azalarak zaman içerisinde yok oluyor, nehir yatağı civarındaki flora (bitki örtüsü) ve fauna (yabani hayvanlar) geri dönülemez bir şekilde zarar görmeye başlıyor. Yaşanan çevresel değişiklikler zaman içerisinde bölgede yaşayan halkı ve tarım sistemini de olumsuz etkiliyor.

Akarsu yatağında bu sorunlar yaşanmaktayken baraj civarında başka problemler ortaya çıkmaya başlıyor. Baraj çevresinde bulunan havadaki nem miktarı arttığından yerel ve bölgesel iklim değişiklikleri yaşanmaya başlanıyor. İklim değişikliği ise biyoçeşitliliğin zarar görmesine ve bazı salgın hastalıkların artışına yol açabiliyor.

Kurulan barajlar sayesinde bir yandan bazı bölgelerin iklim koşulları bu şekilde değiştirilmekteyken bazı baraj projeleri nedeniyle göller beslenemiyor, varolan sulak alanlar zarar görüyor. Ülkemizde son 50 yıldır uygulanan yanlış su politikaları nedeniyle sulak alanların yaklaşık yüzde 70’i kaybedildi. Kartoz Çayı, Isparta Çayı, Ağlasun Çayı, Çukur Çayı, Gökpınar, Gelen Çayı, Kovada Çayı, Küçüksu Deresi, Aksu Çayı üzerinde yapılması planlanan HES projeleri nedeniyle bazı göllerin kuruyacağı tahmin ediliyor.

Zapturapt altına alma faaliyeti yalnızca barajla da sınırlı değil. Doğu Karadeniz’de son zamanlarda yapılmaya başlanan HES’lerde akarsular kaynağından başlayarak borular içerisine hapsediliyor. Boru içerisine alınan akarsudan ne suyun içerisinde yaşayan canlılar ne de civardaki canlılar yararlanamadığı için akarsu ölü bir sistem haline geliyor. Akarsudan hem kişisel kulanım hem de tarımsal sulama için yararlanan, suyun civarında yaşayan insanlar da ancak parasını ödeyebildikleri zaman su kullanma hakkına sahip oluyor.

Dünyadaki her türlü kaynağı zapturapt altına almak için binbir çeşit hinliğe başvuran küresel kapitalizmin yeni hinliklerinden biri olan “boşa akan nehirler” tekerlemesini boşa çıkarmaktan başka çaremiz yok. Ne bizim ne de dünyadaki diğer varlıkların varoluş sebebi kazanca ve kapitalizmin kutsal serbest piyasasının gerekliliklerine indirgenemez.

Kaynaklar:

– Küresel Su Politikaları ve Türkiye, TMMOB, Mart 2009.
– 22 Mart Dünya Su Günü’nde Türkiye HES Raporu, TTKD, 23 Mart 2010.
– Akarsular Boşa Akar mı?, Ahmet Atalık, Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı, www.karasaban.net, Nisan 2010.
– Susuzluk, Göç ve Savaş, Mebruke Bayram, Toplumsal Özgürlük, sayı:20, Temmuz 2007.
– Susuzluk Kaderimiz Değil, Mebruke Bayram, Toplumsal Özgürlük, sayı:21, Eylül 2007.

http://www.toplumsalozgurluk.net/tr/nehirler-bo%C5%9F-yere-akmaz

http://mebrukebayram.blogspot.com/2010/07/nehirler-bos-yere-akmaz.html

 

“Su”yu Korumak – Beyza Üstün

1970’li yıllarda antropojenik etkilerle (insan aktiviteleri   ile) tahrip olmaya başlayan sucul ekosistemler (akarsular, göller,lagünler, denizler), l992 yılında alınan uluslar arası kararlarla kapitalizmin kıskacına sokularak kalitesini giderek daha çok yitirdi. Rio De Jenerio da BM Çevre ve Kalkınma Konferansında “Sürdürülebilir Kalkınma” Stratejileri Çevre Koruma Stratejileri olarak kabul edildi (Şekil 1), aynı yıl Dublin’de yapılan BM Su ve Çevre Konferansında ise su ekonomik mal olarak tanımlandı.

            Sürdürülebilir kalkınma stratejisinde kalkınma, sınır tanımazken, sermaye birikiminin gereklerinin doğa ve toplum koruma stratejileri ile dengede ve eşdeğer kılınabileceği iddiası,

•  üretim atıklarının doğal sulara kontrolsüz (arıtılmadan) deşarjı,

•  üretimde kullanılan suyun ekosisteme vereceği zarar hiçe sayılarak kontrolsuz doğal sulardan çekilmesi,

sulak alanların kirlenmesinei ve su miktarlarının azalmasına neden oldu. “sürdürülebilir kalkınma”, “kirleten öder” perspektifinde oluşturulan çevre yasa ve direktiflerinde doğal ortama verilmesi için atıklara deşarj standartları tanımlandı böylece kirletme hakkı kirleticiye verilerek bu hak yasallaştırıldı. Çevresel etkileri denetlemekle sorumlu kurumların sorumluluklarını yerine getirmemesi, eksik getirmesi (arazi kullanımlarındaki kaçak yapılaşma, kontrolsuz endüstrileşme gibi uygunsuzlukların, atıksu arıtımlarının denetlenmemesi gibi, tamamlanmayan atıksu kanalları gibi) yada su havzalarını havza korumadan çıkararak yapılaşmaya ve endüstrileşmeye açma gibi yetkisini aşan kararlar alması sonucunda pek çok sulak alan kurudu, yok oldu.

            Endüstriyel olarak üretilen pamuğun Aral Gölünü yok etmesi, Türkiyede Afyonkarahisar Eber Gölünün, Tuz Gölünün kuruması, Konya ovasının sulaması için kanalla Beyşehir gölünden su çekilmesi sonucunda gölün giderek küçülmesi sürdürülebilir kalkınma stratejileri sonucunda doğanın ve sucul sistemlerin tahribatının örnekleridir.

Ramsar Uluslar arası Kuş Alanı olan sucul ekosistemler kirlenme nedeniyle artık kuşlara evsahipliği yapamaz duruma gelmiştir. Manyas,Kızılırnak Deltası,Sultan sazlığı,Göksu Deltası, Gediz Deltası, Burdur Gölü, Küçükçekmece Lagünü gibi pekçok sucul sistem kirlenmenin sonucunda barındırdığı türlerini yitirmektedir.

Şekil 1. Sürdürülebilir Kalkınma İlkesi Şematik Gösterimi

            1992 de alınan diğer karar gereği suyun “ticari mal” olarak tanımlanması sucul ekosistemin üstündeki atık baskısını ve suyun metalaştırılması süreci hızlandırdı. “Su tükeniyor”, “Tüm dünyada suya erişim azalıyor” gibi bildik senaryolarla bu süreç hızlandırıldı. Birleşmiş Milletlere bağlı kuruluşlarda görevli bilim insanları; suyla ilgili çalışanların veriler, suyu kullananlar; nüfusun artışı, üretimin artış hızı, suyun kullanım hızındaki artış ve suyun giderek kirlenmesindeki artış yaklaşımlarından yola çıkarak dünyadaki temiz suya erişim senaryoları üretti. Bu senaryoların sonuçlarında görüldü ki en iyimser 2050’de dünya temiz suya erişimini tamamlayacak. Senaryoyu bugünkü sonucuna taşıyan asıl etkinin kalkınma adı altında suyu daha çok kullanan ve daha çok kirletenlerin ağır sanayiler gibi, savaş sanayisi gibi doğanın baş edemediği atığı üreten ancak toplum için de gereklilikleri tartışılır üretimlerin de içinde olduğu sermayenin olması göz ardı edildi yada bu etki önemsizleştirildi. Bu senaryoların ardındaki gerçeği; Prof. Dr. Türkel Minibaş 2007 de ”Globalizmde suyun ekonomi politiği” başlıklı tebliğinde “Neo-klasik iktisadın vazgeçilmez örneğinin ardında yeryüzü kaynaklarının “kıt“ olduğu dolayısıyla ederinin belirlenmesi gereken “ticari bir mal“ olduğunun kabul ettirilmesi vardır.” diyerek   belirtmektedir ve bunda, elmas gibi kıymetli taş, maden, enerji kaynaklarının bulunduğu ülke halklarına kendi kaynaklarına sahip çıkmak ile yaşam için zorunlu ihtiyaçların karşılanması; yani hayatta kalma kavgası arasında tercih yapmak zorunda bırakıldığının da iknası olduğunu belirtmektedir.

Suyun ticarileştirilmesi GATS sözleşmesinde de yerini aldı. GATS’a göre;

•  Erişilebilir su kaynaklarının kimin yönetim ve denetiminde olacağı

•  Kullanılabilir suyun hangi kanallarla tüketiciye ulaştırılacağına dair üretim, pazarlama ve dağıtım yetkisinin kimde olacağı

•  İçme suyunun üretim ve dağıtımının kimin tarafından ve nasıl yapılacağına

dair anlaşmalarla piyasa ekonomisine bırakıldı.

Suyun ticarileştirlme süreçlerinin en önemli hamlesi BM koordinasyonunda 1996’da Dünya Su Konseyi de kurulmasıdır. 1997’de ilk Dünya su forumu düzenlendi; ardından 2000’de Lahey’de, 3 yıl arayla 2003 de Kyoto’da, 2006 da Meksika’da, ve 5.si 2009’da Türkiye’de gerçekleştirildi.

Lahey’de (2000de) açıklanan Dünya Su Forumu hedeflerine göre;

•  Sulu tarım sınırlandırılmalı,

•  Uluslararası havzalarda işbirliği sağlanmalı,

•  Suyu yöneten kurumlar reforma tabi tutulmalı

1992 de Dublin’de başlayan Dünya Su Forumları ile sürdürülen süreçte su sermayenin kullanımına mal olarak da sokuldu. Suyun Ticarileştirilme süreci BM Dünya Su Konseyi organizasyonunda su şirketleri ve yerel idarelerle yürütülmektedir. Yerel ölçekte hedef doğal su kaynaklarının kullanım hakkının şirketlere devri, doğa ve canlı yaşam göz ardı edilerek suyun sermayenin emrine verilmesidir. Bu durum “Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi”nin yarattığı sonuçların üstünde daha geri dönülmez tahribatlar yaratacaktır.

            Su üzerinde oynanan oyunların sonucunda “ülkeler arası” savaşların yerini “suya erişenler ile suya erişemeyenler arasında” yaşanacak sınıf savaşları sosyolojik sonuç olarak görünmektedir.

            Suyun metalaştırılması Akarsulara ve göllere daha çok müdahalenin önünü açacaktır. Daha çok baraj ile su gereğinde kullanıma hazır bekletilebilir,   ölçülebilir ve fiyatlandırılabilir taşınabilir kılınacak, Melen, Kızılırmak’ta olduğu gibi akarsular başka bölgelere taşınabilecektir. Müdahale edilen ekosistem ise temizsudan yoksun kaldığı için barındırdığı türlerini yitirecek, daha çok kirlenecek, daha hızlı yok olacaktır. Bu yok oluş besin zincirinin ucundaki tüm canlı yaşamı aynı etkide tehdit edecektir.

            Çevre koruma stratejisi sürdürülebilir kalkınma stratejisi yerine doğanın sürdürülebilirliği olmalıdır (Şekil 2). Bu kozmik yaklaşımla “Doğa” çevresel tehditlerden korunursa içinde yaşayan toplumun da yaşam kriterleri sürdürülebilir olur. Ekonomi de toplumun temel gereksinimlerine uygun başka bir deyişle kullanım değerlerine göre üretimi kapsayacağından   sistemin bütünü sürdürülebilir kılınır. Bu perspektifte üretimde değişim değerleri ve sermaye   birikiminden bahsetmek mümkün değildir. Gereğinden fazla üretim yapılamayacağı için gereğinden fazla su tüketimi olamayacaktır ve üretimlerin çevresel etkileri de doğaya zarar vermeyecek şekilde kontrol altında tutulacak, azaltılacak, etkisizleştirilecektir.

           

Şekil 2. Doğanın Sürdürülebilirliği Şematik Gösterimi

            İnsanlar, bitkiler, hayvanlar, mikro organizmalar kısaca tüm canlılar susuz yaşayamazlar. Su; cansız yapıdan mineralleri çözerek içinde barındırdığı tüm canlılara besi maddesi olarak taşıyarak doğada cansız sistem ile canlı sistem arası geçişi sağlar. Ekosistemdeki su döngüsü suyun bu hizmetlerini sonsuz yapmasını sağlar. Suyu doğanın kullanımı için toplayan, biriktiren ve canlı cansız tüm bileşenlerin kullanımına sokan bölgelerdir su havzaları. Coğrafi olarak tanımlanırsa su havzası; yağmurun yağış halinde düştüğü en üst kot ile Dere, nehir, göl ve denize ulaşmasına kadar yolculuk ettiği karasal alanı, suyun toplandığı yüzeysel suları (göl, dere,nehir vb.) ve bu bölgenin altındaki yer altı katmanını kapsar. Doğayı korumak suyu korumakla mümkündür. Suyu korumak ise su havzalarının arazi kullanımının çevresel tahribat yaratmayacak şekilde planlanması ile mümkündür.

            Su havzalarının yeşil dokusu (ormanlar, meralar) suyun; havzada daha uzun süre kalmasını, suyun içinde bulunan organik maddeler gibi,ve   ağır metaller gibi inorganik kirleticilerin bitki bünyesine alınarak doğal olarak sudan ve topraktan uzaklaşmasını, kökleri ile tutarak taşınımını engellediği toprak yardımıyla suyun rafine edilmesini böylece yer altı su akiferlerinin ve yüzeysel suların temiz suyla beslenmesini sağlamaktadır. Yeşil doku fotosentez yaparak havanın oksijence zenginleşmesini, yaprakları ile atmosferdeki kirleticileri absorplayarak havanın temizlenmesini sağlar. Bu nedenle su havzalarındaki yeşil doku hem doğal arıtım sistemleri hem de doğal barajlardır.  

Şekil 3. Doğal Su Döngüsü  

            Sonuç olarak suyun piyasada fiyatlandırılabilir alınıp satılan bir mal olmadığı ve sermaye birikiminde kullanılmaması gerektiği ortadadır. Sürdürülebilir kalkınma stratejisi ve suyun ticarileştirilmesinden vazgeçilerek Doğanın sürdürülebilirliğinin esas alındığı çevre koruma stratejisi uygulamaya sokulmalıdır. Böylece su yüzyıllardır yaptığı döngüsünü de eksiksiz tamamlayabilecektir (Şekil 3). Havzada yeşil doku mutlaka korunmalıdır. Su havzalarında arazi kullanım esasları da su döngüsünün bozunuma uğramayacağı, sucul sistemlerin kirlilik tehdidi altına girmeyeceği şekilde planlanmalı ve uygulanmalıdır.

            Suyun uygarlıklar boyunca, doğayı koruma ve tüm canlıların sağlıklı yaşamlarını sürdürmedeki rolünün devam etmesi, çevre koruma stratejilerinin “doğanın sürdürülebilirliği” esas alınarak yeniden kurgulanmasına bağlıdır.

            Su; doğanın, canlı cansız tüm sistemin devamlılığında temel unsurdur. Bir başka deyişle Su doğanın güvencesi ve koruyucusudur. Bu nedenle suyun yatağı olan su havzaları da koşulsuz mutlak korunmaya alınmalıdır.

GATS: Hizmet Ticareti Genel Anlaşması
http://www.coservation-ontario.on.ca./source_protection/files/watercycle.html
ustun@yildiz.edu.tr

Beyza Üstün
Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi İnş. Fak. Çevre Müh. Bölümü, Çevre Teknolojisi Ana Bilim Dalı

http://www.dogavetoplum.web.tr/s01/2.3.html

TEMA: Kocaman şirketlerin kocaman vakfı – Sermaye Çevreciliğinin Ana TEMA’sı

TEMA Vakfı, yaptığı ‘suya sabuna dokunmayan’, ‘toz toprak, sakız’ projelerinin çevre yararına olmasından çok sermaye yararına olması ile dikkat çekti. Karadeniz İsyandadır Platformu’ndan M. Cevdet Arslan TEMA’nın gerçek yüzünü yazdı.

 

TEMA Vakfı yaklaşık 20 yıldır başta erozyonla mücadele olmak üzere çevre sorunları konusunda yaptığı çalışmalarla (!) gündeme getirildi. Devletin her kurumundan aldığı desteklerle, özel sektörün gönüllü halkla ilişkiler çalışmasını yürüttüğü TEMA Vakfı, yaptığı ‘suya sabuna dokunmayan’, ‘toz toprak, sakız’ projelerinin çevre yararına olmasından çok sermaye yararına olması ile dikkat çekti. Ta ki, Karadeniz İsyandadır Platformu gibi bir çevre hareketi olmanın ötesinde ‘yaşam alanı savunucusu’ olarak tanımlanabilecek hareketlerin ortaya çıkışına kadar. Ve Karadeniz İsyandadır Platformu’ndan Arkeolog ve Sanat Tarihçisi Mustafa Cevdet Arslan TEMA’nın gerçek yüzünü yazdı.

TEMA KENDİNİ TEMİZE ÇIKARMAYA ÇALIŞIYOR

Karadeniz İsyandadır Platformu tarafından kamuoyuna açık bir basın toplantısıyla deşifre edilen TEMA, kendi sitesinde açıklama yapma gereği duyarak kendini temize çıkarmaya çalışıyor. Mücadele içindeki bizlerin sesini duymazdan gelme, muhatap almama hali bile yaşam savunuculuğuna karşılıksız olarak ömrünü veren insanları yok sayma çabasının ifadesi.

TEMA yaptığı açıklamada, “Vakfımız çevre konusunun ne halkın ne de iş dünyasının bugünkü kadar gündeminde olmadığı bir dönemde, 11 Eylül 1992 tarihinde 30 işadamı tarafından erozyon ve çölleşme ile mücadelenin gerekliliğine dikkat çekmek ve bu mücadelenin bir devlet politikası haline gelmesine katkı sağlamak üzere kurulmuştur”  diyerek müthiş bir yalana başvuruyor;  1980 -1990’lı yıllar Türkiye’de iki önemli gücün politik alana çıktığı dönemdir. İbrahim Eren’li Radikal Yeşiller ve Celal Ertuğ başkanlığında Yeşiller Partisi bu dönemde sahnededir ve ekoloji mücadelesinin Türkiye’nin dört bir yanında yükseldiği yıllardır o yıllar… Sanayi tesislerinin doğayı kirletmesine, Aliağa, Komili vb şirketlerin, fabrikaların yarattığı çevre kirliliği, siyanürlü altına karşı mücadelelerin yükselişi, şanlı Bergama Köylüleri, Termik Santrallere karşı hareketler, Hasankeyf’in ilk kez dillendirilmesi, antimilitaristlerin feministlerin yükselişi, alternatif  hareketlerin çığ gibi büyümesi karşısında Çeküller TEMA’lar devlet güdümünde NGO’lar (Non Goverment Organition; şimdiki karşılığı STK Sivil Toplum Kuruluşu-benzetme gerekirse, sivil ajan teşkilatı gibi) yaratılmıştır.

PASİF MÜCADELE GELENEĞİ

TEMA, çevreci hareketin yükselişte olduğu dönemde doğa katliamlarını gizleyecek pasif bir erozyonla mücadele masalıyla kurulmuştur. Erozyon, insan faaliyetlerinin özellikle tarımın ürünüdür. Tarımı kaldırmadan erozyonu yok edemezsiniz; sanayi için ormansızlaştırılan bölgeleri, köprü ve yollar için yok edilen bitki örtüsünü görmezden gelerek erozyonu yok edemezsiniz ama vicdan rahatlatmak için suya sabuna dokunmayan tarzda çevrecilikle ekoloji mücadelesine yönelen binlerce insanı güçlü bir yapı görüntüsü sunarak kendinize çekip pasifize edebilirsiniz. Çevrecilik ağaç dikmekten ibaret olur. Çevre politikalarını üreten insanların ve gerçekten hükümet dışı, devlet dışı örgütlenmelerin sesi duyulmaz hale getirilir. Çevrecinin imajı ‘çiçek böcekçi’ye dönüştürülür. Politik kararlara şirketlerin politikalarına karşı olanlar, bu ‘çiçek böcekçi’ imajıyla TBMM’de alternatif oluşturma şansını kaybeder.  TEMA işte bu amaçla çevre hareketlerinin olmadığı değil yoğunlaştığı bir dönemde “11 Eylül 1992 tarihinde 30 işadamı tarafından” kurulmuştur.

PATRONLARIN ÇEVRE VAKFI

“TEMA, kurulduğu günlerde mütevelli heyetini de yayınlamıştı gazeteler; “Tamam” demiştik kirletenler çevreciliği de vatandaşa bırakmayacak. TEMA, gönüllü çalışan binlerce çevrecinin emeği üzerinde bugünlere geldi. İstanbul’da orman talan edilirken erozyonla uğraştı. Her şeye rağmen çevreciliğin gelişmesinde önemli katkıları olduğunu yadsıyamayız. Ama nasıl çevrecilik!  Mimarlar Odası, KOÇ Üniversitesi yapımının binlerce ağaç kesimine neden olacağını söyleyip dava açtığında karşımıza iki dilekçe çıkmıştı, TEMA ve bir mimar; TEMA koç üniversitesinin ormana zarar vermediğini, tam tersine koruma kullanma dengesi içinde koruyucu yanının olduğunu özetle söylemekte idi. Mimar ise Mimarlar Odası yönetiminin kronik muhalifi idi ve dava sürecinde de şehircilik açısından sakıncası olmadığına dair bir rapor vermişti. (Mimarlar odası arşivinden belgelere ulaşılabilir”) Kurulduğu yıllardaki izlenen yolla geçtiğimiz dönemde yaşananlardaki TEMA tavrı özellikle nasıl bir politikayla yüründüğünün ispatı değil midir; Ormansızlaştırma yüzünden erozyon olduğundan hareket ederken Bay TEMA, Doğu’da devletin yaktığı ormanlar söz konusu olunca dut yemiş bülbül gibi davranmamış mıdır?

TEMA NÜKLEER ENERJİYİ SAVUNMAKTADIR.

“İş ayrı TEMA yöneticiliği ayrı”- İskenderun’da gazetecilere konuşan Mahir Rende, TEMA genel merkezinde de bazı yöneticilerin ‘nükleer santral ihalesi’ konusunda oylama yaptıklarını ve oylamadan çıkan sonuç sonrasında ihaleye katılmama kararı aldığını açıklayarak şunları söyledi: “İş ayrı şey, TEMA yöneticiliği ayrı. Fransa’da da onlarca nükleer santral var. Bunlar halen çalışıyor. Ve hiç bir şey olmuyor. Türkiye’de de pekala bir insan, TEMA yöneticisi de olsa bu ihaleye katılabilmeli. Ama oylamada çıkan sonuç sonrası, ihaleye girilmedi.” (Akın Bodur; TEMA Nükleer Enerji Yanlısıymış Iskenderun – BİA Haber Merkezi 07 Haziran 2001, Perşembe, Bianet)

TEMA’yı şirketler kurmuştur. Şirketlerin borusunu öttürmektedirler. Bunun için AB’nin şirketler yanlısı yaptırımlarını da desteklemekten geri kalmaz. TEMA Su Meclisi’nin de kurucusudur. Su Meclisi de yandaşı Doğa Derneği de HES’ler konusunda kimi HES’lerin yapılabileceğini zararlı olanların yapılmasının önlenmesi gerektiğini, havza yönetimini savunarak süreci meşrulaştırmaya tepkileri azaltmaya yönelik yuvarlak bir tavır sergilemektedir. Bu tavırlar suyun şirketlerin eline geçmesini yaşam hakkının gasp edilmesini savunmak anlamına geliyor.

TEMA, SUYUN ŞİRKETLERİN ELİNE GEÇMESİNİ SAVUNMAKTADIR

Yükselen toplumsal muhalefet karşısında daha fazla suskunluğunu koruyamayan TEMA, en sonunda koca koca bilim adamlarına(!) rapor yazdırmak zorunda kalmış, HES’leri halen “yenilenebilir alternatif enerji kaynağı olarak kabul edebilirken” yüzü kızarmamış, HES lisanslarıyla sularımızın tüm kullanım haklarının şirketlere devri, topraklarımızın acil kamulaştırmayla gaspı gibi nahoş hususlara asla değinmemiştir…

TEMA’nın bu duruşuna karşılık mücadele yürüten vadiler ve derelerin savunucuları köylülerimiz, “Bir derede 2 HES de olsa 20 HES de olsa netice aynıdır: ‘su kullanım hakkı’ halktan alınıp firmalara devredilecek, sermaye sularımıza konmuş olacaktır. Su her canlının yaşam hakkı olduğuna göre, suların kullanım hakkı gerçekte halkın ve o yaşam bölgesindeki tüm canlıların olduğuna göre bunu kabul etmeyen düzenlemelere rıza göstermeyiz ve halkı HES’lerle uzlaştıracak hiçbir davranışa hoşgörüyle bakmayız; vadimiz haliyledir, ortada planlanacak bir şey yoktur ” diyorlar.

Can suyu ve miktarı üzerinden yürütülen tartışmalar da yine varılan aşamada uzlaşmacı ve işbirlikçi politikaların argümanı haline gelmiştir. Doğanın bütünlüğünü göz ardı eden, gezegenin varoluşuna adeta hakaret eden bu bakış açısı temelden sorunludur; suların yatağından koparılmasının, künklerin, tünellerin içine hapsedilmesi için vadinin katlinin ölçüsü, debisi olamaz. İlla “can suyu” tespit edilecekse sularımızın her katresi candır, “Can Suyu” ölü bitkiyi canlandırmak için verilir. Derelerin yeşerttiği vadilerin canlılarını can çekiştirecek koşullara mahkûm ederek asgari ücreti bile çok görülen sözleşmeli işçiye benzetmeye çalışıyorlar. Bariz şirket kafasıyla doğaya bakmanın ürünüdür bunlar.

“TEMA Vakfı, faaliyetlerini gerçekleştirebilmek için çeşitli işbirlikleri yapmaktadır. Revan-Su bunlardan biridir. Vakıf, bu firma ile ortak değildir. Logo kullanım işbirliği çerçevesinde Vakfa bağış yapılmaktadır. Bu işbirliği kapsamında Vakfımız Revan Su’yu kaynağından itibaren düzenli aralıklarla kontrol etmekte, laboratuvarlarda analiz yaptırmaktadır.” Denilen bilgilendirme notunda da aynı zamanda kendilerini ele verdiklerinin farkında bile değiller. Suyun ticarileştirilmiş halini savunduklarını ve bundan nemalandıklarını kendileri belirtmektedirler.

TEMA CAN ALICI ZAMANLARDA ETKİ GÜCÜNÜ ASLA KULLANMAMAKTADIR.

Varlık gösterdiği mücadelelerde ya gönüllülerin samimiyeti ya da doğa katliamı yapan şirketlerle ne kadar yakın işbirliği içinde olunup olunmadığı gözetilmektedir.

“Bir sivil toplum hareketi olan TEMA Vakfı’nın en büyük başarısı, 19 yılda ülkemizin en uzak noktasındaki köyünden, en merkezdeki kentine kadar, başta topraklarımız olmak üzere doğal varlıklarına sahip çıkan, koruyan gönüllülerinden oluşan büyük doğa koruma çemberidir.  Ülke genelinde sayıları 400.000’i aşan ve her geçen gün artmakta olan kendini doğaya adamış TEMA gönüllüleri Minik TEMA’sından, İl Temsilcisi’ne kadar, doğal varlıklarımızın korunması için çalışır, çevresel sorunların çözümü için yasal her yolu yılmadan dener, inisiyatif alır, yapıcıdır, doğruları söylemekten çekinmez. Gönüllüler ve temsilciler doğa sorunlarına karşı yüksek duyarlılık gösterir ve her daim çözüm odaklıdır. TEMA İl Temsilcilerinden iki kişi her yıl Vakfın Yönetim Kurulu üyeliğine seçilir, yılda iki kez düzenlenen Mütevelli Heyeti toplantılarına ve tüm Yönetim Kurulu toplantılarına katılarak gönüllüleri temsil eder, TEMA Vakfı’nın strateji ve çalışmalarına yön verir.”

Çok güçlü olduklarını kendileri açıklıyor ve güçlerini saygınlıklarını kendileri kanıtlıyorlar ama gerçekler bu gücün doğayı, yaşamı korumak için kullanılmadığını gösteriyor. Tabiatı Bozuk Yasa Meclis’e inmiştir ve bu yasaya karşı basın açıklamalarına adlarını yazdıran TEMA ‘den Gerek YK gerek mütevelli heyeti gerekse gönüllülerinden kaç kişi bu açıklamalara gitmiş TEMA bu eylemler için kaç otobüs kaldırmış Ankara’ya Meclis önüne Trakya’dan, Karadeniz’den, İç Anadolu’dan, Ege’den, Akdeniz’den, Doğu’dan, Güneydoğu’dan kaç kişinin yol parasını karşılamıştır. TEMA istese kendi bu övündüğü güçlü yapısının gücüyle 40-50 bin insanı Ankara’ya mitinge taşıyamaz mıydı? Bu can alıcı konuda “sayıları 400.000’i aşan ve her geçen gün artmakta olan kendini doğaya adamış TEMA gönüllüleri”nin ne kadarını harekete geçirmek için kaynak ayırmıştır?

Hem gücünle öğün, hem de bu gücü doğanın korunması için kullanma… Peki, kime karşı koruyacağız doğayı? Doğayı tahrip eden meta kaynak gibi gören tüm şirketlere ve onların kuklası yönetimlere karşı değil mi? Bay TEMA ne mırıldanıyor böyle? Doğayı vatandaş Abuzer’den değil elbette bu vakfın şerrinden korumak lazım. Söz mütevelli heyetine gelince “Ticari faaliyetlerine karışmam” demek ne demektir. Doğayı tahrip eden Orhan Yavuzlar, Asım Kocabıyıklar olunca onun adı ticari faaliyet mi oluyor size göre Bay TEMA?

“Gönüllülerimizin HES’lerle ilgili çalışmalarına TEMA Vakfı Onursal Başkanı Hayrettin Karaca da dahil olmuş ve Yuvarlakçaylılar’ın direnişine yanlarına bizzat giderek destek olmuştur.”    Denilen açıklamada 28 gün İstanbul’un göbeğinde ORYA enerjinin önünde oturma eylemi yapan Cide- Loç’luları niçin görmek istemediniz acaba? Oturma eyleminin son günlerine doğru mücadelelerimiz sonucunda mütevelli heyeti üyenizin inşaatının kaçak olduğu ortaya çıkıp ta mühürlenince sitenize Cide-Loç’taki HES’e de karşı olduğunuzu oradaki gönüllülerinizin size karşı aktif tepkisi nedeniyle de koymadınız mı? “TEMA Vakfı, HES konusunda Bilim Kurulu tarafından hazırlanan raporu, Cumhurbaşkanı, Başbakan, tüm parti başkanları, milletvekilleri ve Çevre ve Orman Bakanlığı yetkililerine göndermiştir.” Yazıyor bu yazıda… Ne kadar ilginç. Kendi kurucunuza bu tür uyarıları raporları neden verip konuyu doğrudan halletmediniz acaba? Ya tepkiler büyüyünce ya da işbirliği yaptığınız şirketlerin dışında birileri bir şeyler yapıyorsa haksız rekabet için mi çevre eylemlerini kullanıyorsunuz… Ekoloji mücadelelerinden başka türlü size ne!.. Bunu düşünmek bile korkunç!..

TEMA ekoloji mücadelelerinin önünü tıkamakta hükümet politikalarına şirketlerin ağzıyla yanıtlar vermekte muhalefetin sözünün duyulmamasını ve dolayısıyla güçlenmesini önlemektedir.

TEMA’YI TEŞHİR TARİHSEL SORUMLULUKTUR

Bize TEMA gibi, Greanpeace gibi, Doğa Derneği, gibi yeşillenemeyen yeşiller partisi gibi akmaz kokmaz değil bizzat politikanın en hasının gerekli olduğunu görecek bir bilinç ve kararlılık lazım. Bu kararlılık ise deşifresine karşılık çeşitli araçlarla yapılan tartışma ve yanıtlarda açıkça dile getiriliyor artık;

“Burada ciddi bir süreç bizi bekliyor. Yani emperyalizme karşı daha önce duruş göstermiş bir toplum olarak yine yürekli bir mücadele vermezsek kırsalda halkın yaşaması mümkün olmayacaktır. Halkın kırsaldan kentlere göçmesi durumunda ise Mısır’da mezarlıkta ya da Brezilya’da varoşlarında yaşayan halk gibi çok yoksul, çok muhtaç ve de cehalet içinde yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

Bu nedenle;

Sürecin ekonomik kaynakların paylaşıldığı gerçeğini dillendirmeyen kuruluşların oluşturduğu tehlike iyi anlaşılmalıdır. Bugün para içinde yüzen dernekleri bu açıdan iyi izlemek gereklidir.

Onların deşifre edilmesi ve anlaşılabilmesi için ise aşağıdaki sorular sorulmalı ve yanıtları dikkatle izlenmelidir.

-Bu dernekler bu güne kadar hangi alanı korumuşlardır? Kullandıkları para doğru yere gitmiş midir? Projeleri hangi alanlarda yürütmüşlerdir ve proje yürüttükleri hangi alanı korumuşlardır? Bu STK’lar kimler için geçim kaynağıdır? Ulusal büyük gazeteleri en iyi kimler kullanmaktadır ve neden? Bizimle kendisini mi aklamaktadırlar, yoksa STK onlar için bir geçim kaynağı mıdır? Bu mücadeleye katılanlar, gerçekten siyaset (halk adına karar alınmasını sağlamak) için mi geliyorlardır, yoksa kendilerini var etmenin amacı mıdır?

Bu soruların yanıtları aslında süreçte ortalıkta durmaktadır.

Sadece fotoğrafları iyi okumak yeterlidir.

Önümüzdeki sürece gelince kısacası, varlık ya da yokluk mücadelesidir.

Sonuç olarak yapılan halk için kararlar almaksa ve bunun adı da siyaset ise; bunun halkı kandırmayanlarla kurulacağı ve halka rol yapmayanlarla olması gerçeğidir.” (Hediye Gündüz)

“Bizler burada, Dünya Su Savaşı’nın Türkiye cephesinde, vadilerimizde, derelerimizde, meydanlarımızda bu toprakların onurlu isyanıyız. Sularımızın satışı karşısında işgalcilerin “yenilenebilir enerji” kandırmacasını gevelemekteyken, biz başımıza gelen vahşi şirket emperyalizmini teşhis ve teşhir edenleriz. Bu patronların paravan örgütlenmelerine karşı göstereceğimiz uyanıklık şüphesiz zaferimizde belirleyici olacaktır. Bu tarihi eşikte bu duruşu gösterebilmek ve bu sözü söylemek bilakis bizim Tema’ya en halisane duygularla katkı koyduklarından hiçbir kuşkumuz olmayan yüz binlerce duyarlı insanımıza karşı tarihsel sorumluluğumuzdur. Bizler buradaki toplumsal muhalefetin, tüm dünyada deşifre olmuş böylesi patron, düzen ve uzlaştırma yapılarının yollarına gelecek kolay lokma olmadığını şimdi bir kez daha göstermekle mükellefiz.

Sayın Profil, şahsen neden katılmıyorum bu organizasyona, kip neden sokaklarda efsane? Biz meydanlara akarken oradaki her bir yürekle birlikte attığımızı, bir onurlu öfkenin isyanı olarak eşsiz bir ruhsal deneyimi paylaştığımızı hissederiz. Çoğaldıkça coşarız öyle. Benim topraklarımı işgal eden, yaşam alanımı tarumar eden, üzerime köpeklerini salan, yıllardır dövüştüğüm düşmanımın sosyal sorumluluk projesiyle ortak bir hissiyatım nasıl mevzubahis olabilir? Siz kimlere yurt sevgisi öğretmeye kalktığınızın farkında mısınız, birlik, beraberlik hamaseti neyin birliği, kurtla kuzunun mu, ondan mı adını koymaktan çekinmeniz? Eğer hakkında hissiyatınızda samimi iseniz, biz tam da bu suistimale dikkat çekiyoruz.” (Ebru.Erbaş)

-Israrla mütevelli heyetinin yönetime bir etkisi olmadığı söyleniyor. Ancak TEMA’dan yapılan açıklamalar gösteriyor ki yılda 2 defa yapılan MH toplantıları sonucunda vakfın yönetiminin nasıl işleyeceğine dair kararlar çıkıyor.

-Gönüllülerinin ve çalışanlarının bağımsız olarak hareket edemediklerine karşı yapılan açıklamaların hiçbirisi gerçeği yansıtmıyor TEMA’da hem mütevelli heyetinin hem de yönetimdeki emekli asker-bürokrat-vs.nin vakfı kendi kafalarına göre ve rant sistemi içerisinde yönettiği biliniyor. Uygar Özesmi’nin genel müdür olduğu dönemde zaten çok saçma olan ağaçlandırma projelerinin sonlandırılması ve gerçekten doğanın korunmasına yönelik çıkışlar yapılmasının ardından, bir punduna getirip içinde yapılan ihtilal sonucu yönetimin devrildiği ve bitirilen projelerden rant sağlayan kişilerin yönetime gelmesinden sonra Uygar Özesmi ve ekibinin istifa etmeye zorlandığı herkes tarafından biliniyor.

-Loç’taki ve Aksu’daki HES’lere karşıdır deniyor, ancak KİP’in açıklamasının olduğu haftanın sonunda genel müdürü Orhan Doğan “TEMA olarak HES’lere karşı değiliz” diye bir açıklama yapıyor.

-TEMA’nın hiçbir şirkete ortak olmadığı söyleniyor. Ama yapılan açıklamalardan da anlıyoruz ki daha ahlaksızca bir davranış olan şirketlere logosunu parayla sattığı açıklanıyor.

-Mesleğimden ötürü (Yaban Hayatı Araştırmacısıyım. TEMA’nın ağaçlandırma çalışmalarının ve özellikle meşe tohumu dikme kampanyası döneminde dikilen alanların %80’inde dikilen fidanların kuruduğu ve tohumlama alanlarının çorak toprağa döndüğünü bizzat gözlemleyebiliyorum. İsteyen gidip ağaçlandırma alanlarına ve dikim alanlarına kendisi bakabilir. Özellikle İçanadolu bölgesinde, insanların TEMA’ya verdiği paralar çorak topraklara gömülmüş durumda.

-2006 yılında ben ve GDO’ya Hayır Platforumu’ndan arkadaşlarımızın TEMA’nın mera açma vs. kampanyası ile ilgili yazdıklarımız üzerine; vakfın yaptığı açıklama sonucunda; bu alanlarda Monsanto Roundup’ı kullandığı ortaya çıkmıştı. Bu herbisitin de insan ve hayvanların karaciğer hücrelerini öldürdüğü, bitki ve hayvanlarda genetik bozukluğa yol açtığı bilimsel bir gerçek ve biz bu konuda TEMA’nın bu ilacı kullanmasının yanlışlığını dile getirenler; Avukatlarının yavuz hırsız misali bize özelden gönderdiği “Bu konuda yazmaya devam ederseniz sizleri mahkemeye vereceğiz, sürüm sürüm sürüneceksiniz” tehditlerine maruz kalmıştık.

-TEMA Vakfı’nda temsilciler yalnızca kendilerine emredilen ve izin verilenleri yapar. Bunu istediğiniz kadar açıklamaya çalışsanız da eski gönüllüleri olanları kandırmanız pek de mümkün değil. Hiçbir temsilcisi ya da gönüllüsü yönetimden bağımsız hareket edememektedir. Geçmiş yıllarda tüm çabalarına rağmen üst kadrodan kabul görmediği için birçok konuda gönüllülerin elleri kolları bağlanmıştır.

-TEMA yaptığı bazı ağaçlandırma çalışmaları sonucunda birçok bölgede ekosistem tahribatına yol açmıştır. Özellikle bozkır ve bataklık alanlarda yapılan ağaçlandırmalar sonucunda birçok kuş türünün bölgeyi terk etmesine sebep olmuştur.

-TEMA Vakfı mütevelli heyetindeki ve yönetimindeki kişilerin yönlendirmelerine göre hareket etmektedir. Orman yangınlarıyla ilgili açıklamalar yaparken; Güneydoğu’daki kirli savaşta askerlerce yakılan hektarlarca orman alanı ile ilgili bir tane bile açıklama görmeniz; Borusan ya da ORYA Holding hakkında tek bir açıklama yapıldığını görmeniz mümkün değildir.

Kısacası ne kadar açıklama yaparsa yapsın TEMA’nın elle tutulacak hiçbir yanı kalmamıştır. Eğer gerçekten doğayı seven insanlarsanız; ki gönüllüleriyle ilgili hiç kimse bir laf etmiyor eleştirilerin hepsi yönetimi ile ilgili; bu paravan vakıfla değil, gerçekten doğa koruma mücadelesinde samimi olanlarla, yaşam savunucularıyla hareket etmek daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.” (Selçuk Armağan, Yaban Hayatı Araştırmacısı- Doğa ve Çevre Suçları Uzmanı )

“…TEMA Vakfının  “sınırlı ve sorumlu” çevreciliğinin kanıtı sayılabilecek biçimde 2009 Eylül ayında çok sayıda akademisyenin imzasını taşıyan “Nehir tipi santrallerle ilgili HES görüşü” başlığıyla yayınlanmış bir metni var. Burada özetle HESlere değil, bunlarla ilgili bazı yanlışlara karşı çıkılıyor. “Memlekete enerji de lazım” fikri, benzerleri gibi bu metnin de değişmez ön kabulü ve temel dayanağını oluşturuyor. Ve biz bu çalışmadan nasıl yararlanıldığını somut olarak HES karşıtı eylemler içinde öğreniyoruz. Söz konusu vakıfla pratikte karşı karşıya geldiğimiz her seferinde, ellerindeki metni “siz akademisyenlerden daha mı iyi biliyorsunuz” demek için en çok bizim gibilere karşı kullanıyorlar.

Bizi ancak bir değirmen çevirebilecek güçteki dereler üstüne bile HES kurmaya kalkışılmasını aklı almayan köylüler anlıyor. Ayrıntılı biçimde gerçekleri anlattığımızda, “ama bunu yapan bu vatanın evladı, hatta insan değildir” diyen yaşlı amcalar anlıyor. HES havzasında kalan tarlaları kamulaştırılarak eline üç beş kuruş tutuşturulan ve yüzlerce yıllık yaşam tarzından koparılan çiftçiler anlıyor. Bizi,  “Çok hayırlı bir iş yapıyorsunuz, Allah yolunuzu açık etsin” diye dua ederek uğurlayan bir köy imamı anlıyor. Ramazan ayında bir köyde teravih namazı sırasında sunumumuza ara vermek istediğimizde, “Bu da bir ibadettir hocam, devam et” diyen köylüler anlıyor. (Ne tesadüf ki, aynı olayı Karadeniz’de benzer bir çalışma içindeki arkadaşlarımız da yaşıyor.)  Belki bizi, “Asıl vatansever sizsiniz” diyerek önceleri kafa tokuşturmaktan kaçındığımız ama sonra böyle şeylere aldırmamak gerektiğini kendilerinden öğrendiğimiz köylüler; belki suyu kesildiğinde ölecek olan balıklar, kurbağalar, kurtlar, kuşlar da anlıyordur; bilemiyoruz.

Bu nedenlerden ve her şeye rağmen yalnızca HESlere değil, daha fazlasına ve tüm kapitalizme hayır! Enerjiye, çok şeritli yollara, köprülere, gökdelenlere, insan müsveddesi haline getirilme pahasına beton kentlere doldurulmayı kabul edenlere hayır! Sürekli her birimizi “kırk katır mı istersiniz, yoksa kırk satır mı” diye seçim yapmaya iten bu düzene ve kendini çaresizmiş gibi seçim yapmak zorunda hissedenlere hayır! Dünyayı değiştirmeye ve kendini de değişen dünyayla birlikte değiştirmeyi göze alanlara evet!” (Mehmet Polat/Fethiye 27.01.2011)

Uzatmanın gereği yok. Bu güne kadar bunları deşifre etme gereği ve gücünü kendinde Karadeniz İsyandadır Platformu bulduğu için bu deşifre yapılmıştır.

Bu noktada Karadeniz İsyandadır’ın kararlı tavrı son derece nettir: Derhal bütün inşaatlar durdurulmalı, bütün HES projeleri iptal edilmelidir. Demokratik, halkın karar alma süreçlerine katıldığı, suyu hak olarak tanıyan suya erişimi paraya bağlamayan yeni su politikaları oluşturmak için hükümet derhal adım atmalı, hükümet tarafından haksız yere kamulaştırma yoluyla toprakları ellerinden alınıp şirketlere verilen köylülerin gasp edilen hakları tazmin edilmelidir.

Sonuç ortadadır.

TEMA yakışıklı HESleri savunmaktadır

TEMA Tabiatı bozuk yasayı savunmaktadır.

Ainesi iştir kişinin lafına bakılmaz bay TEMA!

Gönüllülerin arkasına saklanma Bay TEMA!..

TEMA’ya karşı olmak için yönetimindeki şirketlerin HES projesi yapıyor olması da gerekmiyor “Kaldı ki  zaten ne yapalım her hareketlerini kontrol edemeyiz ki, YK’nin MH’mizin” diyor ve “Önemli olan gönüllülerimizin çabaları” diyerek gönüllülerin çalışmalarını öne çıkartıyor. TEMA’yla ilişkili ve beraber proje yaptıkları şirketlerin doğa katliamlarını ortaya koymak elbette önemli fakat aynı zamanda asıl tüm şirketlerin sonu gelmez ve doğa, kültür, yaşam tanımaz endüstriyel faaliyetlerinin sonucu olarak ekolojik kriz yaşanmaktadır. Tüm şirketler bu alanda asla kendilerini sorumlu tutmazken hatta ekolojik ve ekonomik krizlerin yükünü hükümetlerle birlikte yoksul ve yoksun bırakılanlara emekçilere yüklemeye kalkışırken bu çevrelerle birlikte yapılacak işlerle projelerle yüz binlerce gönüllüyü bu sorunların çözümü için çalışıyorlarmış gibi kandırmanın hesabını asla gönüllüler değil TEMA yönetimi vermek zorundadır.

Gönüllüler gerçek bir samimiyetle özveriyle yıllardır bu ekolojik krize karşı çare bulmak niyetiyle sizlerin sahte projelerinde çalışıyorlar. Bay TEMA, sen ne yapıyorsun bu gönüllülerin işlerini daha çok sponsorluk daha çok fon bulmak için dosyalarında hammadde olarak kullanıyorsun. Referans olarak gösterilen Projelerde binlerce gönüllünün emeği alın teri düşüncesi ömrü vardır. Ama bu projelere destek(!) olan şirketler acaba nehirlerimizi kirletmiyor sularımızı zehirlemiyor fosil sularımızı tüketmiyor da ne bileyim asla bu ülkenin ne ekonomik ne politik yönetiminde olmamış olan işçiler köylüler solcular ekolojistler komünistler mi yapıyor bütün bunları?

Gölcük arazisi Koç’a verilirken TEMA ne yaptı?

“SEKA’nın Gölcük’teki fidanlık arazisinin Koç’a bedava verilmesi sırasında da Bay TEMA’nın duruşu çok ilginçtir. Söz konusu arazinin değeri, o zaman 8 trilyon TL’ydi. SEKA fabrikasının yenilenmesi (revizyonu) için 3 trilyon TL gerekiyordu. İnsan hiç olmazsa, o araziye karşılık fabrikanın yenilenmesini yaptırırdı o beleşçiye. Bedava verilen arazi yetmiyormuş gibi, o beleşçiye bir de %200 yatırım indirimi sağlandı. Yani, Koç yaklaşık 10 yıl vergi de vermeyecek. Fidanlığı da kesti, tıpkı üniversite yerleşkesi yapmak için İstanbul’daki orman ağaçlarını (hem de yargı kararına karşın) kestiği gibi. Ünlü TEMA da ağaç kesimini destekledi. Kargaları güldürecek mantıksız açıklamalar yaptı. Çünkü, Koç TEMA’nın destekçisi, sponsoruydu. Koç, zeki adam doğrusu. Nereye ne amaçla koltuk çıkacağını biliyor. Ben bu olayı öğrendikten sonra, TEMA üyeliğinden ayrıldım.”

( Emekli Pilot Binbaşı Erol Soysever / Süvari Dergisi, 2005 )

“… oluşturulmasına 1936 yılında başlanan SEKA ormanı, elli yıllık emeğin ürünüdür; binlerce çam ve kavak ağacının kapladığı bir arazidir. Buranın önemli bir özelliği de, SEKA’ya hammadde üretim kaynağı olmasıdır. … Böyle önemli bir araziye fabrika kurulur mu; Kocaeli’nde fabrika kurulacak başka arazi kalmadı mı?! … Neden devlet arazisi tercih ediliyor; milyonlarca dolarlık yatırım yapan firmalar, başka arazi bulamıyor mu?! Aklımıza başka şeyler geliyor; yani, diyet ödemeler; sizi İktidara getirenlere borç ödüyorsunuz…. Koç grubunun burayı tercih etmesinin bir başka nedeni de, körfeze, yani bu arazinin kıyı çizgisine liman yapma düşüncesidir…  Bburada neden ÇED raporu aranmadan ve bedava veriliyor ve 26 Temmuzda temelinin atılması hazırlıklarına başlanıyor?! … “Yeşili koruyalım, ülke erozyona uğramasın” diyen TEMA’cılar ve “denizi kirletmeyelim” diyen çevreciler neredeler; neden susuyorlar?”

( Mehmet Ali Yavuz, Konya Milletvekili, TBMM 20. Dönem, 124. Bileşim tutanakları )

TEMA DESTEKÇİLERİ VE…  PROJELER!

  • Baku Tiflis Ceyhan (Kaçkar Dağları Orman Koruma ve Sürdürülebilir Kırsal Kalkınma Projesi)
  • Cadbury (Sakız Ağaçlarına Sevgi Aşılıyoruz Projesi)
  • Evyap (Erzurum – Çat – Bozyazı ve Göbekören Köyleri Erozyon Önleme Amaçlı Kırsal Kalkınma Projesi)
  • Hollanda Başkonsolosluğu-Matra-Kap Programme (Çanakkale – Bayramiç, Ezine, Ayvacık, Pazarköy, Uluköy, Türkmenli, Pıtırelli, Ahmetçeli, Kösedere, Gülpınar, Tuzla Köylerinde Gübre Kullanımında Toprak Analizlerinin Teşviki Projesi)
  • Izoder (Kaçkar Dağları Orman Koruma ve Sürdürülebilir Kırsal Kalkınma Projesi)
  • İş Bankası (81 İlde 81 Orman)
  • Koç Holding (Bolu – Seben-Kozyaka Köyü Erozyonu Önleme Amaçlı Kırsal Kalkınma ve Mera Islah Projesi)
  • Koç Holding (Kırıkkale – Keskin – Kavurgalı Köyü Kırsal Kalkınma Projesi)
  • Koç Holding (Kırıkkale – Keskin – Kurşunkaya ve Kavurgalı Köyleri Sulama Suyu Temini ve Bitkilendirme Alt Projesi)
  • Koç Holding (Ülkem için Ormanlar)
  • Metro Cash & Carry (Bursa – Büyükorhan – Ericek Köyü Erozyon Önleme Amaçlı Kırsal Kalkınma Projesi)
  • Mitsui Co & Ltd. , Mitsui Çevre Fonu (CROP-MAL” Marjinal Kurak Alanların Koruması için Rasyonel Fırsatlar Yaratılması Projesi)
  • Nestle Türkiye (Antepfıstığı Üretiminde Verim ve Kalitenin Arttırılması Projesi)
  • Opet (Kaçkar Dağları Sürdürülebilir Orman Kullanımı ve Koruma Projesi)
  • Sabah Gazetesi (Adıyaman Organik Bal ve Ana Arı Üretim Projesi)
  • Sabah Gazetesi (Erzurum – Pasinler – Kotandüzü ve Yayladağ Köyleri Erozyon Önleme Amaçlı Kırsal Kalkınma Projesi)
  • Sn.Asım Kocabıyık (Afyonkarahisar – Sinanpaşa – Tazlar Köyü Erozyon Önleme Amaçlı Kırsal Kalkınma Projesi)
  • Sn.Nihat Gökyiğit (Artvin – Borçka – Camili Köyü Doğal Varlıkları Koruma Amaçlı Kırsal Kalkınma Projesi)
  • TOBB (Ankara – Kalecik – Değirmenkaya Köyü Erozyonu Önleme Amaçlı Kırsal Kalkınma Projesi)
  • TOBB (Tekirdağ – Malkara – Kermeyan Köyü Erozyonu Önleme Amaçlı Kırsal Kalkınma Projesi)
  • Ülker (Kırklareli – Babaeski – Kuzuçardağı ve Karacaoğlan Köyleri Erozyon Önleme Amaçlı Kırsal Kalkınma Projesi)

Etkinlik Destekçileri

İş Kültür Sanat• Karamancı Holding• Koç Holding• Migros• Point Otel Barbaros• Yapı Kredi Bankası•

Şartsız Destekçiler

Arçelik• Ark İnşaat• Divan Otelleri• Microsoft• Migros• STEPPEN• Şekerbank• Türk Ekonomi Bankası• Vehbi Koç Vakfı•

Ayni/Hizmet Bağışçılar

Acar Group• Accenture Danışmanlık• Arvato Çağrı Merkezi• Boyner• Borusan Telekom• euro.message• gittigidiyor.com • Logo Yazılım •Migros• ODC• Sürmeli Otel, İstanbul•

Gayrimenkul Bağışçıları

Merhum Lütfü ÖNCÜL• Nilgün GİDER• Turan DEMİRARSLAN•

Ağaçlandırma Projeleri

Akçansa• Attaş Alarko• Ekşi Sözlük• Corendon International Travel• B.V. Isısan• idefix• İşbir Yatak• Multinet• Novartis•  OTİ Holding• Şekerbank• TEB Arval• Türkiye Ekonomi Bankası• Vakıfbank• Yapı Kredi Bankası• Yılmaz Ulusoy•

Onursal Üyelerimiz

Ran Lojistik•

TEMA Kurumsal Beyan 2007 belgesinden alıntıları da sıkıştıkları konularda TEMA’yı adeta Gönüllülerin yönettiği imajı yaratmaya çalışılmasına karşı takdirinize sunuyoruz;

“4.1.1 Görev ve Sorumlulukları:

Mütevelliler Heyetinin belli başlı görev ve sorumlulukları aşağıda yer almaktadır:

  • Yönetim Kurulunu seçmek, denetlemek ve ibra etmek,
  • Danışma Kurulunun önerilerini değerlendirerek karara bağlamak,
  • Gerektiğinde resmi senedi değiştirmek,
  • Vakfın malvarlığı ve teşkilatlanmasıyla ilgili tasarrufi kararlar almak,
  • Mütevelliler Heyetinin boşalan üyeler inin yerine yeniler ini kabul etmek, vakıf üyeliği ile bağdaşmayan üyelerin üyeliğine son vermek,
  • Denetim ve Danışma Kurulu üyeler ini seçmek veya görevlerine son vermek,
  • Vakfın feshine veya tasfiyesine karar vermek,
  • Vakfın etkinlikleriyle ilgili genel politikaları belirlemek,”

“karar alma mekanizmaları belirlenmiş ve Vakıf içi düzenlemeler ile yazılı hale getirilmiştir  Vakıf belirlenmiş değerler ve üzerinde fikir birliğine varılmış yöntemler ile uyumlu hareket ederek uyguladığı programların misyonuyla uyumlu  çıktılara ulaştığını doğrular ve bu sonuçları şeffaf bir şekilde raporlar.

“4.2.1 Yönetim Kurulu:  Üyeler   Görevi   Görev Süresi

Prof. Dr. Çelik Kurtoğlu   Yönetim Kurulu Başkanı   1 yıl, Kemal Yavuz  Yönetim Kurulu Başk. Yrd.   1 yıl, Nuri Çolakoğlu   Üye  1 yıl, Fikret Evyap   Üye  1 yıl, Halil Güngör   Üye  1 yıl, Vahide Gigin   Üye  1 yıl, Prof. Dr. Gülsün Sağlamer  Üye  1 yıl, Ayduk Esat Koray   Üye  1 yıl, Ali Koç  Üye  1 yıl, Nermin Tol  Üye  1 yıl, Meral Gezgin   Üye  1 yıl,

  • Yönetim Kurulu 11 üyeden oluşmaktadır.

A. Misyon-Vizyon: Yönetim Kurulu Vakfın misyon ve vizyonunu belirleyip kamuya açıklamakla sorumludur. Vakıf misyon ve vizyonunu belirlemiş ve internet sitesi vasıtasıyla kamuya açıklamıştır.

B. Strateji belirleme:  Yönetim Kurulu Vakf ın kurumsal misyonuna uygun genel stratejiyi oluşturur, kaynakların uygun ve etkili kullanılıp kullanılmadığını denetlemektedir.

“4.4 Ortaklar

Vakıf, hesap verebilirlik ve dürüstlük standartları doğrultusunda, yasadışı ve etik olmayan çalışmalar yapan kurum veya kişiler ile herhangi bir bağlantıya giremez ve bu konuda azami özeni gösterir.

“5.1 Gelirler:

Vakfın mali yapısı aşağıda yer alan gelirlerden oluşmaktadır :

5.1.1 Bağışlar:

a. Projelere yapılan bağışlar

b. Vefat ile gelen bağışlar

c. Şirketlerden gelen toplu şartlı/şartsız bağışlar

d. Bireysel şartlı/şartsız bağışlar

5.1.2 Kar Getiren Ticari Etkinlikler:

Vakıflar Yasası doğrultusunda Vakıfların kar amacı güden etkinliklerde bulunmaları yasaktır. Ancak Vakıfların kendi bünyelerinde yer almadan Vakfa bağlı bir şirket olarak kar amaçlı etkinliklerde bulunmalarına ilişkin yapılan son düzenleme bu konuda Vakıflara bir seçenek sunmaktadır. TEMA Vakfı da bu düzenlemeden yararlanmış ve TEMA Vakfı İktisadi İşletmesi kurulmuştur. Vakıf Resmi Senedi Madde 3’te bu husus “vakfın amacı ve hizmet konuları bölümünde k fıkrasında yer aldığı üzere örnek uygulama projelerinin etkili bir şekilde yürütülmesini sağlamak ve amaca yönelik etkinlikler ini gerçekleştirmek için şirket ve/veya ticari işletme kurabilir ve/veya mevcut bir  şirkete iştirak edebilir”  şeklinde yer almıştır.

TEMA’nın kar amacı güden ticari etkinlikleri TEMA Vakfı İktisadi İşletmesi tarafından yerine getirilmektedir.

5.1.3 Yardım Toplama:

TEMA gerçekleştireceği hizmetlere yönelik olarak Vakıf Senedi Madde3, g fıkrası doğrultusunda yurtiçi ve yurtdışında yardım toplayabilir.

5.1.4 Diğer Gelirler:

  • Yapılan organizasyonlardan elde edilen gelirler
  • Kira gelirleri
  • Fon gelirleri

(Alıntılarda yazım hataları aynen aktarılmıştır)

http://www.emekdunyasi.net/ed/cevre-ekoloji/11221-tema-kocaman-sirketlerin-kocaman-vakfi

Ve TEMA Vakfı’nın ipliği pazara çıktı!.. Sermayenin Halkı Uyutmak İçin Kurduğu ‘Çevre’ Tezgahı

Su ve yaşam alanı savaşlarının ‘yaramaz çocukları’ Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP), 14 Ocak’ta düzenlediği basın açıklamasıyla doğa katili şirketleri aklayan sözde çevreci oluşumları deşifre serisine Türkiye Erozyonla Mücadele Vakfı (TEMA) ile başladığını duyurdu ve suları yağmalayan HES’çi şirketlerin TEMA ile ilişkilerini ifşa etti.

KİP açıklamasına, Türkiye’de ekoloji mücadelelerinin yükselişe geçtiği ‘90’ların başında, bu alana ‘vaziyet etmek’ gereğine uyanan yağmacı patronların icadı TEMA’nın kurucu ve mütevellilerinden bazı isimleri hatırlatarak başladı: “Cem Boyner, Aydın Doğan, Faruk Eczacıbaşı, Rahmi Koç, Halis Komili, Osman Kavala, Mustafa Balbay, Sabri Ülker, Fikret Evyap, Hüseyin Özdilek, Asım Kocabıyık, Nihat Gökyiğit… Biliyoruz; bu isimleri paylaştığımız andan itibaren, gazetelerinizde ve televizyonlarınızda bu basın açıklamasının haber olma ihtimali neredeyse yok gibi…

Doğruydu, büyük medyanın bu yanları dardı ama yaşam alanı kavgalarında TEMA’nın fasonluğu giderek teşhis edilmekteydi. TEMA bugüne kadar sözde apolitik bir çizgide yürüttüğü fidan kampanyaları gibi ‘rötuşlarla’ kamuoyunu meşgul ederken, asıl işlerin bitirildiği ormanlarımızın müteşebbislere açılması, sahil yolu yağması, nükleer santral ihaleleri, GDO katliamı gibi süreçlerde yer yer patronlarının çıkarlarıyla eşgüdüm halinde çalışması, yer yer meşrulaştırıcı, hafifleştirici, gözden kaçırıcı gayretleri, uzlaşmacı tavırları, en hafifinden sessiz kalışlarıyla kendini tanıtmıştı.

ORYA da orada!

Şimdi de sularımızın satışına karşı girişilen HES mücadeleleri TEMA patronlarına tosluyordu: Kastamonu’da Loç Vadisi’ni katleden HES’çi ORYA Enerji’nin patronu Orhan Yavuz da, tabii ki doğasever bir büyüğümüz olaraktan TEMA yönetimindeydi. Loç’lular ve dayanışmacılar HES’in kurulacağı yerde aylarca çadırlarda nöbet tutmuş, kepçeleri dere yataklarından sökmüş, 28 gün boyunca Karaköy’deki şirketin kapısında oturmuş, nihayet Orhan Yavuz’un inşaatına mührü vurdurmuştu. ORYA Enerji ise bu süreçte, “Firmamız TEMA vakfının kurucuları arasındadır. Yönetimindedir. TEMA’nın diktiği milyonlarca ağaçta katkısı vardır,” diye savunma yaparken direnenleri defalarca darp ettiriyor, köyün telefonlarını, elektrik hatlarını kestiriyor, polisle, jandarmayla tehdit ediyor, akla gelecek türlü kurnazlıktan medet umuyordu. Yılın ilk günü yürütmeyi durdurma kararının gelmesiyle şirket önündeki oturma eylemi sökülürken “OrYa TEMA’ya söyle, gelsin seni kurtarsın!” sloganı atılıyordu.

KİP’lileri TEMA hakkında bu açıklamaya sevk eden bir diğer kapışma Çoruh’ta, İspir Aksu Vadisi’nde yaşanıyordu. Burada da katliamının TEMA içerisindeki şirket tarafı BORUSAN Holding’ti. Erzurum, Ağrı, Dersim ve Ordu vadilerinde HES taarruzunu sürdüren, sadece İspir Aksu vadisinde 19 köyün yaşam alanını katleden sanatın ve sanatçının dostu BORUSAN’ın patronu ve TEMA mütevellisi Asım Kocabıyık, bir yandan da TEMA ile kendi köyünü kalkındırma projeleri yürütüyor, tabii ki bu halisane gayretleri basınımızın daha çok ilgisini çekiyordu. Ancak bu sezonun açılışıyla Borusan’ın prestij kaynağı konserlerinin önüne taşınan Aksu eylemlerinde, bu reklam kokan yakınlaşmalar da dile dolanınca, BORUSAN’ın kurumsal web sitesinden Köy Kalkınma Projeleri ile ilgili duyuruları kaldırdı, www.iyienerji.net diye komik isimli siteler kurarak yaşam savunucularına cevap vermeye girişti.

İşte bu fiili kavgalar üzerine şimdi KİP, “Sularımıza, topraklarımıza, doğamıza sahip çıkmak uğruna bugün yürüttüğümüz mücadelede TEMA şirketlerin safındadır. TEMA şirkettir, TEMA şirketlerin bir maskesidir,” diyordu: “Anadolu’da 2000’den fazla HES projesi sürerken, bu HES’lere karşı verilecek mücadelelerin altının boşaltılması, gerçeklikten uzaklaştırılması gibi misyonları üstlenmiş bu oluşumun deşifre edilerek mücadelelere yakınlaşmasını engellemek zorundayız. HES’lerin enerji politikalarıyla ilgisi olmadığı, suyun ticarileştirilmesini, su havzalarının ve toprakların şirketlere devredilmesini amaçlayan projeler olduğu biliniyor. TEMA ise HES’leri hükümetin dayattığı enerji sorunu çerçevesinde ele almakta ısrar ederek, bu yağmanın üstünü örtmeyi amaçlıyor. Halen HES’lerin yenilenebilir veya temiz enerji oldukları yalanını tekrarlıyor. (Nehir tipi HES’lerin yenilenebilir alternatif birer enerji kaynağı olarak kabul edilebileceği, ancak inşaat ve işletme aşamalarında uyulması gereken kurallar ve ilgili denetim mekanizmalarının tam ve doğru olarak belirlenmesi gerektiği…” TEMA’nın ‘bilimsel’ HES raporundan… TEMA yöneticileri HES’lere karşı olmadıklarını farklı vesilelerle de dile getiriyor.) Bu çıkışımız, TEMA’nın doğa sevgilerini suiistimal ederek mücadeleden düşürdüğü, pasifize ettiği binlerce gönüllü adınadır. Bizler buradaki toplumsal muhalefetin, tüm dünyada deşifre olmuş böylesi patron, düzen ve uzlaştırma yapılarının yollarına gelecek kolay lokma olmadığını şimdi bir kez daha göstermekle mükellefiz.”

Tabii TEMA bu densiz çıkış karşısında hemen soğukkanlılığını kaybetmedi. Koskoca şirketlerin TEMA’sı isyancılarla muhatap olacak değildi. Sanki KİP, TMMOB salonunda halka açık basın açıklaması yapmamış gibi, “son dönemde internet ortamında yayınlanan çeşitli konulara açıklık getirmek üzere” hazırladığını belirttiği ve bilinen teraneleri tekrarladığı metni üyelerine servis ederken, uyarmayı ihmal etmiyordu:

“Ekte, sadece sizlerin bilgisine sunulmak üzere bir açıklama metni hazırlanmıştır. Bu metni basın ile paylaşmamanızı önererek, konuyla ilgili olarak sizlere yöneltilebilecek sorulara karşı cevap niteliğinde değerlendirmenizi rica ederiz…”

Yaşam savunucularının bu ‘iç yazışma’ya öfkeleri ise ağlarda patlıyordu: “Siz İstanbul’un yegâne Karadeniz ormanlarının bağrına saplanan Koç Üniversitesi’nin vebalini daha kaçfi danla ödeyebileceğinizi sanıyorsunuz? Siz Gölcük Seka Ormanı’nı daha kaç meşe palamudu ile unutturabileceğinizi sanıyorsunuz? Siz Karadeniz’in tüm sahil şeridinin imhasını daha kaç yalanla meşrulaştırabileceğinizi sanıyorsunuz? Siz ‘enerji’ dümeniyle sularımız yataklarından koparılıp satılırken daha kaç akarsuyumuzu paketleyebileceğinizi sanıyorsunuz? Anadolu yok edilirken, daha kaç dönüm toprağımızı zehir tacirlerine açabileceğinizi sanıyorsunuz? Tüm doğal ve kültürel varlığımız vahşi bir piyasanın katline teslim edilirken, daha kaç cenazemize çelenk makbuzu kesebileceğinizi sanıyorsunuz? Halkımızın bu Truva Atları ile oyalanacak aptallar yerine konmasına daha ne kadar seyirci kalacağımızı sanıyorsunuz?” (Yazıya kutu olarak eklenen bilgileri de lütfen dikkate alınız.) 

Evet, Truva Atları TEMA’dan ibaret değildi, hatta TEMA’nın bunca hizmet ve rezaletten sonra miadını doldurmakta olduğu, sistemin yeni sürümleri çoktan hazır ettiği de öngörülebilirdi. KİP de açıklamasında benzeri oluşumların deşifrelerini sürdüreceğini de duyuruyor, mücadele edenleri bu süreci desteklemeye çağırıyordu.

Sürekli kıvırtma!

KİP’in bu TEMA çıkışı, su savaşlarının ülkemizde vardığı noktada, mücadele alanında belirginleşmekte olan safl aşmada önemli bir aşamaya işaret ediyordu. Bir safta ‘eleştirisinin merkezine toplumsal adaleti yerleştirebilen bir eko-politik muhalefet’, küresel kapitalizmin saldırısı altındaki yaşam alanlarımızı özgürleştirme mücadelesini yükseltiyor. Derdimizin suların, toprakların, korkunç ormanların, dağ başlarının, ıssız sahillerin, bakımsız mahallelerin, garların, vapur düdüğünün, iyot kokusunun, ne sandınız, solunacak havanın yani tüm ortak mülkiyet alanları ve kaynaklarıyla yaşamın ticarileştirilerek vahşi bir piyasanın talanına açılması meselesi olduğunu tespit ve teşhir ederek ilerliyor. Öte yanda sistemin kendi muhalefetini oluşturan paravan yapılar, fonlanan oluşumlar, yer yer oportünist salvolar, her halükarda romantik bir çevreci hassasiyetle örülen, meseleyi politik bağlamından koparan uzlaşmacı yaklaşım, suların satışının resmi kılıfı olan sözde ‘enerji ihtiyacı – çevre tahribatı ikilemi’ çerçevesini meşrulaştırmakta giderek zorlanıyor. (Arnd-Michael Nohl bu uzlaşma yapılarını ‘Sanayi Çevrecileri’ ve ‘Doğa ve Çevre Korumacıları’ başlıklarında ele alıyor: “Sanayi çevrecilerinin, çevre korunmasını endüstriyel ilerleme ya da kâra göre ikincil tuttukları özetlenebilir. Ancak menfaatleriyle bağdaştığı ölçüde, çevreci olarak sahneye çıkmaktadırlar. Bundan dolayı çalışmaları ikiyüzlü bir görünüm sunmaktadır: Kendilerini halka, çevreye duyarlı olarak gösterirken, bu imajlarından istifade ederek hükümetin çevre koruma yaptırımlarını engellemeye çalışmaktadırlar.” Türkiye’de Hükümet Dışı Örgütlerde Ekoloji Sorunsalı, Birikim)

Bu saflaşma, siyasi iktidarın vadilerin, mahallelerin, meydanların isyanına son bir yıldır cevap üretmesi ve karşısına almasıyla giderek hissedilir oldu. Hükümetin geçtiğimiz bahar iki kavramı öne çıkararak sözde yeni bir pozisyon açmasıyla ayrım belirginleşti: Bütüncül Havza Planı ve Can Suyu.

Erdoğan ve Eroğlu biraderlerin yeni teklifi kabaca şöyleydi: “70 km.lik derede 22 HES lisansı olmasın peki. Madem Havza Planı yapalım, vadinin şurasında sanayi kurulsun, şurada tarım yapılsın, şurada konut yapılsın, şurada da HES yapılsın şeklinde düzenlemelerle karşınıza çıkalım. Akarsu yataklarında az biraz daha Can Suyu bırakalım.” Bu teklifin ise suların mülkiyeti meselesini çözmediği açıktı. Bir derede 2 HES de olsa 20 HES de olsa netice değişmeyecekti: ‘Su kullanım hakkı’ halktan alınıp firmalara devredilecek, sermaye sulara konmuş olacaktı.

Eko-politik su hareketleri, tüm yeraltı ve yer üstü kaynaklarını halkın ortak varlığı olarak kabul etmeyen düzenlemelere rıza göstermeyeceklerini ve halkı HES’lere uzlaştıracak yaklaşımlara hoşgörüyle bakmayacaklarını ifade ettiler. Karadeniz İsyandadır Platformu, Munzur Koruma Kurulu, Derelerin Kardeşliği Platformu, Çoruh Havzası gibi tabana yayılan lokomotif hareketler, Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu (STHP) çatısındaki meslek odaları, emek örgütleri ve diğer yapılar bu saftaydı. İşte biz de geçen sayıdaki 26 Aralık Kadıköy Mitingi yazısının finalinde onlardan bahsediyorduk.

Öte yandan kabaca Su Meclisi bileşenlerinden oluşan romantik kanat, bu havza açılımına, AB normlarına uygunluğu, çevreye verilen zararı sınırlayabileceği, HES davalarında pratik avantaj sağlayabileceği gibi gerekçelerle daha sıcak bakma eğilimindeydi. (Entegre Su Yönetimi, Havza Bazında Yönetim gibi kavramlar 2000’de AB Parlamentosu’ndan geçen Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi ’nde yer almaktaydı. Aslında bu direktif suyu ‘ekonomik bir kaynak/meta’ olarak görerek tanım değişikliği yapmakta, su kaynakları yönetiminde yeni kurumlar, yeni ilişkiler tarif etmekteydi. Nitekim Su Platformu kanadı bu AB normlarına karşı olduğunu belirtmektedir.) Su Meclisi, TEMA, WWF, Greenpeace, Doğa Derneği gibi oluşumlar, suların ticarileşmesine karşı net bir cümle kurmadıkları, pratikte anlamlı bir eylem gücü göstermedikleri gibi Havza Planı’na da itiraz etmediler. 

Ortam şenleniyor!

Ancak bu uzlaştırma gayretlerinin isyanı dindiremediğini, pek de bölemediğini gören Erdoğan ekibi, ‘Yemezse Kasımpaşa’ düzenini alarak tam saha hücuma geçti. Geçtiğimiz yazla birlikte, “Ben çevrecinin daniskasıyım!”, “HES’lere karşı çıkmak vatan hainliğidir”, “Bunlar dışarıdan gelen çevreci tipler!”, “Allianoi diye bir yer yoktur!” zırvalarıyla ortam giderek şenlenmekte. Referandumun ardından HES şirketlerinin şahlanan taarruzuyla kavga kızışmakta. HES’lere karşı her hukuksal kazanımın arkasından dolanacak yol arayan AKP hükümeti, 8 Ocak’ta yürürlüğe giren 6094 sayılı Enerji Kanunu’nda karambole getirdiği bir madde ile SİT alanlarına HES yapılmasının önünü açtı. Meclise sevk ettiği sözde Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu tasarısıyla tüm kültür ve tabiat varlığını tasfiyeye hazırlanıyor. Mücadelenin en sıcak aşamaları yeni başlıyor.

Bu tarihi eşikte, yaşam alanı mücadeleleri ile emek mücadelelerini ve tüm diğer hak mücadelelerini ortaklaştırmak solun önünde öncelikli görev olarak duruyor. TEMA ve benzeri oluşumların pastoral senfonisine rağmen mücadele hattımızı, akıl ve ruh sağlığımızı ve bu coğrafyanın varlığını koruyabilmemiz için, solun ülkedeki en ciddi toplumsal muhalefet kaynaklarından biri olan su savaşlarıyla güçlü bir direnç ağı örmesi, tüm arıza birikimimizi devreye sokabilmesi gerekiyor.

Nitekim geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Halkevleri’nin Çevre Hakkı Atölyesi, Toplumcu, Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları’nın Yaşamın Yağmalanmasına Karşı Çalıştay’ı gibi girişimler yaşam mücadelesi çevrelerinde büyük ilgi ve heyecan uyandırıyor.

Yazıyı bitirirken Diyarbakır’daki Mezopotamya Ekoloji Forumu’nda konuşan Çağdaş Avukatlar Birliği’nden Mehmet Selçuk Doğan’ın, “KİP’in TEMA açıklaması toplumsal ekoloji anlamında mücadeleyi on yıl ileri götürdü” yorumu geliyor. Abartıyı iltifat olarak kabul ediyoruz, asıl önümüzde açılmakta olan imkâna işaret etmesi, ülkemizin bu Truva Atlarını püskürteceğine inancımızı pekiştiriyor.

SERMAYENiN HOKKABAZLIK YAPIP HALKI UYUTMAK iÇiN KURDUĞU ‘ÇEVRE’ TEZGAHI

 

Koç Üniversitesi, bir orman katliamının üzerine kuruldu. TEMA ne yaptı? Bu katliamı mazur göstermeye çalıştı!

l “TEMA kurulduğu günlerde mütevelli heyeti de yayınlanmıştı gazetelerde. Hı demiştim, kirleten çevreciliği de vatandaşa bırakmayacak. TEMA gönüllü çalışan binlerce çevrecinin emeği üzerinde bugünlere geldi. Her şeye rağmen çevreciliğin gelişmesinde önemli katkıları olduğunu yadsıyamayız. Mimarlar Odası KOÇ Üniversitesi yapısının binlerce ağaç kesimine neden olacağı söyleyip dava açtığında karşımıza iki dilekçe çıkmıştı, TEMA ve bir mimar; TEMA Koç üniversitesinin ormana zarar vermediğini, tam tersine koruma kullanma dengesi içinde koruyucu yanının olduğunu özetle söylemekte idi. Merak eden Mimarlar Odası arşivinden belgelere ulaşabilir.” Sami Yılmaztürk, İstanbul Mimarlar Odası Genel Sekreteri.

l “Son örnek, SEKA’nın Gölcük’teki fi danlık arazisinin Koç’a bedava verilmesidir. Söz konusu arazinin değeri, o zaman 8 trilyon TL. idi. SEKA Fabrikasının yenilenmesi (revizyonu) için 3 trilyon TL gerekiyordu. İnsan hiç olmazsa, o araziye karşılık fabrikanın yenilenmesini yaptırırdı o beleşçiye. Bedava verilen arazi yetmiyormuş gibi, o beleşçiye bir de yüzde 200 yatırım indirimi sağlandı. Yani, Koç yaklaşık 10 yıl vergi de vermeyecek. Fidanlığı da kesti. Ünlü TEMA da ağaç kesimini destekledi. Kargaları güldürecek mantıksız açıklamalar yaptı. Çünkü, Koç TEMA’nın destekçisiydi. Ben bu olayı öğrendikten sonra, TEMA üyeliğinden ayrıldım.” Em. Pilot Binbaşı Erol Soysever

“…oluşturulmasına 1936 yılında başlanan SEKA ormanı, elli yıllık emeğin ürünüdür; binlerce çam ve kavak ağacının kapladığı bir arazidir. … ‘Yeşili koruyalım, ülke erozyona uğramasın’ diyen TEMA’cılar neredeler; neden susuyorlar?” Mehmet Ali Yavuz, Konya Milletvekili, TBMM 20. Dönem, 124. Bileşim tutanakları.

l “- Karadeniz’de ulaşım için iki seçenek vardı. Ya dağları delip yolu yapacaktık, ya da şimdi üzerinde bulunduğumuz sahil yolunu…

– Dağlar delinip, sahilden uzaklaşılsaydı ne olurdu?

Maliyet 10 kat daha yükselirdi. Ayrıca, doğa şimdikinden daha fazla tahrip olurdu.

– Yani?

– Sahil yolu daha doğru seçimdi…”

Nihat Gökyiğit, Tema Vakfı Onursal Başkanı, Tekfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı Vahap Munyar’la röportaj, Hürriyet, 23 Ağustos 2010.

l Yaşam savunucuları “Suların Ticarileşmesine Hayır!” diye haykırırken Tema’nın Sapanca’yı paketlemekle meşgul olduğundan icabet edemediğinin sitesidir: http://www.revansu.com.tr

l “Tema vakfını GDO’ya Hayır Platformu’na almayışımızın bir çok nedeni vardır. Bunlardan biri GDO’lu Kavak çalışmalarını desteklemeleri, diğeri; kırsal kalkınma projelerinden birinde mera alanları için sorun taşıdığına inandıkları karaçalı’ların yok edilmesi için köylüye yabanı ot ilacı (herbisit) önermeleri, hatta marka olarak da dünyada GDO’lu tohum ve tarım ilacı imparatoru olan Monsanto’yu seçmeleridir.” Arca ATAY, Ziraat Yüksek Mühendisi, GDO’ya Hayır Platformu.

Ebru Erbaş ( Bu yazı RED’in Şubat sayısında yayınlanmıştır.)

Yalnız HES’lere değil, daha fazlasına hayır! Mehmet POLAT

Bir süredir ülkenin güneybatı ucunda bir grup arkadaşla hidroelektrik santral (HES) karşıtı eylemlerde yer alıyoruz. “HESlere hayır” demeyi yalnızca bir slogan değil, aynı zamanda mücadele ilkesi olarak benimsiyoruz. Konu hakkında yeterli bilgi ve deneyimi bulunmayanlar, tutumumuzu çevre sorunlarına duyarlı aydınların abartılı tavrı gibi algılıyor. Her konuda üç beş kelime fikir öne sürecek kadar mürekkep yalamışların ortalama yorumu ise şöyle oluyor: “Plansız yapılan bazı HESlerin mağduriyete yol açtığı doğru. Ama memlekete enerji de lazım. Bunu unutup tüm HESlere karşı çıkmak yanlış. Zaten marjinal topluluklardan oluşan çevrecilerin böyle davranması normaldir. Çünkü HES mağdurlarını yanlarına çekerek ve durmadan zararları öne çıkarıp toplumu tedirgin ederek taraftarlarını arttırmak isterler.“

Hatta bunlar arasında sola ve çevre sorunlarına yakın olma iddiasındaki bazıları, ağırbaşlı bir edayla bize akıl bile veriyor: “Siz elbette mağduriyet yaşayan köylülerle ilişki kurarken tüm HESlere karşı olduğunuzu söyleyeceksiniz. Ama kendimiz de elektrik kullanıyoruz, enerjiye karşı çıkamayız. Böyle yapmak bilime ve toplumsal ihtiyaçlara sırt çevirmek olur. Sorunlar büyük ölçüde iktidar yandaşlarına ulufe gibi elektrik üretim lisansı dağıtılmasından kaynaklanıyor.”

Bu görüşlerin aslını USİAD (Ulusal Sanayici ve İşadamları Derneği) adlı bir kuruluşun 15 Temmuz 2010 tarihli sunumunda da buluyoruz. Daha kaba biçimiyle de olsa benzer görüşleri HESİAD’ın (Hidroelektrik Santralleri Sanayi İşadamları Derneği) web sitesinde görmek de mümkün. Amaçlarını sayarken şöyle diyorlar: “…su gücünden elektrik üretimi ve satışını güvenilir, çevre ile uyumlu, kamu yararına uygun biçimde gerçekleştirmek için çalışmalar yapmaktır.” Ve buna benzer görüşleri en kulak tırmalayıcı haliyle, kendileriyle her karşılaşmamızda bilumum şirket temsilcilerinin ağzından dinliyoruz.   HES karşıtlarını “bunlar zaten nükleere, termik santrale, petrole, doğal gaza, 3. köprüye, ona, buna her şeye karşıdır” diye topluma adeta bir grup meczup gibi sunmaya çalışıyorlar.

Bu tür nitelendirmelerin dışında kalmak için mi yoksa işleyişine şirketler karıştığından mı bilinmez, TEMA Vakfının  “sınırlı ve sorumlu” çevreciliğinin kanıtı sayılabilecek biçimde 2009 Eylül ayında çok sayıda akademisyenin imzasını taşıyan “Nehir tipi santrallerle ilgili HES görüşü” başlığıyla yayınlanmış bir metni var. Burada özetle HESlere değil, bunlarla ilgili bazı yanlışlara karşı çıkılıyor. “Memlekete enerji de lazım” fikri, benzerleri gibi bu metnin de değişmez önkabulü ve temel dayanağını oluşturuyor. Ve biz bu çalışmadan nasıl yararlanıldığını somut olarak HES karşıtı eylemler içinde öğreniyoruz. Sözkonusu vakıfla pratikte karşı karşıya geldiğimiz her seferinde, ellerindeki metni “siz akademisyenlerden daha mı iyi biliyorsunuz” demek için en çok bizim gibilere karşı kullanıyorlar.

Hayır, böyle bir iddiamız yok. Ama çok şükür, bizim de akademisyenlerimiz var. Sayıları bir avuç bile olsa, diplomalarını şirketlere satmayan, dürüst, namuslu, bilgili, onurlu ve her zaman yanımızda gördüğümüz!

Tabi iş burada bitmiyor. Çevre ve Orman Bakanı daha da ileri giderek, HES karşıtlarını açıkça hedef gösteriyor:  “Enerji pastası çok büyük ve uluslararası boyutlarda. Burada büyük kazançlar sözkonusu. Bildiğiniz üzere biz enerjide dışa bağımlıyız. Oysa akarsular kendi ülkemize ait. Buradan elde edeceğimiz enerjiyle bağımlılığımız azalacak. Bu yüzden yerli ve yenilenebilir enerji kaynağı olan HESlere karşı muhalefet edenlerin arkasında, dış güçler vardır. ” (Kaynak: Bakanın HESlerle ilgili herhangi bir konuşması.)

Bu sözleri Başbakandan başlayarak tüm kabine üyeleri, konuyla ilgili bürokratların eşliğinde tekrarlıyor. Biz sıradan yurttaşlar olarak daha çok sonuncularla muhatap oluyoruz. Böyle bir karşılaşmada, bunlardan biri bizi “romantik” bulduğunu söyleme cesareti gösteriyor. Ve “romantik” duygularla, köylülerin davet ettiği HES kurulmak istenen bir köye doğru yola koyuluyoruz. Vardığımızda ne görelim,  HES şirketinin temsilcisi olarak karşımıza çıkan kişi, üniversiteye adım attığımız yıllarda devrimciliğe başladığımız eski bir arkadaş. Kendisinin “gerçekçi”, bizim “romantik” olduğumuzu bir kez de onun ağzından dinliyoruz. Projenin çevreye en küçük zararı olmadığını yemin ederek anlatıyor, bizim bilgisizliğimizden bahsediyor ve ara vermeden patronunun ne iyi biri olduğuna kadar uzanıyor. Başka yer ve zamanda diğer bir eski devrimci yeni HES sahibi, “ama biz çok az ağaç kestik” diye kendini savunmaya çalışıyor. Herhalde bizi yeşillikle ilgilenen bir tür tırtıl ya da otobur sanıyor. Böylece soldan sağa, yukarıdan aşağı koro tamamlanıyor. Bizi bir ağızdan romantik, meczup, sorumsuz, bilgisiz, dış güçlerin maşası,  köyde HES mağduru köylülerin ama kentte enerjiyi tüketenlerin (siz bunu “enerji üreticisi şirketlerin” olarak anlayın) yanında durmayı beceremeyenler olarak nitelendiriyorlar.

Bizi ancak bir değirmen çevirebilecek güçteki dereler üstüne bile HES kurmaya kalkışılmasını aklı almayan köylüler anlıyor. Ayrıntılı biçimde gerçekleri anlattığımızda, “ama bunu yapan bu vatanın evladı, hatta insan değildir” diyen yaşlı amcalar anlıyor. HES havzasında kalan tarlaları kamulaştırılarak eline üç beş kuruş tutuşturulan ve yüzlerce yıllık yaşam tarzından koparılan çiftçiler anlıyor. Bizi,  “çok hayırlı bir iş yapıyorsunuz, Allah yolunuzu açık etsin” diye dua ederek uğurlayan bir köy imamı anlıyor. Ramazan ayında bir köyde teravih namazı sırasında sunumumuza ara vermek istediğimizde, “bu da bir ibadettir hocam, devam et” diyen köylüler anlıyor. (Ne tesadüf ki, aynı olayı Karadeniz’de benzer bir çalışma içindeki arkadaşlarımız da yaşıyor.)  Belki bizi, “asıl vatansever sissiniz” diyerek önceleri kafa tokuşturmaktan kaçındığımız ama sonra böyle şeylere aldırmamak gerektiğini kendilerinden öğrendiğimiz köylüler; belki suyu kesildiğinde ölecek olan balıklar, kurbağalar, kurtlar, kuşlar da anlıyordur; bilemiyoruz.

Az gidiyoruz, uz gidiyoruz, dere tepe düz gidiyoruz ve kendimizi düşüncelerle eylemin, uzak hedeflerle yakınların, kentle kırın, yaylalarla ovaların kesiştiği; politika/kültür/bölge farklılıklarının önemsizleştiği bir noktada buluyoruz. Korkudan değil, haklılığımızı daha güçlü dile getirme arzusundan; birbirimize sokularak bir direnç oluşturma gereksinimimiz artıyor. Ve bunun etkisiyle, ülkenin güneybatı ucunda yaşayan bizler, kuzeydoğusundaki kardeşlerimizle yan yana geliyoruz. Derelerin Kardeşliği büyüyor, büyüyor ve ülkenin dört bir yanından gelen temsilcilerden oluşan bir toplulukla,  haklılığını düzenin efendilerine karşı 26 Kasım 2010 günü meclisin kapısında haykırıyor.

Yıllardır TBMM’de enerji piyasasıyla ilgili yasalar hazırlanırken, il genel meclislerinde ve belediye meclislerinde HESlerle ilgili imar değişikliği kararları alınırken, halkın karşı çıkmasına rağmen, iktidar ve muhalefet partileri ortaklaşa HES şirketleri lehine hareket ediyorlar. Şimdiye dek bunun istisnasını-birkaç belediye yönetimi dışında-görmedik. Bu yüzden hepsine “yola devam edin” diyoruz. Bizim haklı, sizin haksız olduğunuzu o mekânlarda da dile getirerek “yolunuz açık olsun” demeye az kaldı!

Selam olsun derelerin kardeş kıldıklarına! Onlar da olmasa suyun, toprağın,  böceklerin, kuşların, ağaçların, bebeklerin, yaşlı teyzelerin ve devrimlerin kimi var…

Bu nedenlerden ve her şeye rağmen yalnızca HESlere değil, daha fazlasına ve tüm kapitalizme hayır! Enerjiye, çok şeritli yollara, köprülere, gökdelenlere, insan müsveddesi haline getirilme pahasına beton kentlere doldurulmayı kabul edenlere hayır! Sürekli her birimizi “kırk katır mı istersiniz, yoksa kırk satır mı” diye seçim yapmaya iten bu düzene ve kendini çaresizmiş gibi seçim yapmak zorunda hissedenlere hayır! Dünyayı değiştirmeye ve kendini de değişen dünyayla birlikte değiştirmeyi göze alanlara evet!

Politika da bu, programda… Ağır geldiyse kusura bakmayın, daha başkası yok!

1- HES sorunu ve küresel kriz

Becerebildiğimiz kadar, biraz da teorinin karmaşık dilini kullanalım. HESlere hayır diyoruz. Çünkü kapitalizm küresel krizde ve bu konunun krizi hafifletmekle doğrudan ilintisi var. HESler hem diğer enerji kaynaklarıyla birlikte, hem de ayrı olarak krizin çarelerinden biri gibi görülüyor. Bu yolla suyun ticarileştirilmesi kolaylaşıyor, ucuz ve istikrarlı enerji kaynağı yaratılıyor, küçük HESlerle tez zamanda kâra geçiliyor, doğanın ücra köşelerine kadar mülk edinilerek işletilmesinin önü açılıyor. En iyisi önce krizin ne olduğuna bakalım.

Kriz, kapitalist üretim ilişkilerinin bugünkü gelişmişlik düzeyinin sağladığı birikimin verili koşullarda sermayeye dönüştürülemeyişinin adıdır. Başka bir ifadeyle;  bu düzeni var eden koşullar artık tersine bir işlevle yok edici olmaya başladığından, bu bir krizdir.

Her kriz gibi bu da hayata dair ne varsa silip süpürüyor ve bugüne dek “çözüm” olarak bilinen, görünen, atılan her adımı hızla bu silip süpürme işleminin bir parçası haline getiriyor. Burada çoğu zaman olduğu gibi yanılıp şaşarak, krizi her zamanki sorunların biraz daha büyüğü ve çözümü zor olanı gibi görmemek gerekiyor. Kriz kapitalizmi sonuna doğru sürüklerken, yönetenlerin her debelenişi bu ilerlemeyi biraz daha hızlandırıyor ve sistemi, kendini yok eden bir yaşam tarzına dönüştürüyor.

Her kriz bir imkândır. Buradan ne tür bir yapıcı çabayla çıkılacağını, yıkımın kendisi gösterecektir. Düşünceleri yaşamı savunmaktan yana olanlarla içgüdüsel olarak yaşamak için çırpınanların yolu, kriz ortamında kesişir. Bu sırada kaostan çıkış anlamına gelebilecek her türlü yapıcı çabanın doğuşu; artık öngörüler, planlar, programlar, akıl hocalarının ağzından çıkacak kelimelere değil;  dolaysız olarak sistemin kendi pisliğinde boğulmasına bağlıdır. Sistemin boğulmasına yardım eden her tür pratik, devrimcidir. Bu yüzden krizlerde devrimcilikle isyankârlığın eşitlendiğine tanık oluruz. Örnek, Tunus, Arnavutluk, Yunanistan, Ürdün, Yemen ve daha adını hatırlayamadığım ülkelerdeki halk ayaklanmalarıdır. Bunların her birinin sonuçları ne olursa olsun, nedenleri aynıdır. İçlerinde bizim anladığımız anlamıyla devrimci bir yan barındırdıklarını,  kısa haber görüntülerinden bile çıkartmak mümkündür. Şimdilik taklit ediyorlar, gerçeğini yapmalarına az kaldı!

Ekonomi politiğin diliyle devam edelim: Krizdeyken, kapitalistlerin elindeki birikmiş artıdeğer; emek, pazar, kaynak ya da teknolojik koşulların kısıtlayıcı etkileri yüzünden gerekli artıdeğeri üretememekte ve bu yüzden sermayeye dönüşememektedir. Bu durumu günlük olarak kâr oranlarının düşme eğilimi göstermesi biçiminde yaşarız.  Eskisi kadar kâr edebilmek için sürekli eskisinden fazla yatırım yapmak gerekir.  Bu yüzden kâr oranlarını yüksek tutma ya da düşmesini önlemenin kestirme yolu olarak, yatırımların azaltılması tercih edilir. Yanı sıra; konut, hisse senedi, sanat eserleri, fonlar vb. alanlardaki spekülatif kârlarla ve özelleştirme/tekelleşme yoluyla değer transferlerine giderek geçici rahatlamalar sağlanabilir. Ama kapitalizm artıdeğer üretmeden, başka bir deyişle canlı emek sömürüsü olmaksızın ayakta kalamaz. Bu nedenle krizin etkisini hafifletmek için yeni ve yüksek kârlı alanlara ulaşarak birikimin sermayeye dönüşmesini kısıtlayan koşulları değiştirmesi, üretim ilişkilerinde yeniliklere gitmesi gerekir. İş koşullarını çalışanlar aleyhine ağırlaştırmak, yeni pazarlar bulmak, yeni metalara yeni gereksinimler yaratmak, doğanın henüz mülk edinilmemiş yerlerini mülkiyete açmak, teknolojiyi geliştirmek gibi…

Özetle, karşı olduğumuz HESler herhangi bir nesnenin adı değil; Türkiye’de, şu anda, küresel kriz koşullarında yaşadığımız kapitalist toplumsal ilişkilerin somutlaşmış ifadelerinden biridir. Bizce bir toplumsal ilişki biçimi olarak bunun çözümlemesi şu biçimde yapılmalı ve buna göre tavır alınmalıdır:

a) HES alanında karşılaştığımız uygulamaların özelleştirmeci bir boyutu var. Bu yüzden, resmi olarak 1980 Washington Mutabakatıyla başlayan neoliberal uygulamaların bir örneği olarak görülebilirler. Bilindiği üzere özelleştirme bu uygulamanın ilk adımıydı. Kamuya ait kaynak ve pazarların yok pahasına özel sektöre devredilmesi, küresel ölçekte kâr oranları dibe vuran sermayeyi acilen rahatlatmaya yönelik bir değer transferiydi. Enerji üretim ve dağıtımı alanında ülkemizde halen devam eden özelleştirmelerin yanı sıra, enerji yatırımlarına sağlanan çeşitli teşvik, vergi kolaylıkları, ürün alım garantilerini bu çerçevede değerlendirebiliriz. Ama özel olarak HES, genel olarak enerji politikalarına salt özelleştirmecilik çerçevesinden bakamayız. Böyle bir bakış açısı, durumu kavramaya yetmez. Ayrıca bu görüş bizden çok,  neoliberal kesimle bir iktidar paylaşım kavgası içindeki “ulusalcı” kesime uygun düşer ve güncel gelişmeleri 30 yıl geriden izlemek anlamına gelir.

b) HESler özelinde, akarsuların kullanım hakkının 49 yıl süreyle şirketlere devredilmesinin herhangi bir özelleştirmeden önemli bir farkı bulunuyor. Bilindiği üzere akarsular, kaynaklar ve göllerin kamu adına yönetimi Devlet Su İşlerine ait. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı 26 Haziran 2003 tarihinde “Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su kullanım Hakkı Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” adıyla bir yönetmelik yayınladı. Buna göre HES kurmak isteyen şirketler önce Enerji Piyasası Düzenleme Kurulundan elektrik üretim lisansı alıyor, sonra projeyi gerçekleştirmek için DSİ ile bir “su kullanım hakkı sözleşmesi” imzalıyor. (29 Aralık 2010 tarihinde 5346 sayılı yasaya yapılan ekle artık şirketlere su kullanım izni verme yetkisi il özel idarelerine devrediliyor.) Akarsular tümüyle DSİ’deyken, bugüne oranla nispeten özgürce akıyordu. Su kullanım hakkı sözleşmeleri yapılmaya başlanmasıyla,  sulara kelepçe vurmak kolaylaştı. Her ne kadar egemenlerimiz akarsuların satılmadığını söyleseler de,  HES şirketleri kullanım hakkıyla birlikte sanki suyun mülkiyetini de ele geçirmiş gibi haklar kazanıyorlar. Böylece derelerin tapusu kamunun elinde olsa bile,  HES işletmeleriyle birlikte suyun el değiştirmesinin ya da gelecekte bu hakkın şirketler lehine daha da geliştirilmesinin önü açılıyor. Çoğu zaman yanlış biçimde “doğanın sömürülmesi” diye anlatılan şey, ancak akarsular üzerinde şirketlerin mülkiyet hakları kazanmasıyla mümkün hale geliyor. Bu yüzden, HESlerle birlikte karşılaştığımız durum,  suyu küresel ölçekte ticarileştirmenin bir parçasıdır. (Not: Bilindiği üzere değerin kaynağı doğa vs değil, insan emeğidir. Bu yüzden sömürülen her zaman insandır. Bir metanın değeri, üretimi için gerekli toplumsal emek zamanıyla ölçülür. Doğa ancak mülk edinildikten sonra başka mülklerle, dolayısıyla birikmiş emek miktarlarıyla karşılaştırılabilir ve belli bir değer ifade eder hale gelir.  Ürün ya da üretim aracı olarak işlenmesi, alınıp satılması bundan sonra gerçekleşir. Üzerine HES kurma bahanesiyle akarsuların mülk edinilmesindeki ilerleme; suyun daha önce içme, balık üretme, sanayi ya da tarım amacıyla kullanılmasıyla karşılaştırılamayacak kadar büyük bir ticaret konusu olmasına yol açmaktadır. Örneğin yöremizde DSİ sözleşme gereği bir HES şirketine su verebilmek için yaz aylarında çiftçilerin sulama suyunu kesmektedir. Ve devamında HES havzalarının “güvenlik” gerekçesiyle sit alanı ilan edilmesi, dikenli telle çevrilmesi, özel güvenlik tarafından korunması; küresel ısınmaya bağlı olarak bizi su konusunda nasıl bir geleceğin beklediğini yeterince gösteriyor olmalı.)

c) Bir enerji kaynağı olarak HESler tek başına değil, Türkiye’nin küresel kapitalist düzen içindeki konumuyla birlikte düşünülmeli. Bilindiği üzere küresel krizin hafifletilmesi için geleneksel sanayi yatırımları ücretlerin düşük, hammaddenin ucuz olduğu Çin ve Hindistan gibi ülkelere kayıyor. Bu gelişme, Türkiye’nin 70’li yıllardaki gibi sanayileşme yoluyla kalkınma hayalleri kurmasını olanaksızlaştırıyor. Bu durumda Türkiye’de artıdeğer üretilebilmesi için tarım, turizm, müteahhitlik gibi sektörlere yüklenilmesinin yanı sıra;  coğrafi konumu ve Avrupa’nın enerji alımını çeşitlendirme gereksinimi de hesaba katıldığında,  bir enerji koridoru oluşturulması kaçınılmaz hale geliyor. Uzun vadede ülke topraklarından geçirilmesi düşünülen petrol ve doğal gaz hattı projelerinin yanı sıra petrol bulmak amacıyla Karadeniz’e dünyanın en büyük petrol arama platformları çıkarılıyor. Nükleer, kömür, doğal gaz, su, güneş, rüzgâr enerjisinden yararlanmak için ardı ardına yeni düzenlemeler yapılıyor. Tüm bunlar, uluslararası işbölümünün zorunlu sonucu olarak Türkiye’yi enerji ihracatçısı haline getirmekle ilintilidir.

d) 0,5 Megavatın altındaki mikro HESler konunun bir başka önemli ama dikkat çekmeyen yanını oluşturuyor. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu, bunların sayısının 10 bin dolayında olduğunu belirtiyor. Mikro HESler yerleşim birimlerinin ya da ana arterlerin uzağındaki madencilik, ağaç işleme, inşaat şantiyelerine ve çeşitli çiftliklere gereken enerjiyi sağlayacak;  mera, orman, tarım alanları, su kıyıları gibi yerlerin ticaret konusu olmasını kolaylaştıracaktır. Gözden ırak dereciklerde üretilen elektrikle, bugüne dek yüksek maliyet nedeniyle işletilemeyen doğa parçalarından kâr sağlanacaktır. Ayrıca mikro HESlerin yanı sıra daha başka binlerce enerji tesisi kurma çabası, 5346 sayılı yasaya getirilen son ekle bir başka kriz baskısını azaltma ve kâr sağlama olanağı yaratıyor.  Buna göre enerji şirketleri, gerçekleştirecekleri projelerinde yerli malzeme kullanırsa teşvik alıyor. Bu da genellikle atıl durumdaki enerji donanımı üreten firmaları harekete geçirecektir.

e) Yönetenler, sürekli ülkenin hızla geliştiğini ve enerji gereksiniminin arttığını anlatarak toplumu yeni HESler (ve diğer enerji tesisleri) kurulması için ikna etmeye çalışıyor.  Halkı kandırmak için kullanılan bu sav, aslında sistemin iflas ettiğinin itirafıdır. Kriz yüzünden üretim tesisleri yarı kapasitenin altında çalışıyorken nasıl oluyor da enerji yetmiyor? Elektriğin kâğıt üstünde yetmiyor gibi görünmesinin birinci nedeni planlı yaşamın piyasacılık lehine terkedilmesi, ikinci nedeni varolan elektriğin dahi verimli kullanılamıyor oluşudur. Bu koşullarda ülke ekonomisi sanki büyük bir sıçrama yapacak da enerji yetmiyormuş gibi konuşmak gülünçtür. Ekonominin küresel sermayenin gereksinimleri yönünde geliştiği tartışılmaz. Sermaye açısından Türkiye yakın coğrafyaya ihracat yapma kolaylığına sahip bir sıçrama tahtası olmasının yanı sıra, ucuz işgücü ve hammadde kaynağıdır. Bugün KOBİlere kadar uzanan ithalata dayalı üretim modeli, ülkenin kaynaklarının tüketilmesinden başka sonuç doğurmuyor. Zaten cari açığın önemli bir nedenini de bu oluşturuyor. Tarım tekellerinin geleneksel tarımı yok etmesi ve Kürt sorununun yıllarca çözülemeyişiyle göç artmış, kentler hızla büyümüş ve elektrik tüketimi de buna bağlı olarak çoğalmıştır. Yıllardır periyodik bakımlar ve yeni personel alımı için kamuya yatırım yapılmadığından elektrik iletiminde yüksek kayıp ve kaçak oranları yaşanıyor. Buna bir de sanayide enerji tasarrufuna yönelik arge çalışmaları yapılmayışı eklendiğinde,  “memlekete enerji de lazım” savının ardındaki gerçekler daha iyi görülüyor. Plansız ve tüketime yönelik bir hayata mahkûm edilen bu topluma enerjiden önce başka şeyler lazımdır. Şu an Türkiye’de enerji açığı değil, enerji savurganlığı vardır.

2- HES karşıtlığına yaklaşımla ilgili bazı ideolojik ve politik gözlemler

Öncelikle ideoloji üstüne birkaç söz: İdeoloji, bilimsel/felsefi teoriler gibi düşüncelerimizi belli kesinlikler içinde tarif etmez. Bu yüzden düşüncelerimizin içeriğini ifade etmekten çok, gösterenleri aracılığıyla nasıl olması gerektiğine işaret eder. Uyup uymamak herkesin kendine kalmıştır. Yine benzer biçimde, ideoloji politika teorisi ya da pratiğindeki gibi kesin olarak gidilecek yolu, yapılacak işi de göstermez. Yalnızca davranışlarımızın sınırlarını işaretler, eyleme geçişimizin neden ve amaçlarını hatırlatır. Egemen sınıftan bağımsızlaşabildiğimiz ölçüde kendi ideolojimize sahip oluruz ve bunun saflığını koruyabildikçe egemenlik karşıtlığımız güçlenir. Konuya dönersek:

HESleri eleştiriyoruz diye alternatifini göstermek zorunda mıyız? HESlerle ilgili toplantılarda en çok bu soruyla karşılaşıyoruz. İlk bakışta haklı gibi görünüyor. Ama daha soruyu yöneltirken önce “biz” öznesinin kim olduğunu sormayı, ardından HESlerin üreteceği varsayılan enerjinin ne kadar gerekli olduğunu irdelemeyi unutuyoruz. Bu yüzden eleştirirken alternatifini getirmek zorundaymışız gibi hissediyoruz. Ve devamında HESleri kapitalist toplumsal yaşamın güncel gelişmişlik düzeyinde ulaşılan bir ilişki biçimi olarak değil, faydalı ya da zararlı olup olmadığını değerlendirmemiz gereken kendi halinde nesneler gibi algılıyoruz. Bu biraz da içinde yaşadığımız kapitalist toplumun eseri ürünlerin yansız olduğunu sanmamızla ilgilidir. En iyisi, “kapitalizm gölgesinden para kazanmadığı ağacı keser” sözünü kulağımıza küpe etmektir.

Bu toplumdaki bir nesne ya da kurumun yalnızca belli bir iş ya da amaç için kullanılmak üzere yapıldığını ve insanlar üzerinde başkaca bir etkisi bulunmadığını düşünmek safdillik olur.  Toplumsal ilişkiler içinde,  nesneler önceden belirlendiği gibi kullanılmalarını gerektirir. Arabanın bireysel, otobüsün toplu taşım aracı olmaya elverişliliği gibi… Bu yüzden nesneler temsil ettikleri ilişkiler nedeniyle bize hükmeder, davranışlarımızı yönlendirir ve nihayet insanlarla ilişkilerimize aracılık ederek başkalarını ezmemize ya da onlar tarafından ezilmemize yol açarlar. Dolayısıyla yukarıdaki soruda biz’in kim olduğu, HESlerin hangi toplumsal ilişkileri temsil ettiği ve bunlara karşı çıkarken kendimizi alternatif bulmak zorundaymış gibi hissedeceğimiz ölçüde bir enerji gereksinimi bulunup bulunmadığı üzerine tekrar düşünmemiz gerekir.

Burada “biz”; enerjinin günlük yaşamda sıradan tüketicileri, HES benzeri yatırımlardan zarar gören insanlar dâhil canlı hayatın tümü ve devrimciler olarak bu düzenin yıkılmasını isteyenleriz.  HESler her ne kadar bizim açımızdan “enerji” tesisiyse de, yatırımcı açısından yalnızca kâr getiren bir işletme ve insanın doğaya hükmetmesinin araçlarından biridir. Zaten bu tesislerle ilgili işlemlerin ayrıntıları incelendiğinde;  enerji üretmek, kamu hizmeti vermek, çevreyi dikkate almak gibi amaçlardan daha çok işletmelerin kâr hesaplarına önem verildiği görülür. Bu yüzden enerji tesisine karşı çıkmaktan çok, sistemin kâr uğruna her şeyi göze aldığı örneklerden birine karşı çıktığımızın bilincinde olmamız gerekir. Ve bu enerjiye ne kadar gereksinim olduğunu anlamak için, günün her saati ışıklar içinde parlayan ve sıcacık olan en yakın alışveriş merkezine giderek,  buranın enerjisinin kaç köye hayat veren bir dereye malolduğunu düşünmemiz yeterlidir. HESler, kapitalizmin son model tapınaklarına sunulan sayısız kurbanın sembolüdür.

Eleştirdiğimiz şeyin alternatifini göstermeye gelince: Öncelikle bir şeyi, onunla birlikte yaşamakta zorlandığımız için eleştiririz. Olanaklıysa zaten düzeltir, değilse sorumlularından çözüm ister ve onları buna zorlarız. Örneğin hiçbir doktor hastasına “şikâyet etmesini bildiğin gibi tedavi yöntemini de söyle” demez. Ama en başta HES şirketi temsilcileri ve konuyla ilgili bürokratlar olmak üzere, pek çok insan HESleri eleştirdiğimiz her seferinde “öyleyse alternatifini gösterin” der. Biz de sanki DPT müsteşarı ya da yarın kabinesini açıklayacak başbakan adayı gibi çare aramaya başlarız. Ve devamında aynı enerji politikalarının bir parçası değilmiş gibi güneş/rüzgâr enerjisinin alternatif oluşturabileceğini savunuruz. Ya da herhangi bir yatırımı tekil olarak ele alır, şurasına burasına bakarak zararlarının en aza indirilmesini isteriz. Çeşitli çevre kuruluşlarının “havza planları yapılsın, daha çok can suyu verilsin, o şekil değil bu şekil HES kurulsun” gibi öneriler getirmesinin sonuçlarını, konuyla ilgilenenler hatırlayacaktır. Bu tür tutumlar sorunla hangi düzeyden muhatap olduğumuzu unutmamıza yol açar ve bizi tehlikeli bir yere sürükler.

Bizim sorunla bağlantımız HES şirketi ortağı ya da işi planlayan yöneticiler düzeyinden değil,  mağdur olanlar düzeyindendir. Hiç birimizin şirket danışmanı ya da iktidarın koalisyon ortağı gibi davranmasına gerek yoktur. Eleştirilerimiz, yaşanan ve yaşanması kaçınılmaz zararları bilmemizden kaynaklanır. Nasıl ki bu projeler uygulandığında mağdur olan insan, bitki ve hayvanların alternatif göstermesi sözkonusu değilse;  bizim de HES karşıtları olarak böyle bir sorumluluğumuz ve zorunluluğumuz olamaz. Politik sorumluluğumuz, iktidarı indirmektir. Bunun için yönetenleri sürekli benzer kararlarından vazgeçmeye zorlamak ve yapamıyorlarsa gitmelerini sağlamak yeterlidir. Mağdurlarla birlikte ve herkesin yaşamını kolaylaştıracak biçimde, her soruna çare buluruz. Bu yüzden, alternatif sunmaksızın HESlere karşı çıkmamız meşrudur. Zaten bunu sunabileceğimiz nadir durumlarda susmayız. Ama kendimizi bir çare göstermeye zorlamak saçmadır.

Öte yandan eleştirdiğimiz şeylerin çözümünü göstermek zorundaymışız gibi düşünmek bir sorumluluk örneğinden çok, halkı yönetme arzusunun göstergesidir. Çözüm yıkımla gelir, mağdurlarca oluşturulur. Bilincimiz sayesinde hayata ezilenlerden daha geniş ve derin bakabiliyor oluşumuz, bize onlar adına ve onların üstünden konuşma hakkı vermez. Akarsular kâr konusu yapılırken toprağı, suyu elinden giden insanların, yok olan canlıların seviyesinden ve içinden konuştuğumuzu aklımızdan çıkartmayalım. Tersi, mücadelede uzlaşma için kapı aralamak anlamına gelir.

HESler çevreye en az zarar veren enerji kaynağı mı? Radyoaktif tehlike içeren nükleer ve zehirli gaz kaynağı fosil yakıt santrallerine karşı böyle düşünmek yaygındır. Her türlü HES, suyun doğal akış düzenini bozduğu için zararlıdır. Söz konusu su olduğundan, bu doğaya verilen herhangi bir zarardan daha önemlidir. Bu yüzden “çevreye zararsız bir yatırım mı var” misali safiyane ifadelerle HESlerden yana olmak anlamsızdır. Barajlı HESlerin kullanım süreleri en fazla 40–50 yıldır. Sonunda baraj gölü çamurla dolar ve elektrik üretemez hale gelir. Eğer sözü edilen projeler gerçekleşirse, ülkemiz HES mezarlığına dönecektir. Kanal tipi HESler suyun toprak ve havayla bağlantısını kestiği için hem yeraltı sularının çekilmesine, hem de suyun canlıları besleyici özelliklerini yitirmesine neden olur. HES için oluşturulan göletler yöresel ısı artışına ve iklim değişikliklerine yol açar. Ayrıca bu göletlerde biriken bitki artıkları çürüdükçe bir kömür santralini aratmayacak miktarda metan gazı üretir. Göletlerde su tutmak ve elektrik tribünlerini çalıştırmak için suyun akış düzeninin değiştirilmesi,  suya bağlı canlıları yok eder. Bu değişikliklerin Akdeniz havzasına özgü önemli bir zararı da,  dere ağızlarındaki alüvyon ovalarının tuzlanmasına yol açacak oluşudur. Deniz seviyesinden genellikle birkaç metre yükseklikteki bu ovalarda tatlı ve tuzlu su arasında hassas bir denge vardır.  Özellikle yaz aylarında HESlerde su tutulurken derelerin suyu çekilecek, yüzeyin hemen altındaki tatlı su tabakasının yerini deniz suyu alacaktır. Bu zararın giderilmesi olanaksızdır. Bunlara ek olarak iletim hattı, yol, bina vb. yapılaşmalar ve inşaat sırasında çıkan hafriyat doğaya büyük zararlar verir, insan yaşamını tehlikeye sokar.

HESler enerjide dışa bağımlılığa çare mi? Bu, iktidarın dilidir. Milliyetçi etki altındaki kitleleri HES karşıtı eylemlerden koparmak ve yaşam savunucularını yalnızlaştırmak için öne sürülmektedir. İktidar yanlıları Türkiye’nin bir petrol ülkesi olmadığını ve Mesut Yılmaz’ın başbakanlığından kalma zararına doğal gaz anlaşmalarını öne sürerek, enerjide dışa bağımlılıktan çok sık bahsediyorlar. Ekonomi politikalarını küresel finans ve ticaret örgütlerinin direktifleri doğrultusunda belirleyenlerin HES karşıtlarını suçlamak için böyle bir sava başvurması gülünç oluyor. Ama emperyalizmin başlangıcından bu yana ülke ekonomilerini sürekli değişime uğrattığını ve günümüzde yerli – yabancı sermaye ayrımının ortadan kalktığını biliyoruz. Eğer bugün bir bağımlılıktan bahsedeceksek,  petrolden önce küresel sermaye bağımlılığı üzerine konuşmamız gerekiyor. Bugün ülke ekonomisinin çökmemesi için yabancı sermaye çekmek amacıyla her yola başvuruluyor. Enerji alanındaki özelleştirmeler ve kârı garanti edici düzenlemeler bu yollardan yalnızca birini oluşturuyor. Böylece küresel sermayenin bu alandan da ilgisini esirgememesi sağlanıyor. Ve onlar da enerji şirketlerine doğrudan ortak olarak, hisselerini alarak, sözüm ona yerli finans kurumları aracılığıyla enerji yatırımcılarını kredilendirerek ilgilerini kâra dönüştürüyorlar. Bu nedenlerle konu bağlamında hangi iç ve dıştan bahsedildiğini merak ediyoruz.

Biz HESlere mi, yoksa suyun ticarileştirilmesine mi karşıyız? İkisine de karşıyız. Çünkü her ikisi de iç içe geçiyor. Örneğin bulunduğumuz yörede pek çok HESin su kullanım hakkı sözleşmeleri, içilebilir kalitedeki kaynakları da kapsıyor. Şu an bu sular elektrik üretimi dışında kullanılamıyorsa da, ilerde sözleşmelerin kapsamını çeşitli gerekçelerle değiştirmek ve genişletmek çok kolaydır. Öte yandan katıldığımız toplantılardan birinde,  bir arkadaşımız yalnızca sulama amaçlı bir barajı göstererek “ buna da karşı mı çıkacağız” diye soruyordu. Pratikte gerçekleşir ya da gerçekleşmez, bu bir yana. Ama günümüz koşullarında ilke olarak suyu kâr konusu haline getirici her tür uygulamaya karşı çıkmamız gerekir. Çünkü sulama suyu, su birlikleri aracılığıyla çiftçilere bir bedel karşılığı veriliyor. Bunun bir adım sonrası, su birliklerinin su işleticisi şirketlere devredilmesidir. Ayrıca bu değişim “endüstriyel tarım” dediğimiz tek tip ve çok miktarda ürün yetiştiriciliğinin tarımda belirleyici hale geldiği koşullarda yaşanıyor. Geleneksel olarak sulu tarım yapılmayan bir yerde sulu tarıma geçilmesi, beraberinde gübre, ilaç, tohum, pazar bağımlılıklarıyla birlikte önünde sonunda çiftçiyi kendi tarlasında tarım tekellerinin işçisi durumuna getirir. Suyun ticarileştirilmesine karşı çıkmak yalnızca sudan para kazanılmasına değil, aynı zamanda kapitalist yaşam tarzının toplumun derinliklerine nüfuz etmesine de işaret ettiği için önemlidir. Bu çerçevede HESler değişik yollardan hem suyun ticarileştirilmesinin önünü açıyor, hem de küresel krizin ülkemizdeki etkilerini sermaye açısından giderici seçenekleri arttırıyor. Ayrıca bu tür karşı çıkışlar, kendi alternatifini içinde taşır. Suyun parayla satışını gerektiren her tür uygulamaya karşı çıkmanın alternatifi, parasız kullanım için köylülerin kendi aralarında örgütlenmesidir.

3-Sonuç

“Çevre”, doğanın toplumsal ilişkiler içine alınan bölümüdür. Buradaki her türlü varoluş, toplumun kendini yeniden üretişiyle ilintilidir. Buralar insanın insana efendilik edişi dolayımından geçirilerek, insanın doğaya efendiliği sonucu doğallığını çoktan yitirmiştir.

“Doğa”, henüz toplumsal ilişkilerin uzantısı haline getirilemeyendir. Kendi kendine yeterlidir. Bu kendi kendini üretebilme yeteneğine sahip olduğu anlamına gelir. İnsan doğayı mülk edinirken yalnızca bir eşyayı değil, aynı zamanda bu niteliği de ele geçirir. Ama bu niteliği herhangi bir eşyayı tüketir gibi tükettiğinden, kendi yaşamı tehlikeye girene dek ne yaptığının farkına varmaz. Bugün pek çok kapitalistin “çevrecilik” taslaması ve kendi stk’larını oluşturması boşuna değildir. Çoktan tükettikleri bir doğanın ardından timsah gözyaşları dökmektedirler.

İnsan doğal bir varlık olmaktan çıkarak toplumsal varlık haline gelmeye başladığı günden bu yana, yaşamını doğayı yok etme pahasına sürdürmektedir. Bunu, birbiri üzerindeki efendiliği aracılığıyla insanlığın doğa üzerindeki egemenliğini pekiştirerek yapmaktadır. Dolayısıyla insan her zaman doğaya zarar verici olmuştur.

Ancak insanın bu eyleminin günümüzdeki anlamı, varoluşunu kolaylaştırmak için yolaçtığı bir durum olmanın çok ötesindedir. Kapitalizmin bir türlü önü alınamayan yapısal krizi;  sistemi eskiden olduğu gibi yalnızca doğayı tüketerek değil, mümkünse kâr amacı ekseninde yeniden üreterek ayakta tutma hazırlığına yöneltiyor. Bunun ne ölçüde gerçekleşebileceğinin anlaşılması için doğanın tümüyle mülkiyet hanesine geçirilmesi gerekiyor. Bugün “çevreye zarar vermek” gibi gördüğümüz uygulamalar; şimdilik kapitalizme geçici rahatlama sağlamak için yeni kâr kaynakları bulunması ve yakın gelecekte geliştirilen yeni teknolojiler yardımıyla sistemi uzun vadede ayakta tutma hazırlıkları olarak görülmelidir.

Bu yüzden konuyla ilgili mücadeleleri ne “çevre”, ne “doğa” savunusu değil, doğrudan yaşam savunusu olarak görmek gerekir. HES sorunu, ülkemiz özelinde kapitalist saldırının bir eşiğini oluşturuyor. HESlerle hem atıl kapasiteler harekete geçiriliyor, hem yeni kapasiteler yaratılıyor, hem de suyun mülk edinilmesi yolunda önemli bir adım atılıyor. Bu bir dizi gelişmeye gebedir. Benzer bir eşik, GDOlu ürünlerin ülkemizde serbest kalmasıyla çoktan geçildi. Tüm bu gelişmeler, kapitalizmin ve daha önceki üretim biçimlerinin çevreye geleneksel zarar verişlerinden farklı niteliktedir.

Bu nedenlerle ve suyun dirimsel önemi yüzünden toplumun HESlere karşı gösterdiği duyarlılık, büyük olasılıkla önümüzdeki onlarca yılı kapsayacak bir yaşam savunuculuğunun da başlangıcı olacaktır. Ve bu gelişmeler, devrimcilere bir tek politik seçenek bırakıyor gibi görünüyor: Yaşamı savunmak için kapitalizmin her tür müdahalesi karşısında uzlaşmaz olmak. Bu yüzden HESlere ve daha fazlasına hayır demek, uzun bir geleceğe hazırlanmanın vazgeçilmez koşuludur. Mehmet Polat/Fethiye 27.01.2011

http://www.karasaban.net/yalniz-hes%E2%80%99lere-degil-daha-fazlasina-hayirmehmet-polat/

TEMA Deşifre Edildi: Sistemin Doğa Katili Şirket Aklama Araçları v1

Bugüne kadar çevreci ve doğa dostu bilinen, canı yanan köylüleri, mücadele eden yaşam savunucularını kendilerine paravan etmiş, doğa katili şirketleri aklama paklama ilişkilerini gizlemek için, mücadele edenleri bir maske olarak kullanan TEMA Karadeniz İsyandadır Platformu’nun yapmış olduğu bir basın açıklaması ile deşifre edildi. Okunan basın açıklamasının ardından sorulan sorular ışığında TEMA’nın sözde çevre kimliğinin ardındaki gerçekler dile getirildi.

Yıllardır çevreci yorumak üzerinden çalışmalar yaptığını iddia eden Türkiye Erozyanla Mücadele Vakfı (TEMA)’nın kurucu üyeleri arasında çok sayıda hidroelektrik santral (HES) yapan şirketin de olduğu ortaya çıktı. Bu duruma tepki gösteren Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP) aktivistleri Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nde düzenledikleri basın açıklaması ile çevreci gögürnen STK’lar ve HES yapan şirketlerin ilişkilerini gözler önüne serdi.

HES karşıtı mücadelenin kararlı oluşumlarından Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP) aktivistleri bugün, Makine Mühendisleri Odası’nda düzenledikleri bir basın açıklaması ile çevre ve doğa savunuculuğunu yapan STK’lar ile HES yapan şirketlerin ilişkilerini açıklayan bir basın açıklaması yaptı.

BASINA VE KAMUOYUNA 

Değerli basın emekçilerinin ve kamuoyunun bilgilerine sunarız… 

Bugüne kadar çevreci ve doğa dostu bilinen bazı oluşumlar, canı yanan köylüleri, mücadele eden yaşam savunucularını kendilerine paravan etmiş, doğa katili şirketleri aklama paklama ilişkilerini gizlemek için, mücadele edenleri bir maske olarak kullanmışlardır. 

Bizler yaşama sahip çıkanlar olarak, bu gidişattan memnun değiliz. Son günlerde yaşanan olaylar ile bu memnuniyetsizlik son noktasına ulaşmıştır. 

Şirket aklayan, sözde çevre ve doğa kuruluşlarını deşifreye başlıyoruz… 

Bugünse bu deşifrelerin en önemlilerinden olan TEMA Vakfı’nın Kastamonu Cide Loç Vadisi’ndeki Hidroelektrik Santral projesiyle ilişkilerine yoğunlaşacağız. TEMA Vakfı gibi büyük bir Truva Atının daha birçok deşifre çalışmasına konu olacağını belirtiriz. 

TEMA’nın sistemin kendi muhalafetini üretme ihtiyacına karşılık geldiği açıktır. Bizler buradaki toplumsal muhalefetin, tüm dünyada deşifre olmuş böylesi patron, düzen ve uzlaştırma yapılarının yollarına gelecek kolay lokma olmadığını şimdi bir kez daha göstermekle mükellefiz. 

Bu çıkışımız, Tema’nın artık iyice ticarete döktüğü müsamere tadında fidan kampanyaları ile gözlerini boyayıp, doğa katili patronların kirli ellerini yıkama operasyonlarınıza alet ettiği, doğa sevgilerini, duyarlılıklarını suistimal ederek mücadeleden düşürdüğü, pasifize ettiği yüzbinlerce gönüllü adınadır.    

*** 

Öncelikle TEMA gönüllüleriyle TEMA arasındaki ilişkiyi anlamak için, TEMA’nın yönetim şeklini inceleyelim. 

Devlet temsilcilerinden oluşan tabii üyeler hariç 40 kişiden oluşan TEMA mütevelliler heyeti yılda iki kez toplanarak TEMA’nın işleyişine aktif olarak müdahil olmaktadır. 

Bu heyetten birkaç bilinen ismi sizlerle paylaşalım: 

Cem Boyner,  Aydın Doğan, Faruk Eczacıbaşı, Rahmi Koç, Halis Komili,  Osman Kavala, Mustafa Balbay, Sabri Ülker, Fikret Evyap, Hüseyin Özdilek, Asım Kocabıyık, Nihat Gökyiğit. 

Biliyoruz, bu isimleri paylaştığımız andan itibaren, gazetelerinizde ve televizyonlarınızda bu basın açıklamasının haber olma ihtimali neredeyse yok gibi. Sizin de fark ettiğiniz üzere bunlar Türkiye’yi yöneten isimler. 

(Mütevelli Heyeti’nin tamamı 1 nolu ekte bulunmaktadır.) 

Şimdi devam edelim… 

TEMA’nın Yönetim Kurulu ise Mütevelli Heyeti’nin taşeronudur. Yönetim Kurulu üyelerinin, Mütevelli Heyeti ile aile ilişkileri olması ya da şirketlerinin çalışanları olması tesadüfi değildir. 

Mesela yönetim kurulunda olan Valide Gigin, yine mütevelli heyetinden tanıdığımız Nihat Gökyiğit’in kızıdır. 

Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince ise TEMA’nın hem yönetim kurulunda hem de mütevelli heyetinde bulunmaktadır. 

Buradan görüyoruz ki Mütevelli Heyeti TEMA’nın sembolik bir kurucu heyeti değil, aynı zamanda işleyiş ve idaresini biçimlendiren ve yürüten bir yapıdır. 

Bunu açıklıyoruz çünkü, Mütevelli Heyeti’nde bulunan isimlerle ilgili kaygılarımızı belirttiğimizde TEMA gönüllülüğü yapan arkadaşlarımızdan “Bu heyet semboliktir, TEMA üzerinde etkileri yoktur” gibi cümleler duymaktayız. 

Sizlerin de gördüğü gibi, Mütevelli Heyeti’nin Yönetim Kurulu üzerinde, Yönetim Kurulu’nun da tüm TEMA’nın işleyişi üzerinde oldukça fazla etkisi bulunmaktadır. 

Yerel gönüllülerin ve temsilcilerin yapacağı her türlü kamu açıklamasının yönetim kurulundan onay alması gerekmektedir. Bu da yönetim kurulunun yereller üzerindeki belirleyici etkisinin açık bir göstergesidir. 

Mesela pratik alanda bunu örnekleyelim: 

Bir TEMA gönüllüsü kendi yaşadığı bölgede herhangi bir doğa kıyımına karşı kamuoyunu bilgilendirme faaliyeti göstermek istediğinde bunu bölge temsilcisine bildirmek zorunda; temsilci de bunu yönetime bildirmeli ve ancak onaylanırsa bu bilgilendirme faaliyeti yapılabilmektedir. 

Samimi ve doğayı seven herhangi bir TEMA gönüllüsü, bir doğa katliamına müdahil olmak istediğinde, yönetim izni olmadan bununla ilgili bir halk bilgilendirmesi bile yapamamaktadır. 

Israrla anlatmaya çalıştığımız şey TEMA içerisinde yaşamı savunan on binlerce gönüllünün TEMA mütevelli heyeti başta olmak üzere yönetim kurulu ve alt organlarının onayı olmadan herhangi bir faaliyet gösteremediğidir. 

*** 

TEMA’dan biraz bahsettikten sonra, bugünkü açıklamamızın en önemli unsuruna değinmeye başlayalım. 

Sizlerin de bildiği üzere Kastamonu Loç Vadisi köylüleri yaklaşık iki yıldır dereleri Devrekani Çayı üzerinde yapılmak istenen Cide HES’e karşı ciddi bir direniş göstermektedirler. 

Bu direnişi biraz anımsamak gerekirse, köyde HES’in kurulacağı yere Loç Köylülerinin öncülüğünde, gelen dayanışmacılarla birlikte aylarca çadırlar kurularak nöbet tutulmuştur.  

Bu nöbetler esnasında inşaatı başlatmak üzere gelen vinçler adeta sürülerek bölgeden çıkarılmış, yine işi yapacak olan işçiler için kurulacak şantiyeler yapımında şirket çalışanları ve güvenlik güçleriyle birçok kez karşı karşıya gelinmiştir. Bu dönem boyunca her haftasonu İstanbul’dan otobüsler kaldırılarak nöbete dayanışmaya gidilmiştir. 

İstanbul’da ise Cide HES’i yapan ORYA enerjinin Karaköy’deki binası önüne defalarca kitlese yürüyüşler yapılmış, tüm bu gelişmelerin yanısıra şirketin her türlü yasadışı uygulaması davalar açarak mahkeme süreçleri başlatılmış, bu girişimleri çoğu etkisiz kalıp şirket vadideki talanını sürdürünce Loç Vadililer İstanbul’daki şirket binası önünde bir oturma eylemi başlatmışlardır. 

28. gününe kadar her gün karda kışta yağmurda bekleyen köylüler ülke çapında gündeme oturmuşlar, bunun da önemli bir etkisiyle mahkemeler şirket aleyhine yürütmeyi durdurma kararı vermişlerdir. 

Köylünün tüm bu direnişine karşı ORYA enerji de yasal ve yasadışı tüm uygulamalarla HES inşaatına devam etmiş, köyün telefon tellerini kesmiş ve HES karşıtlarını defalarca darp etmiştir. 

Bu kavga devam etmekteyken de şirket vadideki talanı sürdürmüş, on binlerce ağaç kesmiş, iş makineleriyle dere yatağına müdahale etmiştir.. ORYA, Küre Dağları Milli Parkı’nın tampon bölgesinde yer alan bu vadinin ve canlılarının yaşam dengesini alt üst etmiştir. 

Şirket ve köylüler arasındaki fiili kavga durumu bizim bu basın açıklamasını yapmamızdaki en önemli unsurdur. 

Çünkü bu talanı yapan, bütün bu saldırıları organize eden, ağaçları kesen, dere ve doğaya zarar veren şirketin ismi Orya enerjidir. Orya enerji ismi, şirketin sahibi Orhan Yavuz’un isminin ilk hecelerinden oluşmaktadır. 

Demin temanın Mütevelli Heyeti ve TEMA üzerindeki etkilerinden bahsederken kamuoyunun bildiği isimleri saydığımızı düşünüyorduk. Fakat bu heyetteki isimler arasında Küre Dağları Milli Parkı içindeki dünyanın en büyük kanyonlarından Valla Kanyonu’na ev sahipliği yapan Loç Vadisi’ni katleden şirketin patronu Orhan Yavuz da bulunmaktadır. 

Şimdi bu Orhan Yavuz’un TEMA’sının hidroelektrik santrallere nasıl baktığına bir göz atalım: 

TEMA kendi sitesinde yapmış olduğu açıklamalarda HES’lerle ilgili net bir yorum bile getirememiştir. Fakat kolayca görülebilir ki TEMA yöneticileri basına yaptıkları çeşitli açıklamalarda HES’lerin yenilenebilir veya temiz enerji olduklarını aleni bir şekilde dile getirmekten sakınmamaktadırlar. 

Mesela TEMA’nın Onursal Kurucu Başkanı Nihat Gökyiğit’in Artvin’deki baraj ve HES’lerin Temiz Enerji olduğuna dair daha geçen aylarda basına verdiği beyanatları bulunmaktadır. 

İşte bu da TEMA’nın kendi gönüllülerini ve kamuoyunu nasıl çarpık bilgilerle doldurduğunu ortaya koymaktadır. 

Çünkü HES’ler enerji politikaları içerisinde uygulanan projeler değil, suyun ticarileştirilmesini, su havzalarının ve toprakların şirketlere devredilmesini amaçlayan  projelerdir. 

TEMA HES’leri kasten bir enerji sorunu içerisinde ele alarak, bu gerçeğin üstünü örtmeyi amaçlamaktadır. 

Suyun ticarileştirilmesinin bir yolunun da suyu kapaklamaktan geçtiğini düşünürsek, bu manipülasyonu TEMA’nın kendine gelir kaynağı yarattığı alanlardan birinde görüyoruz:

Sakarya Sapanca’daki dereler üstünde fabrika kuran Revan Su şirketiyle TEMA’nın ortaklık yapmaktan hiçbir şekilde çekinmemesi, TEMA’nın HESleri neden sadece enerji meselesi dahilinde ele almak istediğinin somut bir örneğidir. 

 

Loç Vadililer ile ORYA arasındaki fiili kavga sürmekteyken ve TEMA’nın da HES’ler ve ORYA ile olan ilişkisi ortadayken TEMA’nın buradaki tarafı aşikardır. 

Loç Vadili köylülerin kavgalarına başlangıç sürecinde yardım istedikleri TEMAlıların hiçbir şekilde geri dönüş yapmaması, oturma eyleminin son günlerinde ise Kastamonu Cide’deki TEMA gönüllülerinin yoğun baskısı sonucunda Cide Loç Vadisi’ndeki HES katliamına karşıyız gibi tamamen muammalarla dolu bir açıklamayı internet sitelerine koymuşlardır. 

Taraflar bu kadar belirginken Orya’nın mağdur ettiği Loç köylüleriyle TEMA’nın yan yana gelmesi düşünülemez bile. 

Çağrıcıları arasında TEMA’nın da bulunduğu 24 Ocak “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” yürüyüşünde aynı vahim durumla karşı karşıya kalan birçok yerelden en belirgin bir diğer örnek de Erzurum Aksu Vadisidir. 

Buradaki mağduriyetin TEMA içerisindeki şirket tarafıysa, yukarıda da adı geçen Asım Kocabıyık’ın sahibi olduğu BORUSAN Holdingdir. BORUSAN Holding Aksu’da yüzlerce ağaç kesmiş binlerce balık öldürmüştür.

 

Bu yürüyüşe ismi izinsiz olarak yazılan Dersim Çevre Girişimi adını çağrıcı listesinden sildirmiştir. Aynı Borusan’ın Ovacık’ta Munzur Çayı üzerinde Bozkaya ve Kalepete barajları ve HES projeleriyle Dersim’i katletme projeleri göz önüne alındığında, Dersimliler’in de TEMA’yla birlikte yürümesi de zaten düşünülemezdi. 

Önemli bir ayrıntı da, TEMA’nın Tabiatı Koruma Yasasını engellemekle ilgili yürüyüşe katılmasını anlayamadık. TEMA bu yasanın geçmesini engellemek istiyorsa, Mütevelli Heyeti’ni devreye soksa yeterli olacaktır. 

TEMA patronlarının diğer icraatları arasında, Karadeniz insanının canını çok yakmış ve halen de yakmaya devam eden nükleer santrallerle ilgili ihalelere girmek, kıyıların nükleer atık çöplüklerine çevrilmesi programlarına ortak olmak da vardır. 

Karadeniz’in yeşiliyle mavi arasına asfalt döken Karadeniz Sahil Yolu’nu savunmak da yine nükleer sevgisiyle tanıdığımız TEMA’nın Kurucu Onursal Başkanı Nihat Gökyiğit’in meziyetlerindendir. 

*** 

Anadolu’da 2000’den fazla HES projesinin var olduğunu göz önüne alındığında, bu HES’lere karşı verilecek mücadelelerin altının boşaltılması, gerçeklikten uzaklaştırılması gibi misyonları üstlenmiş bu oluşumun deşifre edilerek mücadelelere yakınlaşmasını engellemek zorundayız. 

Bizler de biliyoruz ki sularımıza, topraklarımıza, doğamıza sahip çıkmak uğruna bugün yürütmek durumunda kaldığımız mücadelede Tema şirketlerin safındadır. Tema şirkettir, Tema şirketlerin bir maskesidir. Üstelik toprak sevgisi, doğa aşkı gibi kutsal kavramları alet ettiği, yüzbinlerin iyi niyetlerini sömürdüğü bu talancıları aklama ve cilalama gayreti, işbirlikçisi patronların doğrudan saldırılarından da daha tehlikelidir.

Sistemin kendisini berkitmek için ürettiği muhalif figür TEMA’nın bu uzlaşmacı, yaşamı yok eden şirketleri aklayıcı rolü hakkında bugüne kadar insanların kendi aralarında söylendiklerini bugün yüksek sesle söylemek Karadeniz İsyandadır Platformu’na düşmüştür. Sırtımızda yumurta küfesi, arkamızda sermayenin fonları yok. 

Bununla alakalı olarak daha farklı ve daha derinlemesine bilgilerle bu oluşumun ve benzeri diğer Truva Atı oluşumların deşifrelerini yapacağımızı buradan sizlerle bir kez daha paylaşarak basın açıklamamızı sonlandırmaktayız. 

Karadeniz İsyandadır Platformu

http://www.facebook.com/karadenizisyandadir
http://www.karadenizisyandadir.org/

TALAN YASALARI – Yusuf Gürsucu*

YEK (Yenilenebilir Enerji Kaynakları) adlı yasanın birkaç gün önce meclis gündemine geldi. İçeriğini anlamaya, neyi amaçladığını kavramaya çalışırken, ek bir önerge sunuldu: Koruma alanlarında (milli parklar, muhafaza ormanları, yaban hayatı geliştirme sahaları ve doğal sit alanları) yapılmak istenen enerji yatırımlarının önünü açan maddeler mecliste kabul edildi. Artık yaşam ve koruma alanlarımız, koruma kurullarının iki dudağı arasına girmiş bulunuyor. Tüm gelişmeler bize hükümetin sermaye savunuculuğu noktasında ne kadar başarılı ve bir o kadar da kararlı olduğunu bizlere gösteriyor.

Geçtiğimiz aylarda gündemimize gelen ve bir diğer yıkım yasası olan “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasası” henüz meclis komisyonlarında görüşülürken çıkarılan, bu YEK yasası, koruma alanlarımızın talanının ilk adımı olması açısından çok önemli bir gelişme. Burada çok ciddi ikili bir oyun oynanmakta olduğunu görmemiz gerekiyor. Bugün enerji yatırımlarını gerçekleştiren sermayenin, acil ihtiyaçlarını gerçekleştirmeye yönelik bir girişim olarak YEK yasasının hazırlandığını ve buna uygun değişiklikler yapıldığını görmekteyiz. Yasal anlamda HES projelerinin önündeki engelleri kaldırmayı ve mahkemeler yolu ile bu sürecin engellenmesinin önünü tıkamayı amaçladıkları anlaşılıyor.

Asıl hedefleri ve oyunun ikinci perdesi henüz kamuoyunda tartışılır hale gelmiş değil. Maden arama lisansları oyunun ikinci perdesini oluşturacak. Ülkemizin topraklarının yarısı, yanlış anlamadınız, ülkemiz yüzölçümünün yüzde 54’ünde maden arama lisanları dağıtılmış durumda. Maden lisansları, koruma alanlarımızın neredeyse tamamında olması, çıkarmak istedikleri “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma” yasanın mantığını bize anlatıyor. Daha önce dikkat çektiğimiz, Samsun’dan Artvin’e kadar 1500-2000 m yüksekliklerden “Turizm” yolları açma projelerini anımsamamızda yarar var. Burada asıl hedeflenen şeyin “Turizm” olmadığını, asıl amacın maden arama çalışmalarında karşılaşılan ulaşım sorununa çare arama girişimi olduğunu görebiliyoruz. Bugün Marmara’dan Ege kıyılarına, Akdeniz’den Karadeniz’e, Doğu – Güneydoğu ve İç Anadolu’ya kadar bütün dağlarımız, su havzalarımız, tarım alanlarımız madencilerin talanını beklemekte.

Artık yapabileceğimiz tek bir şey var; yaşam alanlarımızı sonuna kadar savunacak örgütlenmeler yaratmak. Mevcut hükümetin bu girişimlerinden vazgeçeceğini ya da bazı çevrelerin yaptığı gibi meclis komisyonlarında görüşmeler yaparak, hükümeti yapılan yanlıştan döndürmeye çalışmak tarzında yaklaşımların, çözüm olamayacağını artık herkes görmekte. Bize kalan tek bir çözüm var o da dişe diş mücadele…

(*) Doğader Yön. Kur. Üyesi http://dogader.org/

http://www.evrensel.net/haber.php?haber_id=80946

İlgili haberler:

https://ekolojiagi.wordpress.com/2011/01/06/milli-park-tabiat-parki-sit-ve-korunan-alanlar-sirketlerin-talanina-aciliyor/
https://ekolojiagi.wordpress.com/2011/01/06/kipten-veysel-erogluna-spontan-eylem-kanun-yalan-bakan-talan-hesleri-gecirtmeyecegiz/

KİP “Su ve Kadın” Söyleşisinde Derelerin Bekçisi Kadınlar Deneyimlerini Paylaştı

İSTANBU (DİHA) – “Su ve Kadın” başlığı ile düzenlenen forumda bir araya gelen Loç, Senoz ve Ardanuç Vadisi’nde dereler üzerinde kurulan Hidroelektrik Santrallere (HES) karşı direnen kadınlar, acısıyla ve tatlısıyla mücadele deneyimlerini paylaştı. Forumun en ilgi çekeni ise gürgen bastonu ile HES’çilere karşı direndiği için adı Gürgenli Nine’ye çıkan 86 yaşındaki Fatma Akyıldız oldu.

Karadeniz İsyandadır Platformu (KİP) tarafından düzenlenen “Su ve Kadın” forumda Karadeniz’de yapılan HES’lere karşı mücadeleyi ilk başlatan kadınlar bir araya geldi. TMMOB Mimarlar Odası Karaköy Şubesinde yapılan forumun modaretörlüğünü müzisyen Ayşenur Kolivar yaparken konuşmacı olarak Loç, Senoz Ardanuç Vadisi’nde mücadelenin fitilini ateşleyen Fatma Akyıldız (86), Nazime Yıldırım (70), Güler Marazoğlu (45) katıldı. Karadeniz’de kadınların mücadelesini anlatan sinevizyon gösterimi ile başlayan forumun açılış konuşmasını yapan Kolivar, belgesel çalışması için Karadeniz bölgesini gezmeye gittiğini ve bu şekilde Doğu Karadeniz kadınlarının doğayla kurdukları olağanüstü ilişkiyi fark ettiğini söyledi. Kolivar, “Özellikle Doğu Karadeniz’de yapılmaya çalışılan HES’lerin sahiplerine karşı kadınların yürüttüğü mücadelede kadınların doğayla olan o muhteşem bağı gördüm. Kadınlar kesilen ağaçlar için ağıtlar yakıp ağlıyorlar. Kadınların doğayla kurdukları ilişkiyi gördükçe benim mücadeleye olan inancım arttı” şeklinde konuştu.

‘HES köyümüze fenalık getirdi’

Daha sonra gürgen bastonu ile HES’çileri kovaladığı için adı Gürgenli Nine olarak anılan Senozlu Fatma Akyıldız (86) söz aldı. Akyıldız, “Bir sabah kalktım evimin önünde kocaman bir direk gördüm. Bağırdım çağırdım ağladım direği kaldırsınlar diye. Ama kimse beni dinlemedi. HES köyümüze fenalık getirdi, köyümüzü elimizden aldı, yaktı yıktılar. Ben o yüzden devletten davacıyım” şeklinde yaşadıklarını aktardı. Gürgenli Ninenin kızı Hatice Sukas ise, “Eskiden bir evde 11 kişi çok rahat geçinebiliyorduk. Ama şimdi iki kişi bile geçinemiyor. Şimdi yemeğimizden içeceğimizden mahrumuz, bahçelerde hiçbir şey yetişmiyor. Sağlığımızı istiyoruz. Köyde nefes almak istiyoruz. Köylerde artık dere kalmadı pınarlarımız kalmadı. Tabiî ki de isyanda oluruz” dedi.

‘Dereleri satıyorlar bizi susuz bırakıyorlar’

Artvin’in Ardanuç İlçesinin Ovacık Köyünden gelen Nazime Yıldırım (70) ise köyün eskiden daha güzel olduğunu tarımla geçimlerini yaptıklarını belirtti. Yıldırım, “Dereleri satıyorlar bizi susuz bırakıyorlar biz suyumuzu kimseye vermeyiz bunu herkes işitsin başbakanda işitsin. Tarımımızı suyla yapıyoruz, hayvanımıza su veriyoruz biz geçimimizi suyla sağlıyoruz. Biz köyde su olmadan bir şey yapayız. Bizim suyumuza ellemesinler. Bizim Artvin’imize ellemesinler Artvin bizimdir” diye konuştu. Kastamonu’nun Cide ilçesi Loç Vadisi’nde gelen Güler Marazoğlu ise, daha önce derelerde çamaşır yıkadıklarını abdest aldıklarını ama HES’lerden sonra bu ihtiyaçlarını karşılayamadıklarını söyledi.

(mtç/fk/ru)

SU ve KADIN / Songül Tuncalı – Feminist Kadın Çevresi

Karadeniz’de yürütülen HES karşıtı mücadelenin önde gelen eylemcilerinden olan kadınlar 9 Ocak 2011 Pazar günü Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi Konferans Salonu’nda Karadeniz İsyandadır Platformu tarafından düzenlenen “Su ve Kadın” başlıklı etkinlikte buluştular. Moderatörlüğünü Ayşenur Kolivar’ın üstlendiği etkinliğe konuşmacı olarak Senoz Vadisi’nden Gürgenli Nine ve Ayşe Sukas, Ardanuç’tan Nazime Yıldırım ve Loç Vadisi’nden Güler Marazoğlu katıldı.

Açış konuşmasında Karadeniz’de doğa ve kadın ilişkisine dair gözlemlerini paylaşan Ayşenur Kolivar konuşmasına, kendisi için içedönük, sessiz bir kent hayatını simgeleyen İzmit’in grisi ile tüm canlılığıyla hayatı taşıyan Doğu Karadeniz’in yeşili ve mavisi arasında bölünmüş olan çocukluğundan bahsederek başladı. Kadınların derelerle, kuşlarla, ağaçlarla türküleri aracılığıyla kurduğu özel, gizli ilişkiyi bir çocuk ilgisiyle gözlemleyen Kolivar, ilerleyen yaşlarda başka dünyalara açıldıkça Karadeniz coğrafyasındaki kadınların doğayla kurdukları ilişkinin farkını gördüğünü, bunu kendi sanatsal pratikleri aracılığıyla da taşımaya çalıştığını belirtti. Bu anlamda HES karşıtı pek çok etkinlikte bir araya geldiği kadınlarla suyun Karadeniz ve kadın için anlamı gündemli bir toplantıda yer almaktan mutluluk duyduğunu ifade ederek sözü anneannesinden sonra kendisine Karadeniz/doğa/su ve kadın konusunda güç ve ilham veren Gürgenli Nine’ye bıraktı.

Senoz Vadisi’nde elindeki gürgen sopasıyla HES’lere ilk karşı çıkan Gürgenli Nine yüzlerce yıllık ağaçlarının kesilmesiyle eskiden ona göre cennet olan köylerinde “yaşamak işinin bitti”ğinden dert yandı. Yaşamdan kastettiği insan ilişkileriydi elbet; bu tartışmaların insanları hem yerinden ettiğinden, hem de kalanları birbirine düşürdüğünden yakınıp “yıkılsın, viran olsun o direkler” sözleriyle isyanını dile getirdi.

Artvin Ardanuçlu Nazime Yıldırım, suyun tarım ve hayvancılıkta kendileri için ne kadar önemli olduğunun, derelerin satılmasıyla bu kaynakların yok olacağının altını çizdi; fakat mücadelelerindeki kararlılığını da şu sözleriyle dile getirdi: “Dereleri satıyorlar, bizi susuz bırakıyorlar. Biz suyumuzu satmayız, vermeyiz. Bunu herkes işitsin, Başbakan da işitsin, hepsi işitsin. Artvin’in suyu Artvin’e kalacak.”

Yirmi sekiz günlük bir direnişle Kastamonu İdari mahkemesi’nin Cide HES projesi için yürütmeyi durdurma kararı almasında payı olan Loçlu direnişçilerden Güler Marazoğlu sarı yazmasıyla katılmıştı etkinliğe. Marazoğlu, sularının alınmasında hiçbir şekilde fikirlerinin alınmadığını, suyla beraber ekinlerinin, meyvelerinin, ceviz ağaçlarının, her şeylerinin gittiğini, yok olan doğayla beraber bütün bir kültürün kaybolduğunu söyledi.

Gürgenli Nine’nin kızı, HES karşıtı aktivist Ayşe Sukas, Karadeniz’in gerçekten isyanda olduğunu, “Karadeniz isyanda” sözünün her şeyi kapsadığını belirterek sözlerine başladı. Önceden yöresine, köyüne hava almaya, nefes almaya, sağlığını bir nebze de olsa geri kazanmaya gittiklerini, fakat şimdi sudan, havadan mahrum kaldıklarını, her şeyden önce sağlıklarını istediklerini belirtti. Derelerin, ırmakların, pınarların kalmadığını, bunun yaşamı bitirdiğini, bu yüzden her yönden isyanda olduklarını ifade etti.

İzleyiciler arasında yer alan gazeteci Mehveş Evin de konuk konuşmacı olarak söz aldı. İlk kez 2010 yazında, HES’lerle ilgili olarak hazırladığı bir yazı dizisi için Karadeniz’e giden Evin, orada kadının doğayla ilişkisini yakından görme fırsatı yakaladığını ve direniş hareketinin ön saflarında kadınların yer almasını çok anlamlı bulduğunu ifade etti.

İzleyicilerden gelen görüş ve sorularla tartışma bölümünde zenginleşen etkinlik, daha sonra katılımcıların ve izleyicilerin tuluma eşlik eden isyankâr atma türkülerle oynadığı horonla son buldu.

http://www.feminisite.net/news.php?act=details&nid=841

KİP’ten Veysel Eroğlu’na spontan eylem: Kanun Yalan, Bakan Talan! HESleri geçirtmeyeceğiz!

Yenilenebilir Enerji Kanunu’nda yapılan değişikliklerle Milli Park, Tabiat Parkı, SİT ve Korunan Alanlarının şirketlerin talanına açılmasına karşı Karadeniz İsyandadır Platformu üyeleri, Habertürk’te canlı yayına katılacak olan Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nu spontan eylemleriyle protesto etti. Kanal önüne gelen platform üyeleri, güvenlik görevlileri tarafından ‘beklemek yasak’ gerekçesiyle engellendi. Engellemeye tepki gösteren yaşam savunucularıyla, güvenlik görevlileri arasında kısa süreli gerginlik yaşandı.

 

Kanalın özel güvenlik görevlileri görev alanları dışına taşarak sokakta eylemcileri darp etmeye ve görüntü almalarını engellemeye çalıştı. Görevliler eylemcilere “Balçiçek Pamir bugün hasta, program iptal oldu” dediği sırada, Balçiçek Pamir canlı yayında eylemden bahsediyordu.

 

Gerginliğin ardından, “Yasalarınız geçse de, HES’leri geçirmeyeceğiz” pankartı açan platform üyeleri, “Kanun yalan şirket talan, Karadeniz isyanda isyana devam”, “Veysel şaşırma dereleri taşırma” diye sloganı attı. Eylem, alkış ve sloganlarla sona erdi. (https://ekolojiagi.wordpress.com/2011/01/06/milli-park-tabiat-parki-sit-ve-korunan-alanlar-sirketlerin-talanina-aciliyor/)  

Program esnasında Veysel Eroğlu’ndan inciler:

 

– Barajlar 500-600 hatta 1000 yıllık ömürleri vardır.

– Fırtına vadisine güzel baraj olur.

– Bugüne kadarki en çevreci hükümet bizim hükümetimizdir.

– Allianoi’yi biz koruduk zaten zamanında.

– Hasankeyf için sanatçılardan fon alabiliriz.

Milli Park, Tabiat Parkı, SİT ve Korunan Alanlar Şirketlerin Talanına Açılıyor!

Hükümet, tüm yurtta büyük tepki gören Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu’yla yapamadığını, alelacele meclisten geçirdiği Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu’nda küçük bir değişiklikle yaptı. Böylece, koruma statüsü sayesinde HES’lerden bugüne kadar korunmuş tüm alanların koruma kalkanı ortadan kaldırılmış oldu. 

6094 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu’nda yapılan son değişiklik; Milli Park, Tabiat Parkı, Tabiat Anıtı ile Tabiatı Koruma Alanları’nda, Muhafaza Ormanları’nda, Yaban Hayatı Geliştirme Sahaları’nda, Özel Çevre Koruma Bölgeleri’nde ve Doğal SİT Alanları’nda Hidroelektrik Santrali (HES) inşaatları yapılmasının yolunu açıyor. 

Avukat Yakup Okumuşoğlu yasayla ilgili tepkilerini şöyle dile getirdi: 

”Vadilerimizin başına bir HES belası sardılar! Hatta bir değil, yüz değil, iki bin tane. Bir tarafta ‘suyu yutmuyoruz’ derken diğer tarafta dereleri kaynağından denize kadar borulara hapsedip vadileri kurutmaya çalışıyorlar. Milyonlarca ağacın kesilmesine göz yumdular. Yetmedi 2 bin yıllık Allianoi’yi çimentoyla kaplayıp kuma gömdüler. Vadiler yetmedi dağlara göz diktiler.

Maden Yasası’nı değiştirip binlerce maden ruhsatı verdiler, Planladıkları bu kanunlarla da dağları birilerine tahsis etmeyi planlıyorlar. Devasa taş ocaklari ile doğal alanları parçaladılar. Yetmedi güzelim bakir koyları, yaylaları imara açmaya çalışıyorlar. Ormanlarımızı yok edeceğini bile bile 2B kanunu çıkarmak için var güçleriyle uğraşıyorlar. Bu yıkıma dur diyenlerin sesini kısmak için vatan hainliğiyle, teröristlikle, lobici olmakla suçladılar.

Vadilere, eşine az rastlanır güzelliğe ve canlı zenginliğine sahip olduğu için SİT alanı statüsü veren Koruma Kurulu kararlarını mahkemeye vermekle tehdit ettiler. Hiçbiri yetmedi tüm korunan alanların statülerini ortadan kaldıracak tabiatı bozuk bir tabiat kanunu hazirlayip meclise sevk ettiler… Baktılar kanuna tepkiler büyüyor 28 Aralık akşamı mecliste bir avuç insan toplanıp SİT Koruma Statüsü’ne sahip alanları, milli park alanlarini HES inşaatlarına açan bir kanun değişikliği yapiverdiler.

Hem de o vadilere özel koruma statüsü kazandıran nitelikler kaç milyon yılda oluştu hiç düşünmeden, birkaç dakika içinde… Sonra da kanun değişikliğini HES’ler için değil doğayı korumak için yaptıklarını söylüyorlar. Hukuku kanun yapmaktan ibaret zannediyorlar. Yıktıkları bölgelerde yaşayan halkın tabiatı ve yaşam hakkını koruma iradesi ve gayretini yok sayıyorlar.

Anadolu’nun bu yıkım planlarina sessiz kalacağını zannediyorlar. Çok yanılıyorlar. Bu topraklardaki yaşamı tırnaklarıyla kaziyarak var eden halk elbet bu haksızlığa uygun bir cevap verecektir.Yaşam alanlarını, ve kültürünü korumak için bu rant yaratma hırsınıza elbet dur diyecektir.”

“Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un Doğa Katliamlarının Önünü Açan Maddeleri

Kanun No. 6094  
Kabul Tarihi: 29/12/2010 

MADDE 1- 10/5/2005 tarihli ve 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (8), (9) ve (11) numaralı bentleri aşağıdaki şekilde değiştirilmiş, birinci fıkraya aşağıdaki bentler ve maddeye aşağıdaki fıkra eklenmiştir. 

“8.Yenilenebilir enerji kaynakları (YEK): Hidrolik, rüzgâr, güneş, jeotermal, biyokütle, biyokütleden elde edilen gaz (çöp gazı dâhil), dalga, akıntı enerjisi ve gel-git gibi fosil olmayan enerji kaynaklarını,”  

“11.Bu Kanun kapsamındaki yenilenebilir enerji kaynakları: Rüzgâr, güneş, jeotermal, biyokütle, biyokütleden elde edilen gaz (çöp gazı dâhil), dalga, akıntı enerjisi ve gel-git ile kanal veya nehir tipi veya rezervuar alanı onbeş kilometrekarenin altında olan hidroelektrik üretim tesisi kurulmasına uygun elektrik enerjisi üretim kaynaklarını,”  

MADDE 5- 5346 sayılı Kanunun 8 inci maddesinin üçüncü fıkrasının ilk cümlesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş, maddenin sonuna aşağıdaki fıkralar eklenmiştir. 

“Milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı ile tabiatı koruma alanlarında, muhafaza ormanlarında,  yaban hayatı geliştirme sahalarında,  özel çevre koruma bölgelerinde ilgili Bakanlığın, doğal sit alanlarında ise ilgili koruma bölge kurulunun olumlu görüşü alınmak kaydıyla yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesislerinin kurulmasına izin verilir. “

MADDE 4- 5346 sayılı Kanuna 6 ncı maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki maddeler eklenmiştir.

“Muafiyetli üretim

Madde 6/A- 4628 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin üçüncü fıkrası kapsamında kurulacak yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesisleri için başvuru yapılması, izin verilmesi, denetim yapılması ile teknik ve mali usul ve esaslar, Bakanlık, İçişleri Bakanlığı ve DSİ’nin görüşleri alınarak EPDK tarafından çıkartılacak bir yönetmelikle düzenlenir. Hidroelektrik üretim tesisleri için su kullanım hakkının verilmesine, DSİ’nin ilgili taşra teşkilatının su rejimi açısından üretim tesisinin yapımında sakınca bulunmadığına ve bağlantının yapılacağı dağıtım şirketinden dağıtım sistemine bağlantı yapılabileceğine dair görüş alınmak kaydıyla, tesisin kurulacağı yerdeki il özel idareleri yetkilidir.”

http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k6094.html
http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/kanunlar_sd.durumu?kanun_no=6094
TBMM Tutatakları:
http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem23/yil5/ham/b04401h.htm

 

 

Hidroelektrik Santrallerin Çevresel Etkileri – Emine Girgin

Akarsular; yer altı ve yerüstü sularını beslemesi, mineral ve oksijen taşıması işlevleriyle hayati öneme sahiptirler. Her akarsu geçtiği yerden çözdüğü mineralleri, atmosferden çözdüğü ya da sudaki kimyasal ve biyolojik süreçlerden açığa çıkan oksijeni içindeki ve etrafındaki canlıya taşıyarak yaşamın devamlılığını sağlar. Ancak suyun kaynağından alınması, yeraltından çekilmesi, akarsu üzerine hidroelektrik santral yapılması gibi suyun akışını kesen ya da akarsuyun yönünü değiştiren müdahaleler suda yaşayan mikroorganizmalardan akarsu yakınında yaşayan insanlara kadar tüm canlıları olumsuz etkilemektedir.

Hidroelektrik santraldeki su alma yapısı (Resim 1) ya da çelik su borusunun geçtiği yerlerde kayma olmaması için yapılan duvar (Resim 2) gibi betonarme yapılar ile yol inşası için gerekli kum ve çakıl akarsu yatağından ve orman alanlarında açılan taş ocaklarından elde edilmektedir. Akarsu yatağından kum ve çakıl çıkarılması sonucu suyun bulanıklığı artar, çözünmüş oksijen miktarı azalır ve organik atıkların parçalanmasını sağlayan mikroorganizmaların aktiviteleri yavaşlar. Kum ve çakıl elde etmek için orman alanında taş ocakları açılması ya da hidroelektrik santral çevresindeki ağaçların kesilerek yol açılması nedeniyle orman alanları tahribatı yapılmaktadır. Ayrıca taş ocaklarında patlayıcı kullanılması, yeryüzü katmanının ve suyun akışını geciktiren yer altı kayaçlarının tahribatına neden olmakta, patlamalar bölgede yaşayan canlıları yerinden etmektedir.

Hidroelektrik santral inşası sırasında oluşan hafriyat atıkları, çalışanların faaliyetlerinden kaynaklanan evsel nitelikli atıklar, kullanılan ekipman ve malzemeden kaynaklanan endüstriyel nitelikli atıklar ve kazı, doldurma, taşıma, boşaltma ve inşaat sırasında çıkan toz emisyonları hem akarsu hem de orman alanları için kirletici unsur, bölgede yaşayan tüm canlılar için de tehlike oluşturmaktadır.

Akarsuların doğal akış ve yapısının değiştirilmesi ile su kalitesi bozulacağı ve su miktarı azalacağı için, mikroorganizmalardan balıklara kadar suda yaşayan tüm canlıların, hayvanlardan tarım ürünlerine kadar karada yaşayan tüm canlıların yaşamı tehlikeye girmekte, doğal yaşam ortamları yok olan bazı türlerin nesli tükenmektedir.

Akışına müdahale edilen akarsular kıyılardaki deltalarına tortu taşıyamamakta, buna bağlı olarak tortularla taşınan besin maddeleri de deltalardaki ve denizlerdeki canlılara ulaşamamaktadır. Ayrıca deniz kıyısı kara yönünde ilerleyerek deltaların erimesine neden olmaktadır. Besin maddelerine ulaşamayan canlılar yaşamlarını sürdürememekte, suyun aşındırıcı etkisi tarım faaliyetleri başta olmak üzere deltadaki tüm geçim kaynaklarını tehdit etmektedir.

Hidroelektrik santral suyu havzanın irtifası yüksek noktalarında tutarak, havzanın aşağı kesimlerine olan su akışını azaltmaktadır. Bu durumda, havzanın orta kesimindeki yeraltı suları aşırı derecede azalmakta ve bazı durumlarda sulak alanlar tümüyle kurumaktadır. Ülkemizde son 40 yıl içerisinde toplam sulak alanların yaklaşık yarısı olan 1,3 milyon hektar sulak alan ekolojik özelliğini yitirmiştir.

Suyun tutulduğu baraj gölünde buharlaşma nedeniyle sudaki tuz ve minerallerin miktarı artmakta, akarsudan göle geçişte su hızı, difüzyon ve oksijen alma kapasitesinin düşmesine bağlı olarak doğal temizleme kapasitesi düşmektedir. Su kalitesinde meydana gelen değişimler sucul canlı yaşamını değiştirmekte, göl ötrofikasyon sürecine girerek barındırdığı tüm canlı yaşam için yok olma tehdidi oluşturmaktadır.

Baraj gölünün yüzey alanı itibariyle nehre göre daha geniş olması ve buharlaşmanın artmasıyla bölge ikliminde değişim gözlenmektedir. Havadaki nem oranı artmakta ve hava hareketleri değişmekte, sıcaklık, yağış, rüzgar olayları farklılaşmaktadır. Ayrıca bölgede yapılan ağaç kesimleri de iklimsel değişikliklere diğer bir sebep olarak gösterilebilir.

Doğal ortamdaki akış miktarı ekosistemdeki canlıların göç zamanlarının belirlenmesi açısından birer göstergedir. Sudaki yaşam için önemli olan bu doğal akış değerleri hidroelektrik santral yapımından sonra ekolojik değerini yitirmekte ve canlıların hareketliliğinin düzeni bozulmaktadır.

Akışına müdahale edilen akarsuya atıksu girişi olduğunda; akarsu, atıksu içindeki organik maddelerin biyolojik olarak parçalanamaması nedeniyle atıksu akarı haline gelir. Atıksu akarı ise, yer altı suyuna atıksu karışması, atıksu içindeki ağır metaller gibi inorganik kirleticilerin dere yatağındaki dip çamurunda birikmesi, bölgede yaşayan canlılar için toksik etkide olabilecek kirleticilerin kuruyan dere yatağından rüzgar ile taşınması risklerini oluşturmaktadır.

Hidroelektrik santraller balıkların göç yollarını tıkayarak nehirlerdeki biyolojik hayatı etkilemektedir. Balıkların % 25’i su alma yapılarından geçmeyi başaramamakta, nehirdeki balık miktarı büyük oranda değişmektedir. Dünyada sayısı 9000’den çok olan tatlı su balığı türünün % 20’den çoğunun soyu, son yıllarda tükenmiştir ya da tükenmek üzeredir.

Sulama amacını da içeren baraj projeleri su kaynaklı hastalıkların yaygınlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Sulama sistemleri parazit, humma ve sıtma gibi hastalıklar yapan canlılar için uygun ortam oluşturmakta ve bu ortam milyonlarca insan ve hayvan için tehdit oluşturmaktadır. Mevsimsel yağışlara bağlı tarımın oluşturduğu sümüklüböcek-sistosom paraziti ve insan arasındaki denge bozulmuş, sulama projelerinin gerçekleşmesiyle uygun yaşam ortamına kavuşan sümüklüböcek popülasyonundaki artışla beraber sistosomiyasis hastalığına yakalanma riski de artmıştır. Ayrıca baraj göllerinde yaşayan balıklarda cıva zenginleşmesi de bu balıklarla beslenenlerde sağlık sorunları ortaya çıkarmaktadır.

Su ile taşınan toprak ve besin azaldığı için tarım toprakları yeterince beslenememektedir. Ayrıca sulama amacıyla uygulanan projeler, tuzluluk ve alkalinler yüzünden toprak veriminin azalmasına ve verimli tarım arazilerinin kaybedilmesine sebep olmaktadır.

Suların kullanılmak üzere yeryüzüyle buluşmadan ortamdan borularla uzaklaştırılması, yer altı sularının beslenememesi sorununu ortaya çıkarmaktadır. Sonuçta sular kuruyacak, nem azalacak ve ortamdaki canlılar yok olma tehlikesiyle karşılaşacaktır.

Hidroelektrik santraller birçok insanın yaşamını sürdürdüğü vadilerden göç etmelerine neden olmaktadır. Artvin örneğinde olduğu gibi santrallerin yapılmasıyla birlikte yörede yaşanan susuzluk nedeniyle halk bölgeden göç ederken, insansızlaştırılan yörede madencilik faaliyetleri hız kazanmaktadır. Dünyada baraj yapımı için bugüne kadar 40-80 milyon kişi göç etmek zorunda bırakılmıştır.

Sonuç olarak hidroelektrik santral bulunduğu bölgede yaşayan tüm canlılara sağladığı yararla kıyaslanamayacak ölçüde zarar vermekte, suların kuruması, doğal yaşam ortamlarının yok olması gibi telafisi mümkün olmayan etkiler bırakmaktadır.

Emine GİRGİN
ÇMO İstanbul Şubesi YK Sekreter Üye

Kaynak: Ölçü dergisinin aralık 2010 tarihli özelleştirmelerin sonuçları: enerji dosyasına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://ikkistanbul.org/olcu/2010/webicin_icsayfalar.pdf

Köprü Talan, Kanun Yalan, İsyana Devam! KİP Tabiatı Talan Yasası ve 3. Köprüye Karşı Kadıköydeydi

Karadeniz İsyandadır Platformu, 26. Aralık’ta “Köprü Talan, Kanun Yalan, İsyana Devam!” pankartı ile Loç, Macahel, Hemşin, Bartın Platformu, Trabzon Araklı, Çoruh Aksu, Şavşat Papart ve Çayeli Senoz Vadileri ve yaşam savunucularıyla derelerin, doğanın ve yaşamın talanına karşı Kadıköy’deydi…

http://www.facebook.com/karadenizisyandadir
http://www.karadenizisyandadir.org/
karadenizisyandadir@gmail.com

3. Köprü Yerine Yaşam Platformu’nun Kadıköy mitinginde, “3. köprüye hayır” denildi. HES’lere, termik santrallere, kentsel dönüşüm projelerine karşı dereleri, konutları ve yaşam alanlarını savunmaya geldiklerini söyleyen binlerce kişi, “Ormanıma, suyuma, mahalleme dokunma” dedi.

İSTANBUL- İstanbul’a yapılmak istenen 3. köprüye karşı İstanbullular, Kadıköy’de buluştu. Mitinge, Karadeniz, Sinop Gerze ve Bursa’dan da katılım sağlandı. Tepe Nautilus önünde toplanan çevreciler, buradan Kadıköy Meydanı’na yürüdü.

Yürüyüş sırasında sık sık “3. köprünün mimarı olmayacağız”, “AKP elini boğazımdan çek”, “Dereler özgürdür, özgür akacak”, “3. köprü cinayettir”, “Termiğe inat yaşasın hayat”, “Kentsel dönüşüme hayır” sloganları atıldı.

Mitinge, Karadeniz İsyandadır, Loç Vadisi’ndeki HES’lere karşı mücadele eden Sarı Yazmalılar, TMMOB, KESK, Derelerin Kardeşliği Platformu, İstanbul Tabip Odası, ESP, ÖDP, EMEP, SDP, Halkevleri, yöre dernekleri, Ayazma mağdurları, Gülsuyu-Gülensu Yaşam ve Dayanışma Merkezi, Konut Hakkı Koordinasyonu, Direnişin Ritmi, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun da aralarında bulunduğu çok sayıda kurum katıldı. Mitingte, İlkay Akkaya, Bandista, Vova Müzik Grubu ve Hilmi Yarayıcı da yer aldı.

Mitingde, 3. köprüye karşı çıkılmasının yanı sıra, hidroelektrik santraller, termik santraller, kentsel dönüşüm projelerine “hayır” denildi. Doğayı, su havzaları ve ormanları, sermayenin hizmetine sunan, halkın yaşam alanlarını elinden alan düzenlemelere izin vermeyeceğini haykıran binlerce kişi, sermayenin çıkarları doğrultusunda yaşama geçirilmek istenen bütün projelere karşı mücadele edeceklerini söyledi.

AKP’Yİ UYARIYORUZ

3. Köprü Yerine Yaşam Platformu Sözcüsü Kader Cihan, “Suyumuza, ormanımıza, toprağımıza, evimize ve emeğimize göz koyanlara karşı, İstanbul’u ve yaşamı savunmak için bir araya geldiklerini” söyledi. Cihan, “Şimdi burada, daha çok kısa bir zaman önce, faili meçhul bir cinayete kurban edilen Haydarpaşa Garı’nın tam karşısında, aynı ortak davayı savunmak için birlikteyiz” dedi.

3. köprünün yapılmasının sel felaketlerinin artması, su havzalarının ve havanın kirlenmesi, kentsel yıkımın hızlanması anlamına geleceğine dikkat çeken Cihan şunları söyledi: “AKP iktidarını, rant çevrelerini ve onların borazanlarını buradan bir kez daha uyarıyoruz: Kentleri, doğayı ve yaşam alanlarını katledenler de; İstanbul’a karşı yeni cinayetler planlayanlar da, insana ve yaşama karşı, suç üstüne suç işleyenler de sizlersiniz! Bizler, yaşam savunucuları olarak, bu suçlar karşısında, insanın ve doğanın, en temel haklarını inatla savunmaya devam edeceğiz. 3. köprü yerine yaşamı, 3. köprü yerine toplu, parasız, kamusal ulaşım hakkımızı, 3. köprü yerine ormanlarımızı ve suyumuzu, 3. köprü yerine İstanbul’u savunacağız.”

3. KÖPRÜDEN VAZGEÇİN

İstanbul halkının sesine kulak verilmesini ve 3. köprü projesinden vaz geçilmesini isteyen Cihan şöyle konuştu: “Kentsel yıkıma ve rantçı inşaat şirketine karşı, 33 haftadır sokakta direnen Ayazma halkından, kırsal yıkıma ve katliamcı HES şirketine karşı, 20 gündür sokakta nöbet tutan sarı yazmalı teyzelere uzanan direniş kardeşliğimizi büyüteceğiz. İstanbul’un Karadeniz kıyısındaki Sarıyer ve Beykoz ilçelerinden, Karadeniz sahil yolunun en ucundaki Hopa’ya, Munzur’dan Rize’ye uzanan ortak mücadelemizi daha da geliştireceğiz. 3. rant köprüsüne karşı yükselttiğimiz mücadeleye, İstanbul’u ve yaşamı savunmak için hep birlikte sahip çıkacağız.”

SESİMİZİ BİRLEŞTİRELİM

TMMOB Genel Başkanı Mehmet Soğancı, derelerin, ormanların, sit alanlarının satılmasına izin vermeyeceklerini ifade etti. Soğancı, “Sinop’ta direnenler sesini, Karadeniz’de direnenler sesini, Alevilerin, Kürtlerin, barınm hakkı için direnenlerin sesiyle birleştirmeliyiz. Sloganımız tektir, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz” şeklinde konuştu.

SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİ HALKI YOKSULLAŞTIRIR

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu adına söz alan Prof. Dr. Beyza Üstün, 3. köprünün İstanbul’un su havzalarını ve kuzey ormanlarını tehdit ettiğini söyledi. Alibeyköy Barajı başta olmak üzere birçok barajın yapılaşma nedeniyle kirleneceğini ve kullanılamak hale geleceğini kaydeden Üstün, “3. köprü projesi, ormanların, suyun, havzaların sermayenin hizmetine sunulmasıdır. Bu doğanın yıkımıdır. Suyun ticarileştirildiği her yerde halkın yoksullaşmasıdır” dedi.

KENTSEL RANTA İZİN VERMEYECEĞİZ

Topkoparan Derneği Başkanı Ömer Kirişçi, Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen rant planına karşı mahallelerinde kurdukları derneklerle direndiklerini anlattı. Kirişçi, depreme önlem almak adı altında, yoksulların barınma hakkının ellerinden alındığına dikkat çekti.

Konuşmaların ardından Loç Vadisi’ne kepçelerle girildiği, baraj inşaatının yeniden başladığı duyuruldu. Buna kitle “Loç Vadisi darda, herkes isyanda” sloganı ve ıslıklarla tepki gösterdi.

Miting, İlkay Akkaya ve Bandista’nın müzik dinletisinin ardından sona erdi.

Alıntı: ETHA


 

İstanbul boğazında yapımı planlanan 3. köprüye karşı Kadıköy Meydanı’nda bir araya gelen binlerce yaşam alanı savunucusu “3. Köprüye Hayır” dedi.

İstanbul Boğaz Köprüsü’nde yapılması kararlaştırılan 3. köprünün orman ve doğa katliamına neden olacağını belirten çevre örgütleri tarafından oluşturulan, ‘Üçüncü Köprü Yerine Yaşam Platformu’ Kadıköy İskele Meydanı’nda miting düzenledi. Mitinge aralarında Karadeniz İsyandadır Platformu, Loç Vadisi’ndeki HES’lere karşı mücadele eden Sarı Yazmalılar, İstanbul Tabip Odası, TMMOB’a bağlı odalar, Derelerin Kardeşliği Platformu, Munzur Koruma Kurulu, Halkevleri, İklim ve Adalet Koalisyonu, ÖDP, BDP, ESP, TKP, yöre dernekleri, siyasi partiler ve meslek örgütlerinin bulunduğu binlerce kişi katıldı.

ORMANIMA SUYUMA MAHALLEME DOKUNMA

Tepe Nautilus alışveriş merkezinin önünde saat 13.00’te toplanan gruplar, “Köprü değil insanca yaşam”, “Harami Topbaş İstanbul’dan defol”  ,” Ormanıma, Suyuma, Mahalleme Dokunma” sloganları eşliğinde İskele Meydanındaki miting alanına yürüdü.

“Üçüncü köprü çözüm değil”, “İstanbul’un yağmalanmasına hayır, haramin saltanatını kıyacağız”, “Uzlaşma yok isyan var”, “Şirket talan kanun yalan, isyana devam”, “Köprü değil sağlık yaşam”, “Ya ekososyaliszm ya barbarlık”,  pankartları ve “Üçüncü köprüye hayır”, “Rant köprüsüne hayır”, “Yağma canavarına hayır” dövizleri taşındığı miting oldukça renkli görüntülere sahne oldu.

‘3. KÖPRÜ YENİ BİR RANT KÖPRÜSÜDÜR’

3. Köprü Yerine Yaşam Platformu  adına ilk konuşmayı TMMOB Orman Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Kader Cihan yaptı. İstanbul’u, suyu, ormanı savunmak için bir araya geldiklerini söyleyen Cihan, “Bizim davamız boğazı, boğazlamak isteyen rantçılara karşıdır. İnsanı emeği ve yaşam alanlarını savunma davasıdır” dedi. 3. köprünün İstanbul’un elinde kalan son ormanları da yok edeceğini belirten Cihan , 3. köprünün yapılmasının sel felaketlerinin artması, su havzalarının ve havanın kirlenmesi, kentsel yıkımın hızlanması anlamına geleceğine söyledi.

‘DİRENİŞ KARDEŞLİĞİMİZİ BÜYÜTECEĞİZ’

3. köprü projesinden vazgeçilmesini isteyen Cihan şöyle konuştu: “Kentsel yıkıma ve rantçı inşaat şirketine karşı, 33 haftadır sokakta direnen Ayazma halkından, kırsal yıkıma ve katliamcı HES şirketine karşı, 20 gündür sokakta nöbet tutan sarı yazmalı teyzelere uzanan direniş kardeşliğimizi büyüteceğiz. İstanbul’un Karadeniz kıyısındaki Sarıyer ve Beykoz ilçelerinden, Karadeniz sahil yolunun en ucundaki Hopa’ya, Munzur’dan Rize’ye uzanan ortak mücadelemizi daha da geliştireceğiz. 3. rant köprüsüne karşı yükselttiğimiz mücadeleye, İstanbul’u ve yaşamı savunmak için hep birlikte sahip çıkacağız.”

‘SESİMİZİ BİRLEŞTİRMELİYİZ’

Kader Cihan’ın ardından konuşan TMMOB Genel Başkanı Mehmet Soğancı, 3. Köprünün tüm Marmara Bölgesine zarar vereceğini belirterek buna izin vermeyeceklerini söyledi. Soğancı, “Sinop’ta direnenler sesini, Karadeniz’de direnenler sesini, Alevilerin, Kürtlerin, barınma hakkı için direnenlerin sesiyle birleştirmeliyiz. Sloganımız tektir, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz” dedi.

Edip Akbayram, Tarık Akan, İlkay Akkaya, Aytaç Arman, Rutkay Aziz, Sevinç Erbulak, Fuat Saka,Ezginin Günlüğü, Moğollar, Arif Sağ, Emre Saltuk, Onur Akın, Suavi, Vedat Türkali ve Eşber Yağmurdereli gibi birçok sanatçının destek verdiği miting İlkay Akkaya ve Bandista’nın müzik dinletisi ile sona erdi.

EmekDunyasi.Net

Bilirkişi Raporu: Loç’ta HES projesi katliam demektir…

İSTANBUL (DİHA) – Cide’ye bağlı Loç Vadisi’nde yapılmak istenen Hidroelektrik Santral’in (HES) yapım alanında incelemelerde bulunan Kastamonu İdare Mahkemesi Bilirkişi Heyeti, projenin Uluslararası Bio Çeşitlilik, Avrupa Peyzaj ve Ramsar Sözleşmeleri’ne uygun olmadığı ve yapıldığı yer dolayısıyla projenin ekosistemin bütünlüğüne zarar vereceğini tespit etti. 

Kastamonu’nun Cide’ye bağlı güzellikleri ile ünlü Loç Vadisi’nde ORYA Enerji -Ümran Boru tarafından yapılması planlanan HES projesine karşı şirketin İstanbul’daki merkezi önünde köylüler ve yaşam alanı savunucularının başlattığı eylem 17. gününe girdi. Loç Vadisi’nin simgesi olan sarı yazmalarla kadınların ağırlıkta olduğu eylem devam ederken bu gün şirket önünde basın açıklaması yapan çevreciler, Kastamonu İdare Mahkemesi Bilirkişi Heyeti’nin raporunu açıkladı. “Orya Enerji Loç Vadisi’nden Defol” yazılı pankartı açan grup “Cide HES gidecek huzur gelecek”, “Santral yapma boşuna yıkacağız başına”, “Loç Vadisi darda sarı yazma isyanda” sloganları attı. 

Grup adına ise basın açıklamasını okuyan Loç Vadisi Koruma Kurulu’ndan Fatoş Ay, raporu hazırlayan Bilirkişi Heyeti’nde İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Öğretim üyesi Dr. Ferhan Gökbulak, Sakarya Üniversitesi Biyoloji Öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Kenan Tunç ve aynı üniversitenin İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden Doç. Dr. İbrahim Yüksel yer aldığını hatırlattı. Ay, “Bilim heyetinin hazırladığı raporun sonuç bölümünde, ‘Cide HES projesinin yeri kesinlikle uygun değildir. Proje sahasının milli park alanı tarafından çevrili olmasına ilave olarak milli parkla aynı havza içerisinde ye almasa bile, projede yer seçiminin doğru olmadığını göstermektedir. Proje alanında yapılacak çalışmalarından kaynaklanan olumsuz etkilerin milli park alanını da etkileyeceği, havza ve mili parktaki ekosistem bütünlüğüne zarar vereceği kesindir” diye konuştu. 

Bilim heyetinin raporunun haklılıklarını ortaya koyduğunu ifade eden Ay, “Bilirkişi heyeti son noktayı koymuştur. Projenin yeri uygun değildir ve Küre dağlarını milli parkını olumsuz etkileyecektir. Bu projede uluslar arası sözleşmeler dikkate alınmamıştır” diye kaydetti. Ay, projenin Uluslararası Bio Çeşitlilik, Avrupa Peyzaj ve Ramsar Sözleşmeleri’ne uygun olmadığı ve yapıldığı yer dolayısıyla projenin ekosistemin bütünlüğüne zarar vereceğini tespit etti. 

Açıklama heyet raporunun açıklamasıyla son bulurken, oturma eylemini sürdüren Loçlular herkesi doğa katliamına karşı yanlarında olmaya çağırdı. 

(ek/fk/avt)

Loç Vadisi Koruma Platformu’nun 24 Aralık 2010 Cuma günü, İstanbul Orya Han önünde yaptığı basın açıklamasının tam metni:

LOÇ VADİSİ BASIN AÇIKLAMASI

Orya Enerji tarafından  Kastamonu CİDE LOÇ vadisinde yapılmak istenen CİDE-HES projesinin, vadimize büyük zararlar vereceği, hemen yanıbaşında bulunan Küre Dağları Milli Parkı ile bu parkın tampon bölgesi içinde bulunan ve ayrılmaz bir parçası olan LOÇ vadisindeki ekosistem bütünlüğünü bozacağı iddiaları  ile Kastamonu İdare Mahkemesi’nde açtığımız davada nihayet bilirkişi raporunu verdi. Haklılığımız bir kere daha ortaya çıkardı.

Kamuoyunun yakından bildiği gibi, davamıza ilk atanan bilirkişi heyeti, keşif incelemesi yapmak üzere Kastamonu’ya gelirken geçirdikleri bir trafik   kazası sonucunu hayatını kaybetmiş,  bu acı olay sonucunda İstanbul  Üniversitesi Orman Fakültesi’nde görevli Prof. Dr. Ahmet Hızal ve Prof. Dr. Asuman Efe ile İGDAŞ eski genel müdürü Prof. Dr. Necdet Aral yaşamını yitirmiş idi.Kendilerini saygı ve rahmetle bir kere daha anıyoruz.

Bu kaza nedeniyle mahkemenin  bilirkişi incelemesi yapması  zaman almış ve   Aralık 2009 ayında açtığımız davada bir yılı aşkın bir süre sonra, mahkeme tarafından  ikinci kere atanan bilirkişi heyeti raporunu  ancak verebilmiştir.Bu uzamayı fırsat bilen Orya Enerji firması inşaatı başlatmış ve  dere kenarında tuttuğumuz  nöbetlere rağmen doğa tahribatına devam etmiştir.

Kastamonu İdare Mahkemesi tarafından oluşturulan  yeni bilirkişiler,İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Öğretim üyelerinden Prof.Dr.Ferhan Gökbulak, Sakarya Üniversitesi Biyoloji Bölümünden Yard.Doç.Dr. Kenan Tunç ve aynı üniversitenin İnşaat Mühendisliği bölümünden Doç.Dr.İbrahim Yüksel’dir.Kastamonu İdare Mahkemesinin seçtiği  bilirkişi heyeti, ülkemizde bilimin sesini tarafsız, vakur  ve cesur bir şekilde duyuran bilim insanları olduğunu bir kere daha göstermiştir.

Bilim heyetinin  hazırladığı  raporun sonuç bölümünde “Cide Hes Projesini  yeri kesinlikle uygun değildir. Proje sahasının milli park alanı tarafından çevrili olmasına ilave olarak milli parkla aynı havza içerisinde yer almasa  bile, projede yer seçiminin doğru olmadığını göstermektedir. Proje alanında yapılacak çalışmalardan kaynaklanan olumsuz etkilerin milli park alanını da etkileyeceği, havza ve milli parktaki ekosistem bütünlüğüne zarar vereceği kesindir.” ifadeleri ile Cide-HES projesinin yerinin kamu yararına olmadığı tartışmaya yer bırakmayacak bir netlik ve açıklıkta belirtilmiştir.

Avukatımız Yakup Okumuşoğlu’nun Raporda bu tespitlerin yanısıra tespit  ettiği çok  çarpıcı ve haklılığımızı gösteren diğer görüşler  şöyledir:

-“Türkiye’nin de taraf olduğu Bio Çeşitlilik, Avrupa Peyzaj ve Ramsar sözleşmelerinin dikkate alınmadığı tespit edilmiştir.”

-“Projenin ekonomik yararları mutlaka olacaktır.Ancak, projenin tamamlanması durumunda uzun dönemde milli parkı içinde barındıran bir havzada çevreye yapacağı olumsuz etkilerle karşılaştırıldığında çok da büyük bir önem arzetmemekte  ve önemsiz kalmaktadır.Çünkü projenin ekolojik bakımından çevre üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler telafisi mümkün olmayan bozulmalar şeklinde ortaya çıkacaktır.Bu gibi önemli havzaların kamu yararı dikkate alınarak kullanılması asıl amaç olmalıdır”

-“Tennant metoduna göre sucul yaşamın optimum seviyede sürekliliğinin sağlanması için dere yatağına bırakılacak su miktarı toplam akımın %30 a varan  veya daha fazla olması ileri sürülmektedir.Projede önerilen can suyu miktarı özellikle yaz aylarında dere yatağının genişlediği yerlerde metodun ön gördüğü yeterli su akış hızı ve derinliği oluşturmayacaktır”

-“Devrakani Çayı havzası içerisinde bir milli parkın yer alması ve havza içerisinde yapılacak her türlü faaliyetinde bütüncül havza yaklaşımı anlayışına göre milli park üzerinde  de etkisi olacağı dikkate alındığında; taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler gereğince bu havzanın ekosistemin (vejetasyon ve yaban hayati birlikte) korunması, burada bozulmaya yol açacak her türlü faaliyetin engellenmesi gerekmektedir.”

-“Her ne kadar proje sahası milli park sahası olmasa da milli parkın koruma zonu kabul edilecek bir mesafe içerisinde yer almaktadır”

-“Proje sahasında bulunan bazı endemik türlerin başka yerlere transfer edilerek koruma altına alınacağı söylenmektedir.Bu durum doğru bir yaklaşım değildir ve transfer edilen bitkinin transfer edildiği ortama uyum sağlayıp gelişeceği garanti değildir.Böyle bir doğa yaklaşımı da bulunmamaktadır.”

Bilirkişi heyetinin İnşaat Mühendisliği bilim dalından gelen üyesi, dava konusu bu projenin çevre,orman, bitki, botanik, flora, fauna peyzaj vb.açısıdan olumsuz etkiler oluşturup oluştırmadığının kendi bilim alanı ile ilgili olmadığı gerekçesi ile diğer iki üye tarafından değerlendirilebileceği görüşü ile, ÇED süreci ve Raporu ile ilgili formatsal (şekilsel) olarak bir eksiklik görmediğini,  ama buna karşılık çevre,orman, bitki, botanik, flora, fauna peysaj vb.açısıdan olumsuz etkiler oluşturup oluşturmadığının diğer iki üye tarafından değerlendirilebileceğini ifade ederek, raporun altına imza atmamış ve rapor iki bilim insanının çoğunluk imzası ile oluşturulmuştur.

ŞİMDİ BEKLENTİMİZ;  bilirkişi heyetinin dava konumuzla doğrudan ilgili olan bilim dallarından  gelen üyelerinin hazırladığı çoğunluk görüşü esas alınarak, Cide LOÇ VADİSİ’nde  inşaatın hızla devam ettiği ve yargı sürecinin  bazı talihsiz olaylar sonucunda uzaması sonucunda, fiilen inşaatın ilerlediği ve telafisi imkansız sonuçların ortaya çıktığı, gecikilerek verilecek bir kararın  anlamsız  ve işlevsiz hale geleceği göz önüne alınarak,  davada esas hakkında bir karar verilinceye kadar ivedilikle dava konusu işlemin yürütülmesinin durdurulmasıdır.

CİDE-HES İÇİN BİLİRKİŞİ RAPORU SON NOKTAYI KOYMUŞTUR:“PROJENİN YERİ UYGUN DEĞİLDİR, KÜRE DAĞLARI MİLLİ PARKI’ nı  OLUMSUZ ETKİLEYECEKTİR”

“ULUSLAR ARASI SÖZLEŞMELER DİKKATE ALINMAMIŞTIR.”

Bilirkişi raporlarının  Cide Hes projesinin aleyhine çıkması üzerine panikleyen Firmanın Şantiyesinde çalıştırdığı personel ile Firmadan bağış aldıkları belgelenmiş muhtarımızla yerel bir gazete’de “Loç’lular Cide Hes’i istiyor” diye kamuoyu oluşturma çalışmalarını Gerçek Loç’lular olarak gülümseyerek takip ediyoruz.Kamuoyuna saygı ile duyurulur.      

LOÇ VADİSİ KORUMA PLATFORMU 24.12.2010

Loç Vadililer olarak haftaiçi her gün saat 18′e kadar ve Cumartesi günleri İstanbul’da şirket kapısına desteğe bekleriz: Sarı Yazmalarımızla Orya Han önündeyiz. Yer: Kabataş-Fındıklı, Meclis-i Mebusan Caddesi, no:19 Orya Han önü (Kabataş –  Tophane arasında tramvay yolu üstünde)

Orya Enerji-Ümran Boru’nun Loç Vadisi’nde sürdürdüğü HES katliamına karşı İstanbul’daki şirket önündeki oturma eylemimizin günlüğünü bu linkten takip edebilirsiniz: http://bit.ly/OturmeEylemiGunlugu

iletişim: locvadisiplatformu@gmail.com
http://www.locvadisi.com/
http://facebook.com/locvadisi
http://locvadisidireniyor.wordpress.com/

Dayanışma Çağrısı: Loç Vadililer HESçi Şirket Önünde Nobete Başladı, Desteğinizi Bekliyor!

Kastamonu Loç köylüleri, vadilerinde yapılmakta olan HES’e karşı ORYA Enerji’nin (ÜMRAN Boru) Kabataş’taki binası önünde oturma eylemine başladı: “Şirket hukuksuzca çalışıyor; doğa katliamı durana ve şirket gidene kadar eylemdeyiz. Destek için herkesi bizi ziyarete çağırıyoruz.”

Salıpazarı’da bulunan Orya enerji önünde basın açıklaması yapacağını duyuran Loç Vadisi Koruma Platformu üyeleri basın açıklamasının ardından “şirket topraklarımızdan gidene kadar buradayız” diyerek kaldırımlara oturdular.

Orya enerjinin Loç vadisinde yapmış olduğu inşaatın pek çok hukuk kurallarını hiçe sayarak ve imar izni olmadan başladığına  işaret etmek isteyen köylüler şirket önünde İmarsız taşınmaz olmaya geldik dediler ve oturma eylemine başladılar..

Bugünden itibaren köylüler ve destekçi kuruluşlarla hafta içi çalışma saatlerinde nöbetleşe oturma eylemini sürdürecekler…

Bu Feryada Kulak Verin…

CİDE’DEKİ LOÇ VADİSİ, ANADOLU’NUN KALBİ, DÜNYANIN EN BÜYÜK 4. KANYONUYLA GİZLİ CENNET… VE SU’LARI, ARAZİLERİ ORYA ENERJİ’YE SATILMIŞ DURUMDA! ANADOLU DARDA DOSTLAR! SİZİN KÖKLERİNİZ DE ANADOLU DEĞİL Mİ? SİZİN ATALARINIZI DA ANADOLU’NUN TOPRAĞI SUYU BESLEMEDİ Mİ YÜZYILLARDIR? BU FERYADI DUYAN VAR MI?

Loç vadisi öyle yeşildi ki… Köylünün, ineğin rızkını ‘kanuni’ kılıflarla donatıp Orya enerji’ye sattılar. Daha baraj yapılmadan, çöle döndürdüler binlerce yıllık türkülerin, geleneklerin, misafirperliğin, insanlığın; yani Anadolu’nun cenneti olan LOÇ VADİSİ’Nİ..”Anadolu yüreği” olanlar, dinleyin bu feryadı..

LOÇ’lu Muharrem Amca, doğduğu günden beri kuş ve horoz sesleri ile uyandığı sabahlara, LOÇ’a gelen enerji şirketinin dozerlerinin sesi ile, iç sızısı ve buğulu gözlerle uyanıyor artık. Üzerinde kırk yıllık kazağı, katıyor ineklerini önüne, artık otlarının çoğu betona ve şantiyeye çevrilmiş topraklarının hangi hakla kendisinden çalınıp o hale getirildiğine isyan edip, sessizce ağlıyor. Hala Anadolu iyiliği var üzerinde, kendi toprakları haksızca talan edilse de, artık mazi olmaya başlayan ve derelerimiz bitince tamamen yok olacak ANADOLU İYİLİĞİ ile şirket çalışanlarına her gün sesleniyor: “Sizler de benim yavrularımsınız. Benim çocuklarımı büyüttüğüm, topraklarımı mahvettiniz yavrularım. Artık gece gündüz uyku uyuyamıyorum. Bu su olmazsa, bu toprak olmazsa biz neyleriz yavrularım.

LOÇ’lu Habibe Teyze, “Benim bir mayışım (maaş) da yok, bir gelirim de yok. Tek gelirim bu topraklar. Sırtımda çocuğumu taşıdım, kesip köylüye sizden taraf olsun diye dağıttığınız ağaçlarımızın altına bıraktım bebelerimi. Şimdi beton ettiğiniz yerlerden ekip biçtiklerimle büyüttüm ben onları. Şimdi bana çıkıp diyor ki miyendiz, ‘senin arazin benim, paranı da yatırdım, çık git buradan!’. Ben mi sattım, ölsem satmam toprağımı, milyara değişmem toprağımı. Burada ölecektim ben, şimdi kahrımdan ölüyorum. Çekin gidin vadimizden!”

Loc Vadisi Koruma Platformu

http://www.locvadisi.com/
locvadisiplatformu@gmail.com
http://www.facebook.com/group.php?gid=306506228364
http://www.facebook.com/pages/LOC-VADISI/143313755683121

16 Mart 2009 tarihinden bugüne kadar Köyümüze yani LOÇ’a yapılmak istenen Cide Hes Projesine karşı mücadelemiz devam etmektedir. 

15 Aralık 2009 tarihinde 233 kişi ile Kastamonu İdare mahkemesine Yürütmeyi durdurma ve Çed iptal davası açtık. 

Mücadelimizde hukukun üstünlüğüne ve yasalarımıza güvendik. Haklı mücadelemizi duyurabilmek için  25 Nisan’da İstanbul Kadıköy’de Yaşam Mitingi, İstanbul’da, Cide de, Kastamonu’da kitlesel basın açıklamaları yaptık. Deremizin başında nöbet tutmak için çadırlar kurduk. 

Peki biz Loç’lular yasaya, hukuğa saygı duyar ve çare beklerken Ümran Boru Şirketi olan Orya Enerji neler yaptı? 

Dava süreci devam ederken iş makinalarını topraklarımıza soktu.

Şimdiden onbin yetişmiş ağacımızı kesti.

Hiçbir köylüye fikri sorulmadan, haber bile verilmeden acele el koyma adı altında topraklarımız kamulaştırıldı. Ama bize ne bir tebligat yapıldı. Ne de temyiz hakkı verildi.  

Kamulaştırma işlem süreci beklenmeden, yani daha tapularımız bizim elimizde iken iş makinaları ile arazilerimize girdiler. Cide Tapu Kadastro müdürlüğüne sorduk. Bu araziler kimin şu an diye? Yanıt geldi. Tapusu sizin elinizde, isterseniz ekip biçebilirsiniz. Tapumuzu göstererek iş makinalarını arazimizden çıkarılmasını istedik. Hakkımızda soruşturma açılan biz olduk. 

Köy meramıza şantiye binası yapmak istediler. Arazi köy tüzel kişiliğine ait. Bu arazi köy rızası olmadan kamulaşamaz diyor kanun dedik. Meramıza tonlarca metrekarelerce beton döktüler. Kolluk kuvvetleri tarafından arazimizden kovulan yine biz olduk. 

Orman içinden geçen yollarımıza girdiler.Tırlarımız geçecek yol açacağız dediler. Sorduk İl Özel idaresine izinleri yok dediler.Biz sorunca devletin kasasına 56 bin TL yatırdılar. 

Şimdi sorduk yine Bayındırlık Bakanlığına. Hes’ler için imar planına ihtiyaç  varmıdır diye? Yanıt geldi. İmar planı ihtiyacı vardır . Kastamonu Valiliğine sorduk. Orya enerjinin tarafınıza sunulmuş Cide Hes ile ilgili bir imar planı var mıdır? Yanıt geldi: Valiliğimize sunulan bir imar planı yoktur. İmar planı olmadan inşaat yapmak suçtur diye Cide Kaymakamlığına başvurduk. İnşaatın durması gerekiyor, gerekli işlemleri yapın dedik. Hiçbir hareket olmadı. 

Artık yeter diyoruz, yeter! Firmalar enerji elde ediyoruz diye topraklarımız hukuksuzca giriyor, kardeşi kardeşe düşürüyor, yasal işlemleri takip etmeden köylerimizde ellerini kollarını sallayarak çalışıyor. Köylü toprağına sahip çıkmak istediğinde itiliyor, dövülüyor, haklarında soruşturma açılıyor. Bu feryadımızı duysun artık en yetkililerimiz. 

Bu feryat yalnızca Cide Loç Halkının değil, vadilerinde hes yapılmak istenen tüm vadilerdeki halkın feryadıdır.  

Bizde Loç halkı olarak, Orya enerji vadimizden çıkıncaya kadar ,mahkeme süreci sonuçlanıncaya kadar, firmanın İstanbul’ daki  binasının önünde bekleyeceğiz.

Belki soğukta üşüyeceğiz, aç açık kalacağız.Belki de itilip kakılacağız. Ama yılmayacağız. Vadisine sahip çıkmak isteyen her köylü ile birlikte vadimizi geri kazanıncaya kadar bekleyeceğiz. Hergün burada olacağız. 

Loç Vadisi Halkı

 

Sarı Yazma İsyanda…..  

Türkiye’de 2000’e yakın büyük ve mikro ölçekli HES planlanmaktadır.

Vadimizde yapımı devam eden hidroelektrik santraller (HES), bölgelerdeki doğal ve kültürel yaşamı bir bütün olarak yok edecektir.

Vadimizde faaliyet gösteren şirket yasa – hukuk tanımamaktadır

Uzun tünellere alınacak olan dereler %10’luk can suyu denen miktarın bırakılması (bırakılmaması) ile dere yatakları kurutulacak doğanın dengesi bozulacaktır.

Bu projelerin esas amacı, enerji üretimi bahanesi ile, su kaynaklarının 49 yıllığına şirketlere devredilmesidir.

Kurulacak HES’ lerin ürettiği enerjiyi taşıyacak yüksek gerilim hatları yerleşim yerlerinin üstünden geçmekte;

Bu hatların lösemiye neden olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Dereler yaşamdır, dereler düğündür, dereler cenazedir, dereler ninnidir, dereler fıkradır; derelerin bir hikâyesi ve tarihi vardır. Eğer derelerin mavisini ağaçların yeşilini anlatacaksanız, derelerin hikâyelerini ve tarihlerini anlatırsınız. Karadeniz’in; derelerini, vadilerini rant kapısı olarak gören şirketler bizlere kültürel mirasımızı, tarihimizi unutturmak ve yok etmek istiyorlar.

Yaşam alanlarımız yasa hukuk tanımadan hoyratça müdahale edildiğinde, doğa hoyratça yağmalandığında, işte o zaman bizler için isyan vakti geldi demektir. Çünkü bizler ‘doğa’mızı kaybettiğimizde her şeyimizi kaybedeceğimizi bilmekteyiz.

Loç, İspir Aksu  İkizdere, Fındıklı, Fırtına, Papart,Yusufeli, Şavşat, Maçahel… bütün Karadeniz vadileri, nehirleri, Munzur, Muğla, Allianoi, Hasankeyf… ülkemizin tüm su havzaları, insanları tehdit altındadır.

Geri dönüşü mümkün olmayan doğa katliamına karşı

Dur demek için nöbetteyiz…

Sesimizi çoğaltın… Geleceğimizi elimizden almalarına izin vermeyelim…

http://www.locvadisi.com/
locvadisiplatformu@gmail.com
http://www.facebook.com/group.php?gid=306506228364
http://www.facebook.com/pages/LOC-VADISI/143313755683121

KİP Tabiatı Bozuk Yasaya ve Haydarpaşa Talanına Karşı Sokaktaydı: Kırsal ve Kentsel “Dönüşüm”e Son!

“Enerji ihtiyacı” bahanesiyle doğayı ve yaşamı yok eden projelerin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan Tabiat ve Doğal Çeşitliliği Koruma Kanunu’na karşı Karadeniz İsyandadır Platformu’nca bugün Taksimde bir basın açıklaması yapıldı.

Eylemde, bu yasa tasarısının doğayı koruyan değil onu yok edecek projelerin önünü açmayı amaçladığını ifade edilerek ‘şimdiye kadar doğayı tahrip eden, yaşamı yok eden tüm proje ve uygulamaların karşısında durduğumuz gibi bu yasa tasarısının da ve bu yasa tasarısından sonra önü açılacak olan proje ve uygulamaların da karşısında durup yaşamı savunacağımızı ve doğanın isyanını dillendireceğimizi, mücadelemizi büyüterek yolumuza devam edeceğimizi tüm duyarlı kamuoyuna ilan ediyoruz’ denildi. (Basın Açıklaması Metnini haberin sonunda bulabilirsiniz)

Galatasaray Meydanı’nda yapılan açıklamanın ardından KİP üyeleri, tulum eşliğinde ‘Santral yapma boşuna, yıkacağız başına’, ‘Dereler gümbür gümbür, Karadeniz özgürdür’ sloganlarıyla Karaköy’e yürüyüşe geçti. Yol üzerinde bulunan Borusan binası önüne gelindiğinde “Katil Borusan Aksu’dan Defol!” sloganlarıyla protestolar daha da arttı.

 Karadeniz İsyandadır Platformu, eylemin ardından Haydarpaşa için dayanışma eylemine katılmak üzere bindiği vapurda pankart açtı, vapur Haydarpaşa açıklarına geldiğinde dayanışma sloganları attı. Kırsal ve Kentsel dönüşüme karşı sözlerini dile getirmek üzere Kadıköy’de Haydarpaşa İnisiyatifi tarafından düzenlenen eyleme katılım gösterdi.

Geçen hafta mechul bir yangın ile çatısı yanan Haydarpaşa’nın kentsel dönüşümle otel ve alışveriş merkezlerine dönüştürülme projesini protesto eden 60’tan fazla sivil toplum örgütünün desteklediği eylem, Kadıköy İskelesinden başlayıp Haydarpaşa’ya kadar uzun bir yürüyüş kortejinin oluşturulası ile gerçekleşti.

 Bileşenleri arasında KİP’in de bulunduğu Haydarpaşa Dayanışması’nın Kadıköy Meydanı’nda saat 14:00′de toplanmasının ardından, en önde  ’Toplum Kent ve Çevre için Haydarpaşa Dayanışması’ pankartı olmak üzere yürüyüşe başlandı. Yürüyüşte sık sık ‘Emeğine, kentine, Haydarpaşa’ya sahip çık’ ve ‘Sermaye elini Haydarpaşa’dan çek’ sloganları atıldı.

 

Yürüyüşe ‘Karadeniz İsyandadır’ pankartıyla katılan KİP, ayrıca ‘Kentsel Kırsal Dönüşüme Hayır’ pankartını da taşıdı. ‘Otel yapma boşuna yıkacağız başına”, ‘Karadeniz Uşağı Sattırmaz Haydarpaşa’yı’, ‘Kırsal kentsel dönüşüme hayır’ sloganları atıldı, Kara Mavi bayraklar marşı okundu. 

Tulum ve horon eşliğinde sloganlarla yürünerek Haydarpaşa yakınlarına kadar gelindi. Burada Haydarpaşa Dayanışması imzalı ortak açıklamayı Nejat Yavaşoğulları’nın okumasının ardından eylem sona erdi.

 

BASINA VE KAMUOYUNA

Tabiatı Bozuk Yasaya Hayır!

Geçtiğimiz günlerde, üzerine inşa edilmek istenen Hidro Elektrik Santrallerin telafisi imkansız zararları dolayısıyla yöre halkının ve doğa ve yaşam savunucularının gündeminde olan Rize-İkizdere vadisinin Doğal Sit Alanı ilan edilmesinden kısa bir süre sonra Tabiatı ve Doğal Çeşitliliği Koruma Kanunu adıyla hazırlanan yasa tasarısı meclise sunuldu.

Bilindiği gibi Tabiatı ve Doğal Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı çalışmaları 2003 yılında başlatılmış, Sivil Toplum Kuruluşları ve ilgili meslek kuruluşlarının katılımıyla yürütülmüştü. Ancak sivil toplum kuruluşlarının taslak tasarıdaki yetersizlikler ve korumaya elverişsiz hükümler hakkındaki itirazları üzerine bu tasarı rafa kaldırılmıştı. Toplumu tamamen dışlayan bir şekilde hazırlanan bu yeni tasarı ismi ile tamamen ters amaçlara hizmet edecek niteliklerdedir.

Doğayı ve biyolojik çeşitliliği ciddi anlamda tahrip eden enerji yatırımlarına yönelik yöre halklarının, çevre örgütleri ve yaşam savunucularının itirazlarının bu kadar gündemleştiği; açılan davalarda yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarının alındığı bir dönemde yürürlüğe konmak istenen bu yasanın içeriği kaygıları kat be kat arttıracaktır. Bu tasarı Başbakanın, hükümet üyelerinin ve bürokratların projelere karşı çıkanları “vatan hainliği”yle suçlamaya varan açıklamaları ile birlikte okunduğunda ise tablo daha bir ürkütücü hale gelmektedir.

Öyle görünmektedir ki bu tasarı, “enerji ihtiyacı” gerekçesiyle doğayı ve yaşamı yok eden projelerin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bu amaç kendisini yasa tasarısı gerekçesinin daha 1. Maddesinde ele vermektedir. Gerekçenin birinci maddesi aynen şöyledir: “Tabiatın ve tabii kaynakların korunması ile ilgili mevcut düzenlemeler, gerçek ihtiyaçlara ve günümüz koşullarına uygun uygulamalara imkân sağlayamamaktadır.” Siyasi iktidarın doğayı değil enerjiyi, yaşamı değil karı gerçek ihtiyaç olarak gördüğü gün gibi ortada iken “günümüz koşullarına uygun uygulamalar” derken neyin kastedildiği de izahtan vareste kalmaktadır. Bu tasarıyı oluşturanlar ve olumlayanlar, doğanın korunmasına yönelik tedbirleri yatırımların önünde engel olarak görmekte ve bu engelleri bertaraf etmek gayesiyle hareket etmektedirler.

• Tasarıyla korunması gereken alanlar üzerindeki neredeyse tüm yetkilerin Çevre Bakanlığına devredilmesi öngörülmüştür.

• Bakanlığa ve kurullara neredeyse sınırsız takdir hakkı verilmiş, takdir hakkının ne şekilde kullanılacağına ilişkin hiçbir düzenleme yapılmamıştır.

• Korunması gereken alanlarda yapılacak yatırımlar konusunda bakanlık tek yetkili makam kılınmış, bu alanlarda 49 yıla kadar kullanım hakkının özel ve tüzel kişilere kısacası şirketlere devredilmesi öngörülmüş, iznin hangi koşullarda ve hangi kıstaslarla verileceği dahi düzenlenmemiştir.

• Yasa tasarısı bağlamında öngörülen koruma kurullarının oluşmasında sivil toplum örgütleri ve yöre halkı tamamen dışlanmış, kurullara memur ve bürokratlar doldurularak “başkanın adamları” kurulu haline getirilmiştir. En önemli kararlarda dahi sivil toplumun ve yöre halklarının katılımı öngörülmemiştir.

• Doğaya ve biyolojik çeşitliliğe büyük zararların söz konusu olacağı kararlarda dahi ilgili kurumlardan “görüş alınacağı” düzenlenmiş, bu görüşlere bağlayıcı olma özelliği tanınmamıştır. “Gerektiğinde ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapılır” gibi ifadelerle Çevre bakanlığının doğa üzerindeki tiranlığı garanti altına alınmıştır.

• Koruma ile ilgili hükümler “Bakanlıkça gerekli tedbirler alınır”, “gerekli düzenlemeler yapılır” gibi ifadelerle hep muğlâk bırakılmış, doğamız bakanlığın şimdiye kadar görmediğimiz insafına bırakılmıştır.

• Tasarıda doğaya ve biyolojik çeşitliliğe zarar veren eylemler hakkında yalnızca para cezası öngörülmüş ve bu para cezaları bugün dereleri, vadileri, doğayı yok edici projeleri yürüten şirketler için “çerez parası” düzeyinde tutulmuştur.

• En önemli alanlarda dahi korumaya ilişkin hükümlere “üstün kamu yararı bulunması halinde tahrip unsurlarını en aza indirecek tedbirlerin alınması şartıyla Bakanlıkça izin verilebilir” gibi istisnalar getirilerek tahribatın önü açılmaktadır.

Yukarıda verdiğimiz birkaç örnekten de açıkça anlaşılmaktadır ki; bu yasa tasarısı doğayı korumayı değil onu yok edecek projelerin önünü açmayı amaçlamaktadır. Şimdiye kadar doğayı tahrip eden, yaşamı yok eden tüm proje ve uygulamaların karşısında durduğumuz gibi bu yasa tasarısının da ve bu yasa tasarısından sonra önü açılacak olan proje ve uygulamaların da karşısında durup yaşamı savunacağımızı ve doğanın isyanını dillendireceğimizi, mücadelemizi büyüterek yolumuza devam edeceğimizi tüm duyarlı kamuoyuna ilan ediyoruz.

Karadeniz İsyandadır Platformu 

http://www.facebook.com/karadenizisyandadir
http://www.karadenizisyandadir.org/
karadenizisyandadir@gmail.com

Sirkler Hayvanlar İçin Eğlence Değil İşkencedir, Şiddettir, Kafeslerde Hapsedilmektir

İstanbullular, 9 Eylül’den bu yana 137 yıldır sömürüyle, kö­lelikle ve hayvanlara uyguladığı şiddetle ayakta duran Med­rano Sirki’nin sunduğu gösteriler ile kahkahaya boğuluyor, heyecanlanıyor, eğleniyor. Peki kimse sirklerde ne olup bitti­ğinden haberdar mı? Ateşle çevrelenmiş bir çemberden atla­yan kaplan, iki ayağı üzerinde dans eden fil, üzerine süslü kı­yafetler giydirilmiş ve çeşitli akrobatik hareketlerle kalabalığı eğlendiren köpekler bu hareketleri isteyerek mi yapıyor, siz­ce bu hayvanlar gerçekten mutlu mu? Eğitim esnasında bakı­cısını öldüren ya da sirkten kaçıp cinnet geçirirmişçesine ka­labalığın arasına dalarak, kendisini izlemek için gelen insan­ları ezip geçen filin bu davranışı niye yaptığını hiç düşündü­nüz mü?

Birçok insan, bu “eğlence” dünyasının toz pembe olduğunu düşünerek çocuklarını, arkadaşlarını, eşini, dostunu yanına alıp kâh eğleneceği kâh heyecanlanacağı kâh güleceği bir eğ­lence gösterisine gittiğini zannediyor. İki ayağı üzerinde ne­şeyle (!) danseden ayı, tek bir kırbaç hamlesi ile ip gibi dizi­len aslanlar, bisiklete binen “insan kılığına sokulmuş” may­mun doğal hayatında da tüm bunların hepsini yapmaya can atıyor mu dersiniz? Hayır, yapmıyor, yapmak isteyeceğini de düşünmüyoruz. Aksine, neden ve nasıl bu hareketleri yapıyor­lar diye düşündüğümüzde ortaya iğrenç, dayanılmaz bir tab­lo ortaya çıkıyor. Bu yüzden sizlere, insanlara ışıl ışıl, renkli, eğlenceli bir dünya olarak pazarlanan sirklerin gerçek yüzünü anlatmak istiyoruz:

Hayvanların kullanıldığı sirkler, hiçbir zaman mutluluğun, eğlencenin sergilendiği yerler olmadı, olamayacak da. Çün­kü, sirklerdeki hayvanlar, vahşi doğadan koparılarak hapse­diliyor, insanların eğlendirilmesi için akılalmaz işkenceler­le, dayakla, açlıkla terbiye edilerek zorla sahneye çıkarılıyor. Her anı zulümle dolu olan, zorlu bir eğitim sürecinin ardından ölene kadar ya da işe yaramayacak hale gelene kadar köleli­ğe mahkum edilen bu hayvanlar, parlak, albenili, ışıltılı gözü­ken insan kıyafetleriyle ve süslerle donatılıp eğlence sektörü­ne kazandırılıyor (!). Sirk sahiplerinin izni dışında hiçbir ge­reksinimleri karşılanmayan bu tutsak hayvanlar, doğal yaşam ortamlarına kıyasla binlerce kat dar alanlarda, asla istedikle­ri gibi hareket edemeyecekleri kafeslerde tutuluyor. Doğaları­na hiçbir şekilde uymayan bir ortamda, çok kısıtlı temel ge­reksinimleri sağlanarak sadece yaşamalarına izin veriliyor. Bu mahrumiyet nedeniyle de hapsedildikleri dar kafeslerde, ken­di etraflarında, sürekli dairesel dönme hareketleri, kafa salla­ma gibi anormal davranışlar sergiliyorlar. İstenildiği gibi eği­tilmeleri için aç bırakılıyorlar; bir parça fıstık ya da meyve sa­yesinde, öğrendikleri hareketleri, seyirci önünde zorluk çıkar­madan, daha kolay yapmaları için. Verilen komutu uygulama­mak için direnen ya da hareketleri yapmayı reddeden hayvan­lar ise ekstradan dayak ve işkenceyle, açlıkla ve susuzlukla cezalandırılıyor ki yabanıl dirençleri kırılsın diye…

Eğitimlerde çivili sopa, kırbaç, elektroşok çubuğu, kanca gibi işkence aletleri kullanılarak hayvanlara “vahşi” oldukla­rı unutturulmaya çalışılıyor, bu iğrenç sürece ve süresiz tut­saklığa adapte olmaları için son derece acımasız muamelele­re maruz bırakılıyorlar. Bir zamanlar tıpkı köle insanlar gibi “mal” statüsünde olan ve üstlerinden para kazanılan bu tutsak hayvanlar, şiddet dolu eğitimleri esnasında bile tıbbî yardım­dan yoksun bırakılıyor; çünkü sirklerde kâr daha önemli. Eği­timde, gösteride ve hatta uyurken bile uğradıkları şiddetin, vü­cutlarında açtığı yaralar basit müdahalelerle geçişti­rilerek bir sonraki gösteriye hazırlanıyorlar. Sirkler, şehirden şehre, ülkeden ülkeye gezdikleri için bu hayvanların, suya, yiyeceğe, doğal ihtiyaçlara erişimleri de bir hayli kısıt­lı durumda. Yılın büyük bir kısmını nakledilerek geçirdikle­rinden kötü hava koşullarından da oldukça etkileniyorlar, ama bu, dayaksız, işkencesiz bir zaman dilimi olduğu için onlara göre bulunmaz bir fırsat belki de. Sürekli dayağa, işkenceye ve açlığa maruz bırakıldıkları ve kafes içerisinde sürekli hap­sedildikleri ya da çok kısa zincirlerle bağlandıkları için daima stres ve acı içerisinde yaşamaya mahkûmdur sirk hayvanları.

Sirkler, hayvanlara yapılan zulüm, zorlama ve tutsaklık nede­niyle birer işkence merkezidir. Bu ticarethaneler, aslında eğ­lenceyi değil, zulmü ve işkenceyi pazarlar. Zorlamayla, işken­ceyle, şiddetle eğitilen hayvanlar, zorunlu çalışma sisteminde, cinnetin eşiğinde olan toplumun kargaşasında ufalanan, yaşa­mayı, gülmeyi unutmuş insanları eğlendirmek için adeta “tü­ketilecek” mal muamelesi görür. Tutsaklıklarından ölümleri­ne kadar acı, işkence ve ağır stresle yaşamaya mahkûm edilen bu hayvanların insanları eğlendirmek için tüm bunlara maruz bırakılması hiçbir şekilde kabul edilemez. Bu yüzden “eğlen­celi” diye reklamları yapılan sirklere halen gitmek isteyip is­temediğinizi sorgulamanız gerekiyor. 

Sirklerdeki tutsak hayvanlar, 

– Bir zamanlar doğada özgürce ve insandan uzak, insan bo­yunduruğu olmadan yaşamlarını sürdüren canlılardı.

– Acıyı, eziyeti, sömürüyü insanlarla eşit düzeyde hisseder, psikolojik baskıyı ise katbekat fazla hisseder.

– İnsanları eğlendirme gibi bir ihtiyaçları olmadığı gibi in­san tarafından kendilerine böyle bir vazife de yüklenemez. Sirklerdeki tutsaklık, işkence, dayak, açlık vb. durumlar kendi iradelerinin dışında ve bir çıkar uğruna onlara uygu­lanmaktadır.

– Gösterilerde sergiledikleri metazori hareketleri isteyerek öğrenmez.

 Bu yüzden BU ZALİM SEKTÖRE DESTEK OLMAYIN! Hayvanlı sirklere gitmeyin. Mümkün olduğunca çevrenizdeki insanları sirk gerçeği konusunda bilgilendirin ki onlar da zu­lümden kazanç sağlayan bu işkencehanelerin ayakta kalma­sına ve sirklerdeki bu zulmün devam ettirilmesine ortak ol­masın.

Şirketlerin Kontrolündeki AB Su Çerçeve Direktifi Suların Ticarileştirilmesini – Özelleştirilmesini Amaçlamaktadır

AVRUPA BİRLİĞİ SU ÇERÇEVE DİREKTİFİ

Avrupa Birliği’nin(AB) su konusuna yaklaşımını en somut ortaya koyan belge, AB Su Çerçeve Direktifi’dir(SÇD). Direktif, Avrupa Birliği’nin su ve su kaynakları yönetiminin çerçevesini çizerek resmi su politikasının temelini oluşturmaktadır.
AB Parlamentosu’nda Ekim 2000’de kabul edilen SÇD ile Avrupa ülkeleri ortak su politikası şu kabul ve kararlarla şekillenmiştir:

•    Su sınırlı ve kıt bir kaynaktır. Bu çerçevede ekonomik bir kaynak/meta olarak kabul edilmelidir. 
•    Suyla ilgili çevresel sorunlar, ancak suyun bir meta olması ve etkin/verimli bir biçimde kullanılmasıyla çözülebilir. Su bu çerçevede ücretlendirilmeli ve “kullanan, kirleten öder” prensibi uygulanmalıdır. 
•    Kararlar ve yönetim olabildiğince alt yönetim birimlerine düşürülmelidir.
•    Havza bazında yönetim olmalıdır.
•    Entegre (bütünleşik) su yönetimi benimsenmelidir.
•    Kullanıcıların yönetime katılmaları önemlidir ve esas alınmalıdır, yetki paylaşımı kabul edilmelidir.

Toplamda bakıldığında bu direktif, hem suyu “ekonomik bir kaynak/meta” olarak görerek bir tanım değişikliği yapmakta, hem de su kaynakları yönetiminde yeni kurumlar,  yeni ilişkiler tarif etmektedir. Entegre Su Yönetimi, Havza Bazında Yönetim bu yeni anlayışın yaşama geçirilmesi için çizilmiş stratejilerdir.

Havza bazında yönetim, su havzalarının yönetimi demektir. Havzaları yönetenler elbette su kaynaklarının yönetimini de ele geçirmiş olacaklardır. AB’nin Türkiye’nin toplam su kaynağının %28,5’ini oluşturan Fırat ve Dicle nehirlerinin suları için “uluslararası su yönetimi” kurmak istemesini de bu bilgilerle değerlendirmek anlamlı olacaktır.

AB Su Çerçeve Direktifi’nin oluşturulmasının ardından, ülkemizde su ile ilgili yapılan –ve krediler ve fonlarla desteklenen- tüm araştırmalar Direktif’in belirlediği ilkeleri temel almıştır. Bu araştırmalar arasında Çevre ve Orman Bakanlığı için hazırlanan Yüksek Maliyetli Çevresel Planlama Projesi (ENVEST Araştırması), Su Çerçeve Direktifinin Türkiye’de Uygulanması İçin Katılım Öncesi Program Projesi (MATRA Araştırması) ve Çevre ve Orman Bakanlığı için Ocak 2005’te hazırlanan Türk Su Sektörünün AB Su Direktiflerine Uyum İçin Yeniden Yapılandırılması isimli araştırmalar sayılabilir.

AB tarafından desteklenen ENVEST Araştırması, “AB’nin entegre kirlilik yönetimine ilişkin su kalitesi, atıksu dahil atık yönetimi, hava kalitesi şartlarının uygulanması için gerekli altyapının belirlenmesi ve altyapı yatırımlarının önceliklendirilmesi konulu bir çalışmadır”(1). 2003-2005 yılları arasında yapılan bu araştırma Danimarka merkezli bir danışmanlık şirketi öncülüğünde yerli ve yabancı sekiz kuruluştan oluşan uluslararası bir konsorsiyum tarafından yürütülmüştür. Amacı çevre ile ilgili mevzuatın uyumlaştırılması ve bu çerçevede Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yapması gerekenleri yaşama geçirmesinde bakanlığa yardımcı olunması olarak tariflenmiştir.

Projede AB standartlarına ulaşılmasını sağlayacak altı yatırım paketi vardır. Bunlar Tokat Evsel Atıksu Yönetimi Projesi, Dilovası Evsel ve Endüstriyel Atıksu Arıtma Projesi, Çanakkale Katı Atık Yönetim Sistemi, Katı Atık Düzenleme ve Depolama Tesisi Projesi, Karabük Hava Kirliliği Yönetimi Projesi, Kuşadası Katı Atık Yönetimi Projesi, Nevşehir Atıksu Arıtma Projesi’dir.
Projenin sonunda hazırlanan raporda, Türkiye’de su yönetiminin nasıl olduğunun bilgisi verilerek, nasıl olabileceği tartışılmıştır. Su ve atıksu hizmetleri sunan çok ve çeşitli kurum ve kuruluşlar olduğu, dolayısıyla yetki ve sorumluluk paylaşımında çakışmalar yaşandığı; yerel yönetimlerin yasal altyapısının kuvvetli olduğu, dolayısıyla “fırsatlara açık” bulunduğu saptanmış; çalışmalarda AB mevzuatına uyumun istenilen düzeyde olmadığı belirtilerek sorunları gidermek adına “su hizmetlerinde özel sektörden daha fazla faydalanılması” önerilmiştir. Envest Araştırması, Türkiye’de AB’nin çevre müktesebatına uyum için yapılması gereken tüm yatırım ve projelerin 65-70 milyar Euro tutarında olacağını belirtmiştir.

Adını “sosyal dönüşüm” anlamına gelen Felemenkçe sözcüğün kısaltmasından alan MATRA Araştırması ise ülkesinde suyun özelleştirilmesini yasaklayan Hollanda’nın yürüttüğü bir programdır. 1999 yılında Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin kesinleşmesinin ardından, Hollanda hükümeti Türkiye’yi de programa dahil etmiştir ve bu kapsamda ülkemizde eğitim, adalet, içişleri, sağlık ve sosyal politika ve kamu yönetimi alanlarına proje desteği vermektedir. Programın amacı kamu sektöründe AB müktesebatına uyumlaştırma amaçlı danışmanlık hizeti sunmak olarak tariflenmiştir.  

MATRA kapsamında Türkiye’de Ocak 2002-Kasım 2003 tarihleri arasında “Topluluk Su Çerçeve Direktifi’nin Türkiye’de Uygulanma Projesi” yürütülmüştür. Bu projenin öncesinde, Türkiye’deki su mevzuatı ile AB şartlarını karşılaştıran bir analiz yapılmış; bu analiz Türkiye’de bu alanda tam bir yasal boşluk olduğu sonucuna varmıştır. Proje bitiminde ise Türkiye’de Su Yönetimi Alanında Kurumsal ve Yasal Güçlendirme başlıklı bir rapor kaleme alınmıştır.  

Raporda Türkiye’de su yönetimi yapısındaki sorunlar, koordinasyon eksikliği, yasal eksiklikler, uygulama alanında işbölümünde eksiklikler, finansal eksiklikler, kurumsal kapasitede eksiklikler, bölgesel planlamada eksiklikler olarak saptanmıştır. Bu eksiklikler dört ana soruna bağlanmaktadır. Bunların ilki, Envest Araştırması’nın da değindiği bir nokta olan, farklı kurumların rollerindeki çatışmadır. İkincisi dengeli kaynak ve vergi toplanabilmesiyle ilgili sorunlar, üçüncüsü merkezi yapı kaynaklı sorunlar, dördüncüsü ise izleme ve ölçüm sorumluluğu alanında sıkıntılardır.

Bu sorunlara çözüm olarak bir bilgi tabanı oluşturulması, idari kapasitenin güçlendirilmesi, su hizmetinin finansmanının tüketiciden karşılanması ve yerelleşme önerilmiştir. Önerilerin yaşama geçirilmesi kapsamında öncelikle, AB Genel Sekreterliği başkanlığında, Çevre ve Orman Bakanlığı, Devlet Su İşleri gibi kurumların katılımıyla, amacı Su Çerçeve Direktifi’nin Türkiye’nin su ve çevre mevzuatına ve idari yapısına uygulanması konusunda çalışmak olan bir Ulusal Platform kurulması istenmiştir. Bu Platform’dan hem idari hem de hidrolojik açıları göz önünde bulundurarak, Türkiye’de nehir havzası sınır bölümlenmesini yapması beklenmektedir. Platform’un görevi hem su yönetimi konusunda SÇD çerçevesinde yapılması gerekenleri tartışmak, hem de bir ulusal entegre (bütünleşik) su yönetim planı hazırlama amacıyla çalışmaktır. Bu entegre ana planın yanında Çevre ve Orman Bakanlığı’nca hazırlanacak bir Ulusal Su Kalite Planı ve DSİ Genel Müdürlüğü’nce hazırlanacak bir Ulusal Su Miktar Planı da istenmektedir. 

Raporun temel yaklaşımlarından biri olan yerelleşme uyarınca konunun bölgesel düzeyde de ele alınması gerekliliğinden hareketle, ulusal planların yanı sıra Nehir Havza Yönetim Planları oluşturulması da önerilmiştir.

Proje sonrasında hazırlanan el kitabında Türkiye altı nehir havza bölgesine bölünmüş, bu gruplandırma Ekim 2003’de Ulusal Platform tarafından kabul edilmiştir. Bu havza bölgeleri,

1.    Marmara denizine dökülen havzalar: Marmara ve Susurluk
2.    Karadeniz’e dökülen havzalar: Batı Karadeniz, Kızılırmak, Yeşilırmak, Doğu Karadeniz
3.    Akdeniz’e dökülen havzalar: Ceyhan, Seyhan, Doğu Akdeniz, Batı Akdeniz, Antalya
4.    Uluslararası havzalar
a.    Suriye, Irak, İran, Gürcistan ve Ermenistan’a dökülen havzalar: Asi, Fırat, Dicle, Aras, Çoruh
b.    Yunanistan’a dökülen havzalar: Meriç-Ergene
5.    Ege Denizi’ne dökülen havzalar: Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz, Kuzey Ege
6.    Kapalı havzalar; Burdur, Göller, Konya Kapalı ve Van Kapalı havzaları
olarak tespit edilmiştir. MATRA Projesi, DSİ’nin benimsediği bir projedir.

2004 yılında, AB mevzuatına uyum çalışmaları kapsamında, Türkiye su mevzuatının yeniden gözden geçirilmesi, su ile ilgili kuruluşların görev ve yetkilerinin yeniden tanımlanması ve yeni çıkartılacak yasaların AB müktesebatına uygun olarak hazırlanması amacıyla iki çalışma grubu oluşturulmuştur. Bu grupların koordinatörlüğünü DPT ve AB Genel Sekreterliği üstlenmiştir. Bu iki çalışma grubu tarafından 2005 yılında kaleme alınan iki raporda MATRA Projesi’ndeki yaklaşımların savunulduğu açıkça görülmektedir. Bu raporlar da su alanında çalışan kurumlar arasında çakışmalar olduğunu belirterek görev, yetki ve sorumlulukları ayrıştırılmış ve AB müktesebatına, SÇD’ye, AB yapılarına uygun yeni bir kurumsal yapı oluşturulması gerektiğini söylemiştir.   

Birinci Çalışma Grubu’nun su alanında faaliyet gösteren kurum ve kuruluşların görev ve sorumluluklarıyla ilgili hazırladığı raporda, her şeyden önce, suyun ekonomik değeri olan sınırlı bir doğal kaynak olduğu kabul edilmiştir. Suyun kullanıcıya gerçek değerinden verilmesi (Bu şu anlama gelmektedir: Kapitalist sistemde bir mal gerçek değerine ancak piyasa içinde ulaşır, oysa suyun kamusal bir mal olarak görülmesi gerçek değerini bulmasını engellemektedir. Su metalaşmalıdır demenin bir kılıfıdır bu ifade) ve tasarrufu da sağlayacak şekilde ücretli su kullanımı uygulamasına geçilmesi, ayrıca su yönetiminin entegre bir yaklaşımla yapılandırılması hedef olarak belirlenmiştir. Bu hedeflere ulaşabilmek için, ilgili kuruluşların yetki ve sorumluluklarını net olarak saptayacak yeni bir su yasasının hazırlanması, ulusal su kaynakları politikası oluşturulması, bütünleşik havza yönetimi uygulanması, su yönetimlerinin bölge düzeyinde kullanıcılar, özel sektör, belediyeler ve kamu temsilcilerinden oluşturulması ve finansman sağlamak için özel sektörden faydalanılması önerilmiştir. Bu önerilerin yaşama geçirilmesi için de il düzeyinde su müdürlükleri, bölge düzeyinde havza yönetimleri, ulusal düzeyde ise bakanlıkların temsilcilerinden oluşan bir ulusal su komisyonu kurulması kararlaştırılmıştır.     

Mevzuatı inceleyen İkinci Çalışma Grubu’nun raporu ise kavramsal bir yenilenme ihtiyacına dikkat çekmiştir. Yeni su kanununda yeni bir anlayışın ortaya konması için farklı bir dile, farklı kavramlara – ki bunlar AB Su Çerçeve Direktifi’nin temel kavramları olacaktır –  gerek olduğu belirtilmiştir. Önerilen kavramlar ise şunlardır: “Genel İlkeler”, “Sürdürülebilirlik”, “Entegre Su Yönetimi”, “Su Havzaları Yaklaşımı”, “Ekolojik Kalite”, “Ölçüm, İzleme, Veri Tabanı Oluşturulması”, “Su Tahsisi”, “Risk Yönetimi”, “Paydaşların Katılımı”, “Fiyatlandırma, Ekonomik Analiz ve Cezalar”, “Tehlikeli Maddeler”, “Sınır aşan Sular” ve “AB ve Diğer Uluslararası Uyum”.

İkinci Çalışma Grubu hazırladığı raporda, su havzalarını esas alan, hem bölgesel hem yerel düzeyde örgütlenmiş, tercihen Başbakanlığa bağlı bir su üst yönetimi oluşturulmasını salık vermektedir. Rapora göre, su sektöründeki finansman sıkıntısı yasalar oluşturulurken dikkate alınmalı; finansman sağlamada merkeze bağlı olmayan, yerel kaynakları harekete geçirecek stratejiler geliştirilmelidir. Ayrıca yasada suyun bir meta olduğuna, kullanan ve kirleten öder ilkesine yer verilmesi talep edilmiştir.    

Sonuç olarak her iki çalışma grubunun da raporları, AB Su Çerçeve Direktifi’ne uyum için gereken su politikalarının yaşama geçmesi için bir siyasi kararlılık ifadesi olarak görülmelidir.

Öte yandan, İngiliz Çevre Bakanlığı tarafından Çevre ve Orman Bakanlığı için hazırlanmış, “Türk Su Sektörünün AB Su Direktiflerine Uyumu İçin Yeniden Yapılandırılması” başlıklı bir başka rapor daha mevcuttur. AB direktiflerine uyum sağlanmaması, çevre kirliliğine, tüketici beklentilerinin karşılanmamasına ve -eğer bunlarla ikna olmadıysanız!- AB Komisyonu’nun vereceği para cezalarına yol açar gibi tehditvari bir uyarıyla başlayan rapor, yukarıdaki raporların temel yaklaşımını paylaşmaktadır. Uyumlaşma kapsamında, ilgili yasaların SÇD ile uyumlaştırılması, nehir havzası planlarının oluşturulması ve bu işi yapacak yetkili kurumun belirlenmesi, havzalardaki yer üstü ve yer altı sularının analizi, kirleten öder ilkesini içerecek şekilde uygun fiyat tarifelerinin belirlenmesi gibi gerekliliklere değinen rapor, Türkiye’de yapılacak çalışmaların İngiltere ve Galler’in yaşadığı uyum sürecinde önemleri saptanmış sekiz kritere göre yapılmasını önermektedir. Bu kriterler, “Ulusal hedefler ve temin araçlarında netlik”, “Siyasal baskılardan tecrit”, “Yüksek şeffaflık düzeyi ve öngörülebilirlik”, “Ekonomik düzenleme ile çevresel izleme ve uygulama denetiminin net olarak ayrılması”, “Müşterinin hizmet bedelini tam olarak ödemesi”, “Hizmetlerin büyük ölçekli ve profesyonel işletmeler tarafından temini”, “Verimlilik için teşvikler” ve “Güçlü ve kararlı liderlik” olarak belirtilmektedir.

Bu kriterlerden “müşterinin hizmet bedelini tam olarak ödemesi” suyun insanların tükettiği herhangi bir metadan farksızlaştırılmasına, “hizmetlerin büyük ölçekli ve profesyonel işletmeler tarafından temini” su hizmetlerinin büyük özel şirketler (tekeller) tarafından sağlanmasına (“verimlilik için teşvikler” kriteriyle bu şirketlerin teşvik edilmesine), “siyasal baskılardan tecrit” ise devletin konumunun sınırlandırılmasına işaret etmektedir. 

Rapor Türkiye’nin su dağıtım sisteminde, arıtma sistemlerinde, su hizmet kalitesinde vs. aksaklıklar saptadıktan sonra, bunların nedenini bu konuda bir strateji belirlememiş ve bir sorumlu kurum saptamamış olmasına, yerel yönetimlerin sunduğu hizmetlerin siyasetin etkisine fazlaca bağlı olduğuna, su alanında kapsamlı ve boyutlu bir veri tabanı olmamasına, dolayısıyla bu alanda güvenilir performans değerlendirmeleri yapılamamasına (ki bu değerlendirmeler yapılamadığında özel sektör bu alana girmenin kendisi için kârlı olup olmadığını bilememektedir) bağlamaktadır.     

Rapora göre Türkiye’de su tarifeleri “iktisadi rasyonellikten” uzak belirlenmiştir, suyun bedava bir hak olarak görüldüğü bölgeler vardır örneğin, vergi gelirlerinden beslenen geleneksel belediye anlayışından ticari yönetim modeline geçilememiştir henüz, işte bu yapı nedeniyle de müşteriler (yani halk) su hizmet bedelini tam olarak ödememektedir. Bütün bunlar acilen giderilmesi gereken sorunlardır.

Raporda, su alanında faaliyet gösterecek işletmelerin çevresel standartlarını belirleyecek ve denetleyecek bir Çevre Ajansı kurulması önerilmektedir. Bu ajans, DSİ’nin su kaynakları yönetimi (tahsis ve planlama) ve izlenmesi alanındaki görevlerini, Sağlık Bakanlığı’nın içme suyu kalitesini izleme ve uygulatma ile ilgili görevlerini üstlenmelidir. Ajansın, yüzey ve yer altı sularının kullanımının uygunluğunu değerlendirmek, çevre durumu ile ilgili rapor hazırlamak, yüzey ve yer altı sularının çıkarılması ve atıksu yollarının boşaltılmasına dair ruhsatlandırma yapmak ve ruhsat kapsamında yaptırımlar uygulamak belli başlı görevleri arasında olacaktır.

Ayrıca bir Ekonomik Düzenleyici Kurul oluşturulması önerilmektedir. Çevre Ajansının önerileri doğrultusunda çalışacak bu kurulun su sektöründe faaliyet gösteren işletmelerin hizmet düzeyi ve tarife aralıklarını bir ulusal stratejiye uygun  olarak belirlemesi tariflenmektedir.

Sektörün finansmanını kamu kaynaklarının sınırlandırılmasına dayandıran raporda işletmelerde çalışacak personelin sözleşmeli olması istenirken, idari ve mevzuat açısından yapılanmanın SÇD’ye uygulanması için de Hükümetin suyun nasıl kullanacağı ve önceliklerine ilişkin bir strateji belgesi yayınlamasını öngörmüştür. Bu strateji belgesi çerçevesinde “Çevre Ajansı” yetkili kurum olarak her nehir havzası için SÇD’yi uygulayacaktır. Hazırlanan nehir havzaları yönetim planlarını, su politikalarını uygulanması için Çevre ve Orman Bakanlığına sunulacaktır. Diğer Bakanlıklarla mutabakatı Çevre ve Orman Bakanlığı sağlayacaktır. Mutabık kalınan planlarda “Çevre Ajansı” kalite standartlarını belirleyecek ve özel işletmeler devreye sokulacaktır.

Raporda önerilen yeni yapılanmada, DSİ’ nin sadece barajlar ve (belediyelerin talebi üzerine) büyük ölçekli sulama projelerinde görevli olması, sahip olduğu yetkilerin önemli bir kısmının ise “Çevre Ajansı”na devredilmesi önerilmektedir. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığının su politikası üzerindeki inisiyatifi de Çevre ve Orman Bakanlığına devredilmiştir.

İki yeni unsur olan “Çevre Ajansı” ve “Ekonomik Düzenleyici Kurum”, Çevre ve Orman Bakanlığı ile ilişkilendirilirken, İller Bankası sadece finansman ile ilgili bir aracı kurum konumuna dönüştürülmektedir. Bu yapılanmada, devre dışı bırakılan Dışişleri, Bayındırlılık ve Sağlık Bakanlıkları ile DPT’ nin sektöre ilişkin kararlara ancak Bakanlıklardan oluşan Hükümet Komitesi düzeyinde katılabilecekleri öngörülmektedir.   

Sonuç

1970’li yıllardan itibaren çevre ve su kaynakları yönetimi emperyalizmin en önemli gündemlerinden biri olmuştur. Bu konuda emperyalist tekellerin çıkarları için uluslararası toplantılar, forumlar yapılmış ve anlaşmalar imzalanmıştır.

AB, 2000’li yıllardan itibaren Ülkemizde Su Yönetimi Mevzuatını da belirleyen bir birlik olmuştur. Bu anlamda AB’ nin su politikalarının gelişimi, su kaynakları yönetimindeki değişen politikaları bütünüyle yansıtmaktadır.

AB’ye uyum sürecinde yeniden yapılanmayla ilgili olarak kamunun hüküm ve tasarrufu altında olan su kaynakları ve su hizmetlerinin yönetiminde yeni kurumların, şirketlerin devreye girmesi önerilerek; kamunun bu alanlardan çekilmesi ile de özelleştirilmeye gidilmesi  amaçlanmaktadır. 

Su yönetimindeki dönüşümün AB’ye uyumun kaçınılmaz bir zorunluluğu olduğu vurgulanan raporlarda, Türkiye’de SÇD’i doğrultusunda  istenen ve önerilen değişimler genel hatlarıyla;

-Devletin hizmet sağlayıcı konumundan kurtulması ve düzenleyici, denetleyici konumunun da serbest piyasa kurallarına göre şekillenmesi,
-Müşterinin koşullar ne olursa olsun hizmetin bedelini tam olarak ödemesi,
-Sektörde özelleştirilmeye gidilmesi ve özelleştirme aracılığı ile yatırım maliyetlerinin zamana yayılarak tüketiciye ödettirilmesi, olarak sıralanabilir.

AB müktesebatına uyum amaçlı su yönetimi ve hizmetleri ile ilgili hazırlanan tüm raporlarda göze çarpan bir diğer madde ise; su yönetimi ve hizmetlerini  ya müsteşarlık düzeyinde ya da Bakanlık düzeyinde kurumsallaştırma önerisidir. Bu önerinin uygulanması durumunda ise 2B’de yapıldığı gibi kuruluş kanunu ile suyun özelleştirilmesine yönelik maddeler Anayasa engeline takılmadan buradan geçirilecektir. Bunu da önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Türkiye’nin AB üyelik sürecinde yapılan tüm  tartışmalar, yapılmak istenen dönüşümler, AB politika, ilke ve uygulamalarına atıfta bulunarak yapılmaktadır. AB’nin su politikalarında hedeflediği ticarileştirme ve özelleştirmelerin hayata geçirilmesi için, su kaynakları yönetimi ve bununla ilgili olarak kamu hizmetlerindeki dönüşüm de tekellerin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirilmektedir. Bu emperyalist-kapitalist sistemin ideolojik sınıfsal bir saldırısıdır.

Bu saldırı karşısında Türkiye’de hangi ad altında olursa olsun, ister kamu, ister özel, kim tarafından yapılırsa yapılsın suyun bir meta olarak ticarileştirilmesine, su hizmetlerinin ticarileştirilmesine/özelleştirilmesine karşı sınıfsal temelde ideolojik olarak karşı çıkmak ve mücadele etmek bizlerin vazgeçilemez, ertelenemez görevleri olmak zorundadır.

DİPNOT
(1)    Su Yönetiminde Neoliberal “Reform” Girişimleri, Taylan Taşkın
KAYNAKÇA
Bu yazı büyük ölçüde  Çınar, Tayfun; Özdinç, Hülya K., Su Yönetimi-Küresel Politika ve Uygulamalara Eleştiri, Memleket Yayınları, Ankara, 2006 eserinden faydalanılarak oluşturulmuştur.
+İVME DERGİSİ 7.SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

2B ile Ormanların Yağmalanmasına ve Satılmasına Hayır! Ormanlar “Orman Vasfını Yitirmesine” Yol Açanların, İşgalcilerinin Talanına Bırakılmıştır! Yücel ÇAĞLAR

AKP, ANAYASAYI ve ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARINI  DA TAKMIYOR…

AKP yine “2B arazilerini” satma hazırlığı yapıyor. Bilindiği gibi, 2003 yılında da denemiş ve Anayasa değişikliği bile yapmayı göze almıştı; başaramadı. Her türlü kamusal varlığı satmayı alışkanlık edinmiş olan AKP’nin “2B arazilerini” satmaktan vazgeçmesi beklenmiyordu kuşkusuz. Deyiş yerindeyse, “eli mahkûm”; sermayeye daha kolay birikim olanakları sunulması, bu kapsamda yapsatçılara, TOKİ’ye “uygun” arazilerin sunulması gerekiyordu. Artık, ormanların içinde ve çevresi ormanlarla kaplı “2 B arazilerinden” daha uygun yerler kalmadı… Hem sonra, siyasal iktidar 2005 yılında buna kalkıştığında TOBB ve ATO Başkanları da buyurmuştu zaten. Gecikmeli de olsa şimdi bu buyruk yerine getirilecek; hem de yine Anayasaya aykırı olarak; ancak, bu kez Anayasa Mahkemesi’nin olası engellemesine de fırsat vermeden; açıkça söyleyebildikleri gibi, yine “Anayasanın arkasından dolaşarak”…  Böyleyken, çoğunluk  konuya “orman popülizmi” söylemiyle ve yaklaşımıyla yaklaşmaktan hâlâ vazgeçemedi: Siyasal iktidarın “2B arazilerini” satma çabası bir inadın, bir orman düşmanlığının, bir işbilmezliğin vb durumların bir ürünü değildir: Siyasal iktidar; kolay yoldan “sıcak para” sağlamaya, tıpkı öteki kamu varlıkları ve hizmet alanlarının özelleştirilmesi gibi sermaye birikim sürecine katkıda bulunmaya çalışmaktadır; hem de tam da genel seçimlere gidilirken… Bu son derece yalın gerçeği görülememesi, “orman popülizminde” direnilmesi ise siyasal iktidarın işini daha da kolaylaştırmaktadır.

Bu aymazlık bitsin artık !

Yücel ÇAĞLAR

ANIMSATMA…

Çok geçmedi, ama, yine de anımsatmak gerekiyor: Hem 1961 Anayasasının 1970 yılında değiştirilen 131 hem de 1982 Anayasasının 169 ve 170. maddelerinde “orman” sayılan yerlerin artık orman sayılmamasını sağlayacak yaptırımlara yer verilmiştir. Hem de, öyle sanıldığı gibi, yalnızca “vasfını yitirdiğine” karar verilen yerleri de değil, t6831 sayılı yasanın 1. maddesiyle “orman” sayılan tüm yerlerin… Dolayısıyla, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesi ile 1983 yılında çıkarılan 2924 sayılı “Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi Hakkında Kanun”u da bu doğrultuda düzenlemeler yapılmıştır. Böylece, önceki yıllarda başlatılan uygulamalara yeni boyutlar kazandırılmıştır. Bu doğrultuda;

b  2924 sayılı yasanın “Tarım Alanına Dönüşmüş Yerlerin Değerlendirilmesi” başlığı altında yer verilen 11. maddesi, 1991 yılında çıkarılan 3763 sayılı yasayla değiştirilerek “orman niteliğini yitirmiştir” gerekçesiyle ormancılık düzeni dışına çıkarılan Hazine arazilerinin kadastro tutanağında kullananların, başka bir söyleyişle de işgal etmiş olanların adına gösterilebilmesi sağlanmıştır.

b  Ancak, Anayasa Mahkemesi 1993 yılında, bu düzenlemeyi Anayasanın 170. maddesine aykırı bularak iptal etmiştir.

b  Siyasal iktidar bu kez, 1995 yılında 4127 sayılı yasayı çıkararak söz konusu maddeye “31.12.1981 tarihinden itibaren orman köyü nüfusuna kayıtlı olanlar da hak sahibi sayılırlar.” eklemesini yaparak ormancılık düzeni dışında çıkarılan yerlerin yalnızca “orman köylüsü” sayılanlara satılabilmesi koşulunu getirmiştir. Böylece 536 köyde satış için gerekli işlemler yapılmış ve 6,7 bin hektar arazi “hak sahibi” sayılanlara satılmıştır.

“2B uygulamalarıyla” 2002 yılı sonuna değin 4,7 milyon dönüm alan “orman vasfını yitirmiştir” gerekçesiyle ormancılık düzeni dışına çıkarılarak bu yerlerin “orman vasfının yitirmesine” yol açanların, işgalcilerinin talanına bırakılmıştır. İlginçtir, bu uygulamalar yapılırken hemen hemen hiç kimseden en küçük bir tepki bile gelmemiştir.

b  Siyasal iktidar da bu kez 2001 yılında 4706 sayılı yasayı çıkararak söz konusu yerlerin Maliye Bakanlığı tarafından satılmasını ve bu satışların 2924 sayılı yasa doğrultusunda yapılmasını sağlamıştır.

b  Ancak, Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı’nın başvurusu üzerine bu düzenlemeyi de 2002 yılında iptal etmiştir.

b  AKP, 2003 yılında iktidar olduğunda, elinde dilediği gibi satabileceğini sandığı 4,7 milyon dönüm arazi olduğunun ayırtına varınca gereğini yapmaya ve bu amaçla da 1982 Anayasasının 169 ve 170. maddelerini değiştirmeye kalkışmış, ancak, bu girişiminde başarılı olamamıştır.

b  Siyasal iktidar bu kez de 2009 yılında çıkardığı 5831 Sayılı “Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”la 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yanı sıra 6831 sayılı yasanın orman kadastrosu çalışmalarıyla ilgili kimi maddelerini değiştirmiştir Bu değişiklikle; “i) Orman Kadastro Komisyonları işlevsiz hale getirilerek uzmanlığı orman olmayan kişilerin “orman” sayılmayabilecek yerleri de belirleyebilmesi, ii) kesinlemiş orman haritalarındaki yüzölçümü hatalarının düzeltilmesi iş ve işlemlerinin kadastro ekipleri tarafından yapılabilmesi, iii) orman kadastrosunun bütünüyle etkisizleştirilmesi ve işlevsizleştirilmesi, iv) “orman”  sayılan yerleri ormansızlaştırılarak “orman suçu” işlemiş kişilerin kadastro tutanağının “Beyanlar” hanesine yazılması yoluyla suç niteliğinin ortadan kaldırılması, v) yapılacak olan uygulamanın ikinci kez kadastro çalışması sayılmamasıyla “suçlu” kişilere ayrıcalık tanınması ve söz konusu arazilerin fiili kullanım durumlarına göre “ifraz ve/veya tevhidinin” yapılabilmesi olanaklı kılınmıştır.

b Ne var ki, siyasal iktidar bu düzenlemeyle yetinmemiş; 1 Ağustos 2010 tarihinde de 6009 sayılı “Gelir Vergisi Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde  Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”u yürürlüğe koyarak;

  • 2889 sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 75. maddesini de değiştirmiştir. Bu değişiklikle; “Köy sınırları içerisinde yer alan Hazinenin özel mülkiyetinde veya Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmazların işgalcilerinden tahsil edilen ecri misil gelirleri”  ile uygulanmasını yeniden düzenlemiştir;
  • 4706 sayılı “Hazineye Ait Taşınmaz Malların Değerlendirilmesi ve Katma Değer Vergisi Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un geçici 4. maddesinin ikinci fıkrası; “Bu madde kapsamında Hazine adına tescil edilen taşınmazlar, büyükşehirlerde öncelikle büyükşehir belediyelerine, büyükşehir belediyelerinin talebinin olmaması halinde ilgili belediyelere, diğer yerlerde ilgili belediyelere bedelsiz olarak devredilir.” biçiminde değiştirilmiştir.

Böylece, “2B arazilerinin, başta ” işgalcileri olmak üzere satılabilmesini kolaylaştırmak için hukuksal bir çerçevenin oluşturulmasına çalışılmıştır. Siyasal iktidar, şimdilerde yine Anayasaya aykırı olan bu kolaylıklardan yararlanma çabasına girmiştir.  Söylentilere göre de, satışlar için bu kez yalnızca yasal düzenleme yapacakmış. Acaba bu, siyasal iktidarın bir yanılgısı mı? Hiç de değil; göreceğiz…

NELER, NASIL YAPILACAKMIŞ?

“Söylentilere” göre siyasal iktidar,  “2B arazilerinin” yalnızca “satılmasına” indirgenmiş bir düzenleme hazırlığı yapıyormuş. İlgili devlet bakanının bir soru üzerine lütfedip yaptığı açıklamaya bakılırsa, genel seçimlerden önce de bu yasayı çıkaracaklarmış. Neden genel seçimlerden önce acaba ? Bu da, hiçbir yanıyla yadırgatıcı bir durum değil kuşkusuz; AKP, yukarıda sözü edilen “misyonunun” gereğini yerine getirmeye çalışıyor. Sözgelimi, basına yansıdığı kadarıyla;

b  Belediye mücavir alan sınırları içinde yapılaşma bulunan yerler (yerleşim yerleri), bina ve bahçe gibi kullanım alanlarıyla birlikte metrekare sınırlaması olmaksızın hak sahiplerine doğrudan satılabilecekmiş;

b  Belediye mücavir alan sınırı ayrımının kaldırılması, bu alanların içindeki ve dışındaki yerlerin aynı esaslara göre satılması da olanaklı kılınacakmış;

b  Tarım arazileri dışında kalan, üzerinde yapılaşma bulunan ve Maliye Bakanlığınca uygun görülen taşınmazlar, Toplu Konut İdaresi’ne (TOKİ), büyükşehir ve ilçe belediyelerine kentsel dönüşüm projeleri gerçekleştirmek üzere devredilebilecekmiş;

b  Özellikle kentleşmenin olduğu “2 B arazilerinde” devir, emlak vergisi metrekare birim değerleri üzerinden gerçekleştirilecekmiş ve bu türden devirlerde,  hak sahiplerine yeni inşa edilecek konutlardan daire verilecekmiş;

b  “2B arazilerinde” hak sahipliği için süre şartı da aranmayacakmış;

b  Taslağın ilk biçimindeki “hak sahibi kabul edilmek için kişinin söz konusu taşınmazı, kadastro çalışmasının tamamlandığı tarih itibariyle geriye dönük olarak 5 yıl kullanması” koşulu yerine şimdi kadastro kayıtlarında ‘kullanıcı’ görünenlerin hak sahibi kabul edilmesi sağlanacakmış;    

b  “2B arazilerinin” satışı ile ilgili işlemleri Maliye Bakanlığı yapacakmış;

b  “2B arazilerini” satın almak isteyen hak sahipleri, 3-6 ay içinde başvuruda bulunacakmış; ancak, bu süre Bakanlar Kurulu Kararıyla da sınırsızca uzatılabilecekmiş;

b  Satın alma başvuruları illerde defterdarlıklara, ilçelerde ise mal müdürlüklerine yapılacakmış; hak sahiplerinden, satış tutarından düşülmek üzere başvuru bedeli alınacakmış ve bu bedeller bölgeler, iller, ilçeler ve arazinin konuma göre farklılık gösterecekmiş;

b  “2B arazileri” rayiç bedelleri üzerinden satılacakmış; rayiç bedellerinin belirlenmesinde Hazine taşınmazlarının satışındaki kurallar geçerli olacakmış; bu amaçla da il ve ilçelerde oluşturulacak “Takdir Komisyonları”, satılacak “2B arazilerinin” değerlerini belirleyecekmiş;    

b  “2B arazilerinin” üzerinde çok katlı yapıların bulunması halinde, önce arsasının değeri belirlenecek, daha sonra da daire başına düşen hisse tutarı hesaplanacak ve bu durumdaki hak sahiplerine hisseli satış yapılacakmış; 

b  “2B arazilerinin” satışında Hazine taşınmazlarının satışına ilişkin ilkeler uygulanacakmış; ancak Hazine taşınmazlarının bedellerinin ödenmesindeki 2 yıllık taksit süresi, “2B arazileri” için 5 yıl olacak ve “hak sahipleri” isterlerse bedeli peşin, isterlerse yasal faiziyle 5 yıl taksitle de ödeyebilecekmiş.   

“2B arazilerinin” yersel dağılımı ile kullanım biçimleri göz önünde bulundurulduğunda bu işlemler hiç de kolay olmayacak, dahası çözümü son derece güç, kimileri de olanaksız sorunları gündeme getirebilecektir. Buna karşılık siyasal iktidara, uzantısı olan yandaş belediyelere ve büyük inşaat şirketlerine önemli ekonomik ve siyasal yararlar sağlayabilecektir.  Siyasal iktidar için hangisi daha önemli sizce?

“2B arazilerinin” yersel konumları ile kullanım biçimleri, aşağıdaki çizelgede sergilenmiştir:

 

“2B Arazilerinin” Konumu ve

Kullanım Biçimleri

Hektar %
1)Yerleşim Yeri Köy 7 035 1,5
Belde 8 514 1,8
İlçe 6 624 1,4
TOPLAM 22 273 4,7
2) Tarım Alanı sera 2 365 0,5
Narenciye 8 041 1,7
Zeytinlik, Fındıklık, Bağ, Bahçe 111 115 23,5
Otlak, Yaylak Kışlak 35 419 7,5
TOPLAM 156 940 33,2
3) Başka 294 209 62,2
GENEL TOPLAM 473 422 100,0

Kaynak: Halit Demir; “2/B -Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Araziler Sorunu Bu Arazilerle İlgili Olarak 27.Ocak.2009 Tarihinde Yürürlüğe Giren 5831 Sayılı Kanunla Yapılan Değişiklikler Hakkında Görüş ve Öneriler” konulu sunumu, 13 Mart 2009, TBMM. Ankara

Çizelgede de görüldüğü gibi “2B arazilerinin” % 62’sinin ne durumda olduğu bilinmiyor. Bu noktada, siyasal iktidara sorulması gerekmiyor mu:

<<-Yaklaşık üç milyon dönüm “2B arazisi kimlere, nasıl satılacak?>>

Peki, bu soruyu kim soracak? Göreceğiz.

Öte yandan; yerleşme yerlerindeki “2B arazilerinin”  tüm “2B arazileri” içindeki payı yalnızca  % 4,7. Başka bir söyleyişle; “2B arazilerinin” yalnızca % 4,7’si hemen satılabilecek durumda, rantı görece olarak yüksek yerlerde bulunuyor. Buna karşılık, tarımsal amaçlarla kullanılan 156,9 bin hektar “2B arazisinin” ne kadarını “orman köylüsünün” kullandığı ise bilinmiyor. Şimdi yine siyasal iktidara sorulması gerekmiyor mu:

<<- Satışı yapılacak araziler yalnızca yerleşilmiş olan ve/veya tarım yapılan “2B arazileri” ise eğer bu satışlar, deyiş yerindeyse, “ürküttüğü kurbağaya değecek mi?>>

Bu veriler ve sorular göz önünde bulundurulduğunda “2B arazilerinin” kullanım biçimlerinin ve değerlerinin nasıl belirlendiği, nerelerinin hangi kurum ve kuruluşlar özelinde nasıl değerlendirileceği, kimlere nasıl satılacağı sorularına verilecek yanıtların önemini daha artmıyor mu?

YİNE, ANAYASAYA AYKIRI BİR ÇABA…

Siyasal iktidarın yapacağı bu düzenlemeler yine Anayasaya aykırı. Çünkü bu düzenlemelerle de;

b  1983 yılında çıkarılan 2924 sayılı “Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi Hakkında Kanunu”nun 1993 yılında Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği 11. maddesi ve

b  2001 yılında çıkarılan 4706 sayılı “Hazineye Ait Taşınmaz Malların Değerlendirilmesi ve Katma Değer Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un yine Anayasa Mahkemesi tarafından 2002 yılında iptal edilen 3. maddesi

ile amacı ve yöntemi aynı olan uygulamaların yapılması öngörülmektedir. Bu durumda, Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu maddeleri iptal gerekçelerinin bu düzenlemeler için de geçerlidir. Bu gerçeğin daha kolay kavranabilmesi için Anayasanın söz konusu kararlarında dayanak olan 170. maddesi ile iptal gerekçelerinin bu bağlamda anımsanması gerekmektedir.

Bilindiği gibi, Anayasanın 170. maddesine göre;

Ormanlar içinde veya bitişiğindeki köyler halkının kalkındırılması, ormanların ve bütünlüğünün korunması bakımlarından, … 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tamamen kaybetmiş yerlerin değerlendirilmesi; bilim ve fen bakımından orman olarak muhafazasında yarar görülmeyen yerlerin tespiti ve orman sınırları dışına çıkartılması; orman içindeki köyler halkının kısmen veya tamamen bu yerlere yerleştirilmesi için Devlet eliyle anılan yerlerin ihya edilerek bu halkın yararlanmasına tahsisi kanunla düzenlenir.”

Bu yaptırım şimdilerde de yürürlüktedir. Dolayısıyla, “2 B arazilerinin”, satılması değil, değerlendirilmesinde, ancak  “…Ormanlar içinde veya bitişiğindeki köyler halkının kalkındırılması, ormanların ve bütünlüğünün korunması …” amacının gözetilmesi günümüzde de anayasal bir gerekliliktir. Anayasa Mahkemesi’nin geçmişte aldığı iptal kararları ve gerekçeleri de bu kesin gerçeği açıklıkla ortaya koymaktadır.

i) Anayasa Mahkemesi’nin 2924 Sayılı Kanunu”nun 11. Maddesini İptal Gerekçesi:

2924. sayılı yasanın 11. maddesi, 12 Eylül sonrasında;

“…tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık ( antepfıstığı ) gibi tarım alanları ve buralardaki yapı ve tesislerin yerleri; orman sınırları dışına çıkarıldıkları tarihteki fiili durumlarına göre ifraz edilerek, bu yerleri kullanan kişilere, rayiç bedelleri peşin veya on yıllık süre içinde ve eşit taksitle alınmak üzere, Tarım ve Orman Bakanlığınca satılır.”

biçiminde düzenlenmişti. Anayasa Mahkemesi ise 30.3.1993 gün, Esas 1992/48 ve Karar 1993/14 sayılı kararıyla maddedeki; “… kullanan kişilerin adları kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilir…” yaptırımı, “Orman köylüsü olup olmadığına bakılmaksızın bu yerlerin kullanan kişilere satışının yapılmasını sağlayan bu düzenleme Anayasanın 170. maddesine aykırıdır.”  gerekçesiyle, iptal etmiştir. Daha önce de değinildiği gibi, bu karar üzerine 1995 yılında 4127 sayılı yasa çıkarılarak söz konusu maddeye;

31.12.1981 tarihinden itibaren orman köyü nüfusuna kayıtlı olanlar da hak sahibi sayılırlar.”  ve

Rayiç bedelin belirlenerek hak sahiplerine tebliğinden itibaren hak sahiplerince bir yıl içinde satın alınmayan yerler, ihale ile hak sahipliği tanımına uygun üçüncü kişilere, birinci fıkradaki şartlarla satılır.”

eklemeleri yapılmıştır. Böylece “2B Arazilerinin” ancak “orman köylüsü” sayılanlara satılabilmesi zorunlu kılınmıştır. Ancak, bu kez de 2001 yılında 4706 sayılı yasa çıkarılarak satışların Maliye Bakanlığı tarafından yine söz konusu anayasal yaptırımlar gözetilmeden yapılmasına yönelik bir düzenleme yapılmıştır.

ii) Anayasa Mahkemesi’nin 4706 sayılı Yasanın 3. Maddesini İptal

Gerekçesi:

Anayasanın Mahkemesi 23 Ocak 2002 tarihli E: 2001/382, Karar 2002/21 sayılı kararını bu kez aşağıdaki gerekçelere dayandırmıştır:

Anayasa’nın bu emredici kuralı (170. maddedeki-YÇ) nedeniyle yasa koyucunun, bu alanların kullanıcılarına veya başkalarına, hatta orman içi köyler halkına satılmasını veya bu amaçla devredilmesini sağlayacak bir düzenleme yapması olanaklı değildir.

Anayasa’nın 169. maddesindeki orman sınırlarının daraltılmasına olanak tanınan iki halde de, orman sınırları dışına çıkarma sonucu elde edilen alanların değerlendirilmesi açısından herhangi bir ayrım yapılamayacağı, bu yerlerden yararlanmaya ilişkin düzenlemelerin, Anayasa’nın 170. maddesinde öngörülen amaca uygun yapılması gerekeceği kuşkusuzdur.

Bu nedenle, Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin satışı ve bu amaçla devri olanağını getiren dava konusu kural Anayasa’nın 169. ve 170. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.”

 

 

Anayasa Mahkemesi’nin bu kararlarının yanı sıra Sayın Cumhurbaşkanı’nın AKP’nin 2003 yılındaki çıkardığı 4960 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun“u veto gerekçesinin de bu bağlamda göz önünde bulundurulması gerekmektedir:

Yapılan yeni düzenlemeyle, orman niteliğini 31.12.1981 gününden önce yitirmiş alanların, bu duruma kasıtlı eylemleriyle neden olan kişilere satılması yolunun açılması ve işgalcilerin bu yerlerin yasal sahibi olabilmelerine olanak tanınması hukuk devleti ve adalet ilkesiyle bağdaştırılamaz.

Suç işleyerek ormandan yer elde etmiş kişi ya da kurumların bu yolla ödüllendirilmesi, ormana zarar vermeyen, yasalara ve Anayasa’ya saygılı yurttaşların Devlet’e, hukuka ve yasalara güvenini sarsacaktır.

Ayrıca, ormanlık alanların tahribine ve orman varlığının sona erdirilmesine yönelik eylemlere anayasal dayanak kazandırılması, işgale ve ormanların tahrip ve yağmasına süreklilik kazandıracaktır.

Hukuksal statü olarak orman alanı dışına çıkarılan yerlere sahip olanların ya da bu alanlara kurulacak konut ve sınai tesislerin, bu alanlara bitişik ormanlara verebilecekleri zararın nasıl önlenebileceği ise, ayrı bir sorun olarak önemini korumaktadır. “

Görüldüğü gibi, siyasal iktidarın “2B arazilerini” satmak amacıyla şimdilerde yapmaya çalıştığı düzenlemeler, geçmişte de gündeme gelmiş ancak bu doğrultudaki her düzenleme ya Anayasa Mahkemesi durdurulmuş ya da çıkarılan yasalar Sayın Cumhurbaşkanı tarafından Anayasaya aykırı bulunarak veto edilmiştir. Ama şimdi, şimdi veto edilebilecek mi?

ANCAK, ARTIK SİYASAL İKTİDAR DA “AKILLANMIŞTIR.”

“2 B arazilerin”  ne amaçla “değerlendirilebileceği”, -satılabileceği değil, “değerlendirilebileceği” ! –  Anayasa Mahkemesi’nin kararları ve Cumhurbaşkanlığı’nın veto gerekçelerinde bu denli açıklıkla ortaya konulmuşken siyasal iktidarın yeni bir girişimle gündeme gelmesi hiç de yadırganacak bir durum değildir. Siyasal iktidar da “akıllanmıştır” çünkü. Siyasal iktidar söz konusu düzenlemeleri gündeme getirirken;

b “bir gece ansızın”,  sözgelimi, konuyla hiç ilgisiz bir “…Kanunun Kimi Maddelerinin ve Bazı Kanunların Değiştirilmesi Hakkında Kanun Tasarısı…” kapsamında gündeme getirilebilecek ve TBMM’de de kabul edilebilecek yasa değişikliğinin Cumhurbaşkanı tarafından da uygun bulunup Resmi Gazete’de yayımlanacağından emindir;

b  2949 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 53. maddesindeki ”İptal kararları geriye yürümez.” biçimindeki yaptırımın bilincindedir*; yaklaşık iki yıldır, deyiş yerindeyse “kapalı kapılar ardında” yaptığı, arada bir de kamuoyuna yansıtıp olası tepkileri gözlediği söz konusu düzenlemeler ola ki Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilinceye ve iptal kararının gerekçeleri yayımlanıncaya değin, yine deyiş yerindeyse “atı alıp Üsküdar’ı geçmeyi” hedeflemektedir.

Siyasal iktidar haksız da sayılmaz: “2B arazilerinin” öngörüldüğü gibi satılabilmesini olanaklı kılan yasa tasarısı TBMM’den getirildiği gibi geçer, Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanır ve yürürlüğe girer. Ana Muhalefet Partisi Anayasa Mahkemesi’ne başvursa da karar alıncaya, alınan karar Resmi Gazete’de yayımlanıncaya değin yapılmak istenen de kolayca yapılır; bu denli açık !

“2B ARAZİLERİNİN” SATILMASINDA TEMEL AMAÇ

NE DAHA FAZLA AĞAÇLANDIRMA YAPILMASI NE DE ORMAN KÖYLÜLERİNİN” KALKINDIRILMASINI DESTEKLEMEK İÇİN KAYNAK SAĞLANMASIDIR !

Siyasal iktidar yine “takiye” yapmaya çalışıyor.  2005’ye konuyu yine kamuoyunun gündemine getirdiğinde, TOBB ve ATO Başkanları, kendilerini tutamayıp açık olarak belirtmişti. İşte birkaç örnek:

TOBB Başkanı Rifat HİSARCIKLIOĞLU:

Adam, üretim yapıyor, faturasını kesiyor, vergisini ödüyor, istihdam sağlıyor, ama bankadan kredi kullanamıyor. Çünkü işgal ettiği yer için ruhsat gösteremiyor. Teşviklerden yararlanamıyor. Şimdi bu durumdaki kişilere bu araziler rayiç bedelle satılsa üç yararlı sonucu olur: Yasadışı bir duruma hukukilik kazandırırsınız, devlet olarak gelir elde edersiniz ve önü tıkanan sanayicinin önün açarsınız” (21 Ocak 2005 tarihli Hürriyet Gazetesi).

ATO Başkanı Sinan AYGÜN;

Orman vasfını yitirmiş yerlere üç-beş katlı binalar, sanayi siteleri, fabrikalar, is merkezleri yapılmış ama hala bunlar orman olarak gözüküyor. Bunları yıkmak etik ve ekonomik açıdan da uygun değil. Bunları yıkamıyorsun, yıktıramıyorsun, bari parasını al. O konutun değeri neyse o değerden parasını tahsil et. Buraya hizmet götürmüşsün, asfaltı, elektriği, suyu her türlü imkânı var. Biz ormanları alıp, ağaçları kesin ve villa yapın demiyoruz ki. Ağaç yok, bina bitmiş, aradan 25 yıl geçmiş. 2B yasasının çıkmasını istemeyenler bunların üzerinde gayrimenkulleri, fabrikaları olanlardır. Nasıl olsa buraları aldık, yıllardır bedava oturuyoruz, diyenlerdir. Çok büyük bir kaynak yatıyor. Hükümeti bu konuda sonuna kadar destekliyoruz.” (24 Ocak, Tarihli Türkiye Gazetesi)

MÜSİAD Başkanı Ömer BOLAT:

“…2B uygulaması konusunda, is dünyası giderek bir fikir birliği içinde oldu.”   (1 Şubat 2005, www.haber7.com.).

“İş dünyası” bu denli istekli ve de destekçi olduğuna göre siyasal iktidarın “2B arazilerini” satmama, “2B arazilerini” kamu yararının gerektirdiği biçimde değerlendirme seçeneği olabilir mi?

 

 

Kısacası; siyasal iktidar “2B arazilerini” satmakta bu denli ısrarlı olmaktadır çünkü, 2003 yılında olduğu gibi şimdilerde de;

b  genel seçimler öncesinde istediği gibi kullanabileceği gelir sağlamayı,

b  özellikle de sermaye birikim sürecine yeni olanaklar sunmayı.

b  yandaş belediyelere yeni imar alanları açmayı

amaçlamaktadır. Bu gerçeği gözden kaçırmak, özellikle de siyasal iktidarın;

b  ağaçlandırma çalışmalarına kaynak bulmak,

b  “orman köylülerinin” kalkındırılmasına destek sağlamak,

b  işgalcilerin bedava yaralanmalarını ortadan kaldırmak

vb gerekçelerine inanmak büyük bir yanılgıdır.

SİYASAL İKTİDAR İŞİN KOLAYINA KAÇIYOR…

Siyasal iktidar:

b  Dünyada başka hiçbir uygulama örneği görülmeyecek “2B uygulamasını” hem gereksiz hem de olanaksız kılacak anayasal ve yasal düzenlemeler yapmıyor,

b  “2B arazilerinin” kamu yararına değerlendirilmesini –bir kez daha yineliyorum; “satılmasını” değil, “değerlendirilmesini” !– sağlayacak çabalara girmiyor,

b  “orman” sayılacak yerlerin sınırlarının belirlenmesi, tapuya tescil edilmesi çalışmalarını gerektiğince hızlandırmıyor; mülkiyet sorunlarını çözümlemiyor,

b  orman” sayılacak yerlerin sınırlarını belirleme çalışmalarının ormancılık bilgisi ve tekniğinin gereklerine göre yapılabilmesini olanaklı kılabilecek hukuksal ve kurumsal düzenlemeleri yapmıyor;

b  ilgili bilim ve araştırma kuruluşları, Anayasanın 135. maddesinde sözü elden Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile hiçbir biçimde işbirliği yapmıyor.

Bu, çok beklendik bir tutum kuşkusuz: Siyasal iktidar öteki kamusal varlıklar gibi 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinin “B” bendi uyarınca artık “orman” sayılmayan yerleri yalnızca satmayı düşünüyor çünkü; yalnızca satmayı…

PEKİ, NE YAPILMALI ?

Evet, siyasal iktidar tam bir tüccar “ketumluğu” ve keyfiliği içinde hareket etmektedir. Ancak, TBMM’nin Anayasanın 33. maddesinde açıklanan “bilgi edinme yollarının” gerektiği gibi kullanılmasıyla, kitle iletişim araçlarının ve demokratik kitle örgütlerinin çabalarıyla siyasal iktidarın bu “ketumluğu”, keyfiliği aşılabilir; aşılması gerekmektedir. Bu bağlamda ayrıntılı olarak açıklanması zorunlu 3 soru vardır:

 

 

 

“2B arazileri”;

1)   şimdiki kullanım biçimleri, kullanım ve değişim değerleri kimler tarafından ve nasıl belirlenmiştir;

2)   en uygun kullanım biçimlerinin ne olması gerektiği yersel olarak belirlenmeden, böylesi bir belirlemeye dayalı kullanım planlaması yapılmadan kamu yararına nasıl değerlendirilebilecektir;

3)   değerlendirilmesine yönelik karar ve uygulama süreçlerine Orman, Orman-Köy İlişkileri, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlükleri ile Anayasanın 135. maddesinde sözü elden Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları nasıl katılabileceklerdir?

Bu zorunluluk yerine getirilmediğinde yapılabilecek olanlar, deyiş yerindeyse “gölge boksu” olmaktan öteye geçemeyecektir.

Öte yanda, “başka ne yapılmalıdır?” sorusu ise şöylece yanıtlanabilir:

1)   Orman kadastrosu çalışmaları ve dolayısıyla da daha önce “orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin” değerlendirilmesi ve bu kapsamda da satılması ile ilgili iş ve işlemler, aşağıda 2 ve 3. bentlerde açıklanan gerekler yerine getirilinceye değin durdurulmalıdır.

2)   6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2, 7-11. maddeleri değiştirilmelidir. Bu kapsamda;

a)  2. maddeyle herhangi bir yer için  “orman sınırları dışına çıkarma” kararının verilebilmesi için;

  • · “su ve toprak rejimine zarar vermeme”,
  • · “orman bütünlüğünü bozmama”,
  • · “çevresindeki orman ekosistemlerinin tüm öğeleriyle kendisini yenileyebilme gücüne zarar vermeme” ve
  • · “ormancılık çalışmalarının etkenlik, verimlilik ve kârlılık düzeylerini düşürmeme”

koşullarının eş zamanlı olarak aranması sağlanmalı; yerleşme yerine dönüşmüşlerin dışındaki “2B arazileri” bu koşulları sağlayıp sağlamadığı belirlenmeli; sağlamayan yerler yeniden “orman” sayılan yerler kapsamına alınmalıdır.

b)   6831 sayılı Orman Kanunu’nun 7. maddesi, orman kadastrosu üye bileşimi; “ormancılık bilimi ve tekniğinin gereklerinin yerine getirilebilecek” biçimde düzenlenmelidir.

c)    6831 sayılı Orman Kanunu’nun 8-11. maddeleri; “orman sınırları dışına çıkarma” kararlarına, yerel orman işletme müdürlükleri ile TMMOB Orman Mühendisleri Odası başta olmak üzere ilgili öteki sivil toplum kuruluşlarının itiraz edebilme olanağı getirilmelidir.

3)   3402 sayılı Kadastro Kanunu’yla görevlendirilen kadastro ekiplerinin “orman kadastrosu yapabilme” olanağı kaldırılmalıdır.

4)   Orman sınırlarını belirleme ve tapuya tescil çalışmaları beş yıldan daha kısa bir süre içinde bitirilmelidir.

5)   Orman kadastrosu ve tescil çalışmaları bitirildikten sonra Anayasanın “orman olarak muhafazasında yarar görülmeyen yerler…” ile “…tarihinden önce orman niteliğini tam olarak yitirmiş…yerlerin” orman sınırları dışına çıkarılmasına olanak veren hükümleri ile 6831 sayılı Orman Kanunun 2. maddesi ve ilgili Yönetmelik tümüyle yürürlükten kaldırılmalıdır.

6)   Orman kadastrosu çalışmaları sırasında herhangi bir nedenle “orman sınırları dışına çıkarılan” yerlerden “şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak” bulunduğu yerler, bu tür eylemleri caydırıcı düzenlemelerle değerlendirilmeli; h “su ve toprak rejimine zarar vermeyen”, h “orman bütünlüğünü bozmayan”, h “çevresindeki orman ekosistemlerinin tüm öğeleriyle kendisini yenileyebilme gücüne zarar vermeyen” ve h “ormancılık çalışmalarının etkenlik, verimlilik ve kârlılık düzeylerini düşürmeyen” tarım ve hayvancılık yapılmakta olan yerlerin ise, Anayasamızın 170. maddesinde öngörüldüğü gibi, devlet eliyle imar ve ıslah edildikten sonra arazi kullanım planlarına uygun olarak “orman içi köylülerinin” kısmen veya tamamen yerleştirilmesine tahsis edilmesi sağlanmalıdır.

***

 

 

 

SONUÇ

Evet, siyasal iktidar tam bir tüccar “ketumluğu” ve keyfiliği içinde hareket etmektedir. Ancak, TBMM’nin Anayasanın 33. maddesinde açıklanan “bilgi edinme yollarının” gerektiği gibi kullanılmasıyla, kitle iletişim araçlarının ve demokratik kitle örgütlerinin çabalarıyla siyasal iktidarın bu “ketumluğu”, keyfiliği aşılabilir; aşılması gerekmektedir. Bu bağlamda ayrıntılı olarak açıklanması zorunlu 3 soru vardır: “2B arazileri”;

  1. şimdiki kullanım biçimleri, kullanım ve değişim değerleri kimler tarafından ve nasıl belirlenmiştir;
  2. en uygun kullanım biçimlerinin ne olması gerektiği yersel olarak belirlenmeden, böylesi bir belirlemeye dayalı kullanım planlaması yapılmadan kamu yararına nasıl değerlendirilebilecektir;
  3. değerlendirilmesine yönelik karar ve uygulama süreçlerine Orman, Orman-Köy İlişkileri, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlükleri ile Anayasanın 135. maddesinde sözü elden Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları nasıl katılabileceklerdir?

 

1982 Anayasasının 169 ve 170. Maddelerinde “orman vasfını” yitirdiğine karar verilen yerlerin artık orman sayılmamasını sağlayacak yaptırımlar değiştirilmedikçe,

yapılabilecek olanlar, deyiş yerindeyse “gölge boksu” olmaktan öteye geçemeyecektir.


* Nasıl olmayabilir ki; “büyük” anayasa bilgini Burhan Kuzu İÜ Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi iken “Anayasa Mahkemesinin İptal Kararlarının Geriye Yürümezliği Sorunu” başlıklı incelemeler yayımlamıştır.


Borusan ile Bazı Medyanın 25 Kasım HES Eylemine Yönelik Dezenformasyon Haberleri hk.

25 Kasım akşamı Borusan’ın Çoruh Aksu Vadisinde yürütmekte olduğu HES katliam projeleri Çoruh Aksu Vadisi Koruma Platformu ile yaşam savunucuları tarafından protesto edildi. Basın açıklamasının ardından Direnişin Ritimleri ve tulum eşliğinde eyleme devam eden aktivistler polis müdahalesi ile karşılaştı. Yaşanan olayların bazı medyada  “bilinçsiz çevreciler konser bastı” şeklinde yansıtılması üzerine Coruh Aksu vadisi Koruma Platformu bir açıklama geçti.

 

Kamuoyuna Duyurulur

25 Kasım akşamı Borusan’ın Çoruh Aksu Vadisinde yürütmekte olduğu HES katliam projelerini Çoruh Aksu Vadisi Koruma Platformu olarak bir kez daha protesto ettik. (Dün okunan basın açıklaması ektedir.)

Eylem sonrasında, Sanatı, katlettikleri Aksu Vadisi ile besleyen Borusan eylemimizi ve bizleri sanat düşmanı olarak yansıtmaya çalışmıştır. Oysaki eylem, sanata veya muzisyenlere degil Borusan’ın sanatı besleyen insana ve doğaya olan yıkımına karşı bir eylemdir. Bizler bütün bu sanata olan desteğin yıkımla, canlıların, derelerin, vadilerin, KULTURLERIN YOK EDILMESIYLE elde edildiğini dile getiriyoruz… Amacımız Aksu’nun sesini doğanın, isyanın ritimleri ile duyurmaktır… 

Lütfi Kırdar önündeki eylemde konser girişleri bittikten sonra, yaptıkları müziğe kapı önünde devam etmek isteyen Direnişin Ritimleri grubuna polis aniden müdahale etmiş; yere düşen bir kadın arkadaşımız hem de Kadına karşı Şiddete hayır Günü’nde tekmelenmiştir. Bunun üstüne oluşan tepkilerle arbede yaşanmış ve daha bir çok arkadaşımıza şiddet uygulanmıştır.

Bu durum Borusan’ın ticari ilişkide olduğu bazı büyük medya kuruluşları tarafından “bilinçsiz çevreciler konser bastı” şeklinde haberleştirilerek saptırılmaya çalışılmış; gerçekleri yazmak yerine Borusan şakşakçılığı yapılmıştır…

Ortada konser basmak gibi bir durum olmadığı, görüntülerden de apaçık ortadadır. İçeri girmek gibi bir teşebbüs olmamış, yalnızca eyleme kapının tam önünde devam edilmek istenmiş ve özel güvenlik ile polisin yarattığı gerginlik sonucu itişme yaşanmıştır.

Bazı basın kuruluşları ise basın açıklamamıza ve gerçekte yaşananlara neredeyse hiç yer vermeyerek yaptıkları haberlerde, Borusan’ın gerçekleri yansıtmayan açıklamalarına ise tam yer vermiştir.

Borusan eylem sırası ve sonrasında medya ve kamuoyuna “şeffaflık ilkesi gereği açmış olduğu” iyienerji.net sitesini paylaşmış, yaptıkları bildirilerle her şeyin güllük gülistanlık olduğu görüntüsünü vermeye çalışmıştır.

Borusan sitesinde Aksu vadisinin birkaç fotoğrafını yayınlayarak herkesi aptal yerine koymaya çalışmaktadır. Bu fotoğraflar arasında neden ağaçları keserlerken, borularla kimyasal atıklarını derelere akıtırken, çimento akan dereler kırmızı benekli alabalık cesetleriyle doluyken ve diğer canlılarin yasam alanlari yok edilirken, ya da kepçelerle mezarlara girerkenki görüntüleri yoktur? Borusan’ın şeffaflığı oturdukları yerden bilmezden, görmezden gelmekten ibarettik. Basını ve kamuoyunu açıkça kandırmaya, yanlış yönlendirmeye çalışan Borusan’ın ta kendisidir.

Borusan’ın dezenformasyon kampanyası kapsamında kendi kurumsal sitesinde Aksu’nun mazide kalan cennet fotoğraflarını kullanması ise pek isabetli olmuştur; böylelikle katliamlarının boyutu daha çarpıcı şekilde ortaya çıkmaktadır. Aksu’dan güncel fotoğraflarını görebilmek için   http://www.facebook.com/coruhaksuvadisi adresini ziyaret edebilirsiniz.

Hidroelektrik santraller konusunda gerçeği bir kez daha tekrar ediyoruz: 

Pompalanan tüketim çılgınlığının karşılamak için enerji bahanesiyle  Türkiye’nin her yerindeki akarsular, doğayı yok etme pahasına kâr peşinde koşanların yoğun saldırısı altındadır. 2000’e yakın HES projesiyle, sularımızın kullanım hakkı şirketlere devrediliyor, yatağında özgürce akan su bırakılmıyor ve sular tünellere hapsedilerek ekosistemler yok ediliyor. Sularımız şirketlere satılıyor, tarımın doğduğu Anadolu topraklarında doğa, tarım, köylülük, kültürler yok ediliyor, Anadolu insansızlaştırılıyor, yaşam alanları yok edilen bu insanlar göç etmek zorunda bırakılarak, şehirlerde tüketici ve şirketlerin kölesi haline getiriliyor.

Borusan da bu yağmadan pay kapmaya çalışan bir akbaba edasıyla 2007’de enerji şirketlerini kurmuş, yukarda  açıklanan düzenle HES lisanslarını kapmış, sonra da bunları “yatırım” diye göstererek şirket hisselerini Alman Energie Baden-Württemberg AG şirketine satarak “pek karlı bir operasyon” yaptığı hayaline kapılmıştır. Alman ortaklarına kurdurdukları hayalleri de yıkacağımız için peşinen özür dileriz (!)…

Borusan’ın dezenformasyon kampanyalarının ise yanıtsız kalacağı düşünülmesin. Yalanları tüm açıklığıyla ifşa eden ayrıntılı rapor çok yakında açıklanacaktır.

Çoruh Aksu Vadisi Koruma Platformu

http://www.facebook.com/CoruhAksuVadisi/

aksuvadisi@gmail.com 

 

BASIN BİLDİRİSİ – 25 KASIM 2010

Değerli basın mensupları ve yaşam savunucuları,

Çoruh Aksu Vadisini topyekûn yok etmeye girişen, bu yok edişe yasal ve vicdani kılıf arayan Borusan’ı ifşa etmek için bir kez daha biraya geldik.  Ey Basın Mensupları, Ey Sanatseverler, Ey Duyarlı İnsanlar! Çoruh Aksu Vadisi’ni tanıyınız! Bizleri var eden Anadolu’nun çığlığına kulak veriniz! Sanat sevginizin Anadolu’nun katline kılıf edilmesine izin vermeyiniz! Kar hırsıyla Anadolu’yu geri dönüşsüz bir yıkıma sürükleyen bu doğanın yok edicileri kanlı ellerini sözde kültür sanat etkinlikleriyle yıkayabileceklerini zannediyor! Bu oyuna alet olmayınız!

Borusan’ın, geçen haftalarda yayınladığı ve çok değerli yaşam savunucularını ve biz vadi halkını hedef alan açıklamasını esefle kınıyoruz!. Borusan; yok edilmeye karşı ortaya koyduğumuz tabii tavrımızı, gösterilen özenden bihaber ve yanlış yönlendirilmiş olmakla açıklamaya çalışarak, adeta incitmeden öldürmekte olduklarını itiraf etmiştir. Kendilerini; çevreye, kültüre ve sanata değer veren, destek veren bir kuruluş olarak tanımlamaları, naturası sağlam olanların bile midesini bulandırmıştır. Yaptıkları açıklamalar ile yalan ve çarpıtmalarını açıkça zikrederek, nasıl bir çelişki içerisinde olduklarını sergilemişlerdir. Böyle bir durumda, yüzlerinde kan dolaşımı devam eden herkesin yüzünün kızarması gerektiğine inanıyoruz.

Değerli basın mensupları; bu doğa harikası vadinin hayat kaynağı, can suyu; HES yapımı gerekçesiyle, gözünü para hırsı bürüyenlere, bir yerlere çıkabilmek için halkın sırtına basarak, halkı ezerek, çevreyi yaban hayatını hiçe sayarak yok edenlere, sözde topluma katkı yapan, sanatın ve doğanın dostu bilinen, köy projeleri olan Borusan’a peşkeş çekilmiştir.

Kendi söylevleri ile taraftarlarına tavsiye ve öneri sunarken çırpınan, çırpındıkça battığının farkına varmayıp suçüstü yakalanışına şahit olduğumuz Borusan’ın yıkımları acımasızca devam etmektedir.

Borusan idea ediyor, ağaç kesmedik, balık öldürmedik, mezarlardaki kemikleri kepçelerle çıkarmadık diyor. Hadi oradan…

Yayınladıkları raporda Vadide şu ana kadar 240 adet ağaç kesildiği ve buna karşılık Orman Bakanlığına binlerce ağaç dikimi taahhüt edildiği ifade etmişler. Madem ağaç kesmediniz neden orman bakanlığına binlerce ağaç parası verdiniz? Hâlbuki sayısını bilemediğiz kadar sadece ceviz ve fındık ağaçları yok edilmiştir. Kaba bir hesapla 10.000 in üzerinde yetişkin ağaç kesilmiştir.

İş makinelerinin rahat geçebilmesi için mezar duvarlarını yıkan, çıkan kemiklerin üstünü örtmeye çalışan sizler değil miydiniz?

Geçen hafta yine onlarca balık öldü, tünel çalışmaları sırasında derenin günlerce gri aktığını ve binlerce balığın ters dönerek Çoruh’a doğru sürüklendiklerine vadide bulunan herkes defalarca şahit olmuştur.

Bu sular, yeşil deyince parayı hatırlayanlar için belki boşa akıyor olabilir ama bu vadileri yurt edinenler için bu suyun bir damlası dahi boşa akmamaktadır.

Su boşa akar demek doğanın varoluşuna hakarettir. Böyle lümpen söylemlerle, sözde enerji gerekçesiyle Türkiye’nin her yerindeki akarsular, doğayı yok etme pahasına kâr peşinde koşanların saldırısı altındadır. 2000’e yakın HES projesiyle, sularımızın kullanım hakkı şirketlere devrediliyor, sular tünellere hapsediliyor, yatağında akan su bırakılmıyor. Anadolu dünyanın en önemli doğal kaynağı haline gelen suların paylaşım savaşlarının sahnesi edilmiştir. Sularımız şirketlere satılıyor, tarımın doğduğu topraklarda doğa, tarım, köylülük yok ediliyor… Kendileri de HES patronu olan büyük medya kuruluşları, büyük reklam veren olan HES şirketlerini ürkütmek istemeyen medya kuruluşları sistematik sansür uyguluyor. Bizler mankafa edici magazin bombardımana tutulurken topraklarımız ayaklarımızın altından çekiliyor, ortak ruhumuzun kalesi Anadolu yok ediliyor!

Hükümet son olarak sözde Tabiatı Koruma Kanunu tasarısını meclise sundu: Bu yasa tasarısı tüm doğal sitleri otomatik olarak kaldırıp, korunan alan yada değil, tüm yasam alanlarımızı sermayeye sınırsız sunmak üzerine kurgulanmıştır. Mevcut durumda bile sit alanlarının yok edilmesine yönelik “projeler” devam ederken bu çıkartılmak istenen “yasa” ile Türkiye’nin dereleri vadileri ovaları, kültürel varlıkları ve tarihi  “rant” uğruna “yasal” olarak yok edilecek ve çevreciler yaşam savunucuları yasadışı ilan edilecek. Uyanın artık!

Aksu Vadisi ve halkı adına sizlerden açık kalplilikle beklentimiz şudur: Biz bu projenin A dan Z ye yanlış olduğunu, kamu yararının yapılmasında değil, yapılmamasında olduğunu biliyoruz. Bizim ve vadide yaşayan diğer tüm canlıların, yani bitki ve hayvan varlığının hayat kaynağını oluşturan suyun alınmasıyla bu varlıkların tümünün yok olacağına, bölgede onarılamaz sosyal ve çevresel felaketlere neden yadsınamaz bir gerçektir. Aksu Vadisi haklı davasından asla vazgeçmeyecek, sonuna kadar yaşam alanlarını savunmayı sürdürecektir. Katil Borusan Aksu’da yaptığı yıkımı son taşına kadar telafi etmeden bu isyanı durduramaz, vadinin gerçek sahipleriyle uzlaşamaz! Sizleri de Borusan’ın gerçek yüzünü görmeye, topraklarımıza sahip çıkmaya davet ediyoruz.

Katil Borusan Aksu’dan Defol!

Çoruh Aksu Vadisi Koruma Platformu

http://www.facebook.com/CoruhAksuVadisi/

aksuvadisi@gmail.com 

 

Bir Coruh Aksuludan…

“Arkadaşlar bunlar bize çok çektirdiler…

Aksu’yu delik deşik etmeleri yetmedi… Kevgiri bilir misiniz? Kevgire çevirdiler…

Yolu genişletiyoruz diye mezarlıkları altüst ettiler,

Kemikleri toplayıp dolgu malzemesi olarak kullandılar…

Köylünün bağı, bahçesi, mahsulu balçıkla sıvandı.

Suyla taşınan tünel inşaatı atıkları tarım yapılan tarla zeminlerinde kalın beton tabakaları oluşturdu.

Mahsul daha ışığı göremeden kurudu…

Tünellerden çıkan kimyasal atıkları borularla Aksu çayına akıttılar, Aksunun tam kalbine…

Uyardık, tepki gösterdik. Balıklar zehirlenecek dedik, zehirlenip öldüler…

Taş kırma makinesinin olduğu dönemde gökyüzü tozdan görünmüyordu,

Nisanda çamur yağdı tepemize…

Tünelden çıkardıkları hafriyatı vadi tabanına boşalttıkları gibi

asırlık ceviz ağaçları kepçelerle köklediler…

İnsaat artık bitmek üzere ama BORUSAN kabusu bir türlü bitmek bilmiyor…

Şimdi de yüksek gerilim ile cebeleşiyoruz. Başımıza gerilim ağını örmeye başladılar bile…

Biliyor musunuz Aksu’da çocuklar dinamit sesleri altında, kafalarında kaskla okula gidiyorlar…”

 

Yaban Hayatı Geliştirme Sahası olduğu için “Kamp yapanların ve vadi halkının yüksek sesle müzik dinlemesinin bile yasak olduğu”, zengin bir biyocesitlilige sahip bir sit alanı ve dünya ölçeğinde korunması gereken 305 Önemli Doğa Alanı’ndan (ÖDA) biri olan Coruh Aksu Vadisi, Çevre ve Orman Bakanlığının, yerel halkin doğa hakkını ve yasaları ihlal ederek 49 yıllıgina sattigi “Sanatın ve Çevrenin Dostu” oldugunu iddia eden BORUSAN tarafından dereleri ve tum canlilariyla birlikte yok ediliyor… 

Patlatilan dinamitlerle HES (Hidro elektrik santral) tünellerinden çıkan on binlerce ton moloz dere yatağına döküldü. Bu molozla önce dere yatağında herkesin ortak kullanımındaki ceviz, meyve ağaçları, meralar ve canlı yaşamı son buldu. Bunu kırmızı benekli alabalıkların ölümü izledi. Yasadışı yürüyen bu inşaatlar bitmedikçe sıra diğer canlılara ve bize gelecek. Santraller bittiğinde suyumuz yatağından özgürce akmak yerine kilometrelerce uzunluğundaki tünellerle başka yerlere taşınacak. HES’in 15-20 senelik ömrü bittiginde ise derelerden geriye bataklik kalacak. Bu da buradaki insan yaşamıyla birlikte boz ayıdan vaşağa, yaban horozundan dağ keçisine diğer tüm canlıların da yok olması anlamına geliyor…

Yaşam alanlarının yok edilmesine karşı Çoruh Aksu Vadisi köylüleri uzun süredir örnek gösterilecek bir mücadele veriyor. Coğrafyanın her bir yanına dağılmış Aksu’lular yaşam alanlarını savunmak için doğdukları vadiye akın ediyor, yapılması planlanan HES talanına karşı direniş gösteriyor…

Aksu vadisini yerle bir eden BORUSAN sanata verdiği sözde önemi ne yazık ki YAŞAMA vermiyor. Suyumuzu, toprağımızı canlı yaşamını yok etmekte bir an olsun tereddüt etmiyor. Gitmeli ve görmelisiniz! Aksu Vadisinin ağaçları, çoşkun Çoruh ve kırmızı benekli alabalık can çekişiyor. BORUSAN Aksu Vadisindeki talanını aralıksız sürdürmeye devam ediyor…