“Hava”dan para kazananlar, doğaya ve emeğine sahip çıkanlara söz söyleyemez – Mehmet Polat

 Bu yazı Antalya kaynaklı “Sekiz Sayfa Haber” sitesinde 29 Temmuz’da yayınlanan ve “karbon danışmanı” Aynur Uysal’la yapılan  “HES’lere doğalgaz lobisi karşı çıkıyor” başlıklı röportajdaki iddialara yanıttır. (http://www.sekizsayfa.com/haber/6526–hes39lere-dogalgaz-lobisi-karsi-cikiyor.html)

Ülkemizin her köşesindeki sayısız HES karşıtı gibi ben de bu yapılara karşıyım. Şirketlerden çıkar ya da destek beklemek bir yana,  bu işleri gönüllü yapıyoruz. Önce “karbon danışmanlığı”nın ne olduğu üzerinde duracağım, ardından en küçük bir bilgi kırıntısı dahi taşımayan bu iddiaları irdeleyeceğim. Amacım Uysal gibi insanlara laf yetiştirmek değil, her zaman ve her durumda dert sahiplerinin yanında olduğumu ifade etmek.

Karbonla ilgili danışmanlık, uzmanlık, müdürlük gibi işler daha çok son yıllarda duymaya başladığımız ve genellikle büyük miktarlarda enerji tüketen ya da üreten kurumlar için verilen bir hizmet türünü ifade ediyor. Dünyayı yıllar boyu hoyratça kullanarak yok etme sınırına yaklaştıran şirket ve ülke yöneticilerinin de artık yaşayacak başka yerleri olmadığını fark etmeye başlamasından beri,  kapitalizmi daha az zararlı kılmak için bu tür işler yapılıyor. Bu alandaki uzman kişilerin işi, şirketlerin kârlarını korumak amacıyla atmosferi nasıl daha az kirleteceklerini ya da “yenilenebilir enerji” alış verişini en kârlı biçimde nasıl yapacaklarını bilmek. Büyük şirketlerin genellikle bu işler için ayrılmış bir bölümü varken, küçükler gerek duydukça uzman kişi ya da kuruluşlardan hizmet satın alıyor.

Anlaşılacağı üzere Uysal başta enerji şirketleri olmak üzere gerek duyan her şirkete ücretli hizmet sunmaktadır. Dolayısıyla önce şunu belirleyelim: Harcadığı emeğin niteliği bakımından kendini “çevreci” dediği kişilerle karşılaştıracak durumda değildir. Çünkü kendisi para kazanmak için, sözünü ettiği insanlar gönüllü çalışırlar. Bu yüzden Uysal’ın HES karşıtlarını kendisi gibi çıkar amacıyla çalışıyorlar sanması, bilinçsizce yapılmış bir eşitlik kurma çabasıdır. Ayrıca işinden dolayı hiç kimse Uysal’ı “HES şirketlerince destekleniyor” diye tanımlamazken kendisinin kalkıp HES karşıtlarını bu biçimde suçlaması, işgüzarlıktır. Üstelik bunu “dedikoduları dolaşıyor” diye ifade etmesi, işgüzarlıktan da öte bilerek yapılan bir karalamadır. Kim, nereden, nasıl bir çıkar elde ediyorsa; hemen açıklamalıdır. Açıklayamıyorsa, sarf ettiği sözler için özür dilemelidir.

Bir de röportajda dikkati çeken şu var: Uysal biraz da küçümseyerek “çevreci” dediği insanların galiba her şeye rasgele karşı çıktığını,  uçuk kaçık kişiler olduğunu, laf etmekten başka iş yapmadığını sanıyor olmalı. Çünkü hakkımızda yalan yanlış bilgilerle köylüleri kandırarak olay yaratıyormuşuz gibi konuşuyor. Oysa buna karşılık kendi gibileri köylülere gerçekleri anlatıyor, HES şirketlerinin yöredeki insanlara iş vermesini, “sosyal sorumluluk projeleri” kapsamında okul, su, yol gibi eksiklerin giderilmesini sağlıyormuş…

Uysal gerçekten bilmiyor: Bir köyde HESe karşı çıkanlar, o köyde yaşayanlardır. Hiç kimse uzaktan gelerek köylüyü köyünde kandıramaz. Bu projelere toprağı elinden alınan, ağacı kesilen, atalarının mezarları bile baraj gölleri altında kalan ve sonunda su bolluğu içinde su sıkıntısı çeker hale gelen insanlar karşı çıkıyor. Bunlara suyun hayat olduğunu bilen ve kullanım hakkının bir şirkete verilmesini yanlış bulanlar karşı çıkıyor. Bu projelere yalnızca insanlar değil; ağzı dili olmayan kurt, kuş, ağaç, böcek, tüm canlılar karşı çıkıyor.  Tabi karbon ticaretinden elde edilen kazançlarla kulağı insan sesine bile kapatılanlardan doğanın sesini duymasını bekleyemeyiz. Çünkü onlar buna benzer yörelerde dağıttıkları üç beş kuruşla ve sağladıkları kırık dökük birkaç küçük işle; köylüyü köylüye ve köyü komşusuna düşman ediyorlar. HES şirketleri sayısız örneğini verdikleri uygulamalarla köylerimizde geleneklerimizi hiçe sayıyor, paranın her şeye muktedir olduğunu bilinci yayıyor,  rekabet yaratıyor ve düşmanlık tohumları ekiyorlar. Bunlar mı “sosyal sorumluluk”?

Ve şunu da eklemek istiyoruz: Bir köyün, okul, köprü, yol vs. eksiğini gidermek için yakınlardaki bir su kaynağını, ormanı ya da maden alanını neden ille de bir şirkete vermek gerekiyor? Uysal köylerdeki eksiklerin giderilmesini çok istiyorsa, şirketlere danışmanlık etmek yerine doğrudan köylülerin yanında yer almalı ve elinden başka bir şey gelmiyorsa bile en azından köylülerimizin sorunlarını duyurmaya çalışmalıdır. Bu tür sorunları çözecekmiş gibi şirketleri köylerimize, dağlarımıza, meralarımıza, su kıyılarına yerleştirmek yanlıştır. 

HESlere karşı çıkış nedenimiz aslında hükümete muhalefet etmek mi?

Uysal’ın iddialarından biri de HES karşıtlarını körü körüne iktidar partisine muhalefet etmekle suçlamasıdır. Ona göre “iktidar ne yaparsa kötü yapar” mantığıyla böyle davranıyoruz. Acaba Uysal hiç HES karşıtı bir çalışma görmüş mü?  İktidar partisinden belediye başkanlarının, il ve ilçe yöneticilerinin, hatta bakan ve milletvekillerinin bile en azından yörelerindeki HESlere karşı çıktığını biliyor mu?  Belli ki bunlardan haberi yok ve kulaktan dolma konuşuyor.

HES karşıtlığı tüm canlıların su hakkını savunduğu için doğası gereği siyaset, cinsiyet, kültür, bölge ayrımcılığı içermeyen bir toplumsal muhalefet hareketidir. Ayrıca hangi nedenle olursa olsun insanlar HESlere durduk yerde karşı çıkmaz. Mutlaka önceden o yakınlarda “hiçbir zarar vermeyeceği” gerekçesiyle bir HES kurulmuş, köylüler mağdur edilmiş ve bunun üzerine yenilerinin yapılmasına karşı çıkılmıştır.

Örneğin Antalya Akseki Gümüşdamla köyündeki HES karşıtlığı böyledir. Daha önceden yöreye yapılan ve şu an inşaatı süren projelerin zararları sürekli yaşandığı için köylülerimiz HES istemiyor. Çünkü heyelanlar yüzünden yöreleri yaşanmaz halde. Bu arada başka yörelere kurulan HESlerin zararlarını ayrıntılı olarak öğreniyor ve daha çok karşı çıkma gereği duyuyorlar.

Fethiye Karabel mevkiindeki Eşen I HES 6 bin dönüm verimli tarım arazisinin su altında kalmasına yol açtığı ve tarlalar “acil kamulaştırılma” kapsamında yok pahasına köylülerin ellinden alındığı için, yöredeki başka HESlere de karşı çıkılıyor.

Türkiye’deki toplam sayıları 2 bin 200 dolayında olan HES projelerinin yaklaşık üçte biri Doğu Karadeniz’de yer alıyor. Bunların küçük bir kısmı yapıldığı ve sayısız zarara yol açtığı için yörede büyük bir HES karşıtlığı var.

Ülkemizde HES kapsamında yürütülen işlemler, aslında tatlı su kaynaklarının küresel ölçekte özel şirketlere devredilerek karlı biçimde işletilmesi çabalarının bir parçasıdır. Bu özelleştirmeci ve piyasacı anlayış 1980’den beri ülkemizde de uygulanıyor. Yakın zamana kadar HES kurma girişimleri “yap işlet devret” modeline göre yürütülüyordu. Bugünkü yaygınlığına ulaşması, şu anki iktidar partisinin çabalarıyla olmuştur. O bakımdan HES karşıtlığının hükümet kararlarını eleştirmekle ilintisi vardır ama bundan ibaret de değildir.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) bu hükümetten önce, 2001 yılında kuruldu. Suların kullanım hakkının 49 yıl süreyle şirketlere devredilmesi yönetmeliği 26 Haziran 2003’de çıkarıldı. Ardından HES yapılmasında yaşanan sorunlara bağlı olarak bu hükümet döneminde bir dizi mevzuat değişikliği yapıldı. Bunların hepsi de şirketlerin çıkarlarına öncelik tanır niteliktedir.

Önce 2007 yılında DSİ Enerji Bakanlığından alınarak, hiç ilgisinin bulunmadığı Çevre ve Orman Bakanlığına bağlandı. Çünkü HES izinleri bu bakanlıkça verilirken, suları kamu adına yöneten ve başka bir bakanlığa bağlı olan DSİ ile sorunlar yaşanıyordu. Ardından, bugün elektrik üretiminden dağıtımına kadar tüm sektörü kapsayacak biçimde enerji piyasasının özelleştirilmesine ilişkin yasal düzenlemeler yapıldı. Mahkemelerin HESler aleyhine verdiği kararların önüne geçmek için Çevre Kanunundan Mera Yönetmeliğine, ağaç kesimlerinin kolaylaştırılmasından milli parklarla ilgili düzenlemelere ve karbon borsasının kurularak HESlerden üretilecek elektriğin uluslararası piyasalarda kolayca satımına kadar bir dizi mevzuat değişikliği gerçekleştirildi. Elektrik üretim lisanslarının alınış tarihlerine bakılırsa, buna benzer her düzenlemenin ardından lisans sayısında bir sıçrama olduğu görülür.

Mevzuatta HES şirketleri lehine yapılan bu düzenlemeler yetmez gibi, 13 Mayıs 2011 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan “Su Yapıları Denetim Yönetmeliği”ne göre bugüne kadar HESlerin DSİ tarafından yapılan denetim işlemleri de artık özel şirketlerce yürütülecek. Bu yüzden Uysal’ın röportajında bu işleri hâlâ kamu kurumları yapıyormuş gibi konuşması ve içimizin rahat olmasını söylemesi boşunadır. Anlaşılacağı üzere çayın kuşu, çayın taşıyla vuruluyor. Başka toplumsal dengelerin yanı sıra şirket ve halk arası hakkaniyeti de gözetecek olan kamu kurumlarının yerini, artık yalnızca kâr amacıyla çalışan şirketler alıyor.

Yine de, Uysal’ın kendini hiçbir zaman iktidar partisine muhalefetle sınırlamayan HES karşıtlığını böyle yapıyorlar diye suçlamasının anlaşılır bir yanı var. Her ne kadar HES karşıtları yaşamı savunurken siyaset ayrımı yapmıyorsa da,  doğa ve topluma zarar veren mevzuat değişikliklerinin çoğu bu hükümet döneminde gerçekleşti. Kaldı ki kimi düzenlemeler eski bile olsa; sakıncalarını gidermek şöyle dursun, bu hükümet tarafından daha da ilerletildi. Dolayısıyla Uysal’ın HESlere karşı çıkışı hükümete karşı çıkmak gibi anlaması normal ama eksik ve yanlıştır.  En iyisi Uysal kendi işine bakmalıdır. 

“Karbon ticareti” denilen şey aslında zehir ticaretidir

Son yüzyıldır sanayi, tarım, hayvancılık, kentleşme, doğal alanların tahrip edilmesi vs. nedenler sonucu atmosferdeki karbondioksit, azot oksitleri, metan, klor ve flor kökenli gazlarla su buharı miktarında artış görülüyor. Bu gazlar atmosferin üst kısımlarında birikiyor ve bir sera örtüsü gibi dünyanın her tarafını kaplıyor. O yüzden bunlara “sera gazları” deniyor. Bazıları atmosferin ozon tabakasına zarar veriyor. Ozon, radyasyonlu güneş ışınlarını tutarak dünyanın aşırı ısınmasını önlüyor. Sera gazları ozon tabakasını delerek işlevini yerine getiremez kıldığı için, güneşten gelen radyasyon kolayca yeryüzüne ulaşıyor.  Bu yüzden yeryüzü ısınıyor ve buna bağlı olarak hava da ısınıyor. Isınan hava yükseliyor ve normal koşullarda atmosferdeki ısı fazlası uzaya kaçıyor.  Ama sera gazlarının oluşturduğu tabaka bu kaçışı önleyerek, sıcak hava tabakasını atmosferin içine hapsediyor. Bunun sonucu atmosfer sıcaklığı artıyor ve “küresel ısınma” dediğimiz olay ortaya çıkıyor. Bunun sonucu buzullar eriyor, denizlerdeki akıntılar değişiyor, kuraklık ve seller bir arada yaşanıyor.

“Sera gazlarının” büyük bölümünde karbon atomu bulunuyor. Dolayısıyla küresel ısınma olayı da büyük ölçüde karbon kökenli gazlardan kaynaklanıyor. Bu tür gazların her geçen gün artan miktarlarda atmosfere karışmasının en önemli nedeni günlük yaşamda başta sanayi üretimi olmak üzere ısınma, ulaşım, tarım, hayvancılık gibi alanlarda“fosil yakıtlar” dediğimiz petrol ve kömürün yaygın olarak kullanılmasıdır. Ayrıca bu faaliyetler sırasında ve çöpler yok edilirken karbon kökenli olmayan flor, klor ve azotlu sera gazları da çıkıyor.

Meteoroloji kayıtlarında ve sel, kasırga, asit yağmuru gibi doğa olaylarında görülen olağanüstü değişikler; yaklaşık 1980’li yıllardan bu yana dikkatleri küresel ısınma sorununa çekiyor. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki önemsiz bir artışın bile kuraklık, büyük doğal afetler, tarımsal üretimde azalma ve hastalıklara yol açacağı üzerinde duruluyor. Nitekim son yıllarda bu yöndeki gelişmelere tanık oluyoruz. İşte bu gidişin daha kötü noktalara varmaması için yapılması gerekenler, uzun çabalar sonucu 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde imzalanan “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” ile kayıt altına alınıyor.

Dünyada 2005 yılında yürürlüğe giren, Türkiye’nin 2009’da imzaladığı anlaşmaya göre küresel ısınmanın önüne geçmek için uzun vadede sera gazlarının atmosfere salınması önlenecek. Ama bu birden değil, adım adım olacak. Sözleşmeye taraf ülkeler 2008–2012 yılları arasında atmosfere saldıkları sera gazı miktarını, 1990 yılındakinden yüzde 5,2 daha aşağı çekecek. Böylece kirlilikten en çok sorumlu olan gelişmiş ülkelerden başlayarak, tüm imzacı ülkelerde sera gazına yol açan her tür toplumsal faaliyet yeniden düzenlenecek. Bu sırada dünyayı en çok kirleten ülkeler ve şirketler, olağan yaşamlarını sürdürmek için az ya da hiç kirlilik yaratmayan ülke ve şirketlerin kirletme hakkını satın alabilecekler. Buna kısaca “karbon ticareti” deniyor.

Örneğin bugün gelişmiş ülkelerde yalnızca petrol ya da kömür gibi kirli enerji kaynaklarından yararlanan bir şirket, olağan işleyişini sürdürebilmek için kullandığı enerjinin karmaşık hesaplara göre belirlenen bir bölümünü temiz enerji kaynaklarından sağlamak zorunda.  Gereken temiz enerjiyi eğer kendisi üretemiyor ve havayı kirletmeye devam edeceğini hesaplıyorsa,  temiz enerji üreten bir şirket ya da ülkeden satın alır. Bu, “karbon ticaretinin” bilinen en basit yoludur. Böylece belli bir miktar temiz enerji kullanarak, geleneksel kirletici enerji kaynaklarından yararlanmaya devam eder. Satışı yapanın da bu yolla elde ettiği geliri yeni temiz enerji kaynakları için kullanacağı varsayılır.

Öte yandan temiz enerji üretiminin yanı sıra enerji tasarrufu ya da atmosferdeki karbon kökenli gazların tutulmasına hizmet eden ağaçlandırma faaliyetlerine katkıda bulunmak gibi çalışmalar da, sera gazı salınımını önler. Bu tür faaliyetler,  şirket ve ülkelere “karbon kredisi” kazandırır. Bu karbon kredisi sayesinde, isterlerse kirli enerji kaynakları kullanabilirler ya da kredilerini çevreyi hakkı olandan fazla kirleten şirket ya da ülkelere satabilirler. Bir ton karbondioksit gazı karşılığı satılacak temiz enerji miktarı ve fiyatı, “karbon borsasında” belirlenir. Böylece her tür vurgunculuğa ve yolsuzluğa son derece açık olan gaz ticaretinin kayıt altına alınması sağlanmış olur. (Ülkemizde bu konuda atılan son adım, 7 Ağustos 2010 Tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Sera Gazı Emisyon Azaltımı Sağlayan Projelere İlişkin Sicil İşlemleri Tebliğidir.”

Küresel karbon piyasasının 2009 yılı cirosunun 125 milyar ABD doları olduğu tahmin ediliyor. 2015 yılında bu piyasanın 2 trilyon dolar büyüklüğüne ulaşacağı öngörülüyor.  Türkiye son yıllarda atmosferi hızla kirleten ülkeler arasında yer alsa da, henüz gelişmiş ülkelere göre elinde fazladan karbon kredisi bulunuyor. Bu yüzden Kyoto Protokolüne koşullu olarak katılıyor ve sera gazının kısıtlanması için 2013 yılı başına kadar herhangi bir uluslararası yaptırıma uyması gerekmiyor. Bu tarihte ne kadar sera gazı salacağını beyan edecek, uluslararası taahhüt altına girecek ve elindeki enerji kaynaklarını buna göre değerlendirecek. O zamana kadar karbon kredilerini ve “yenilenebilir enerji” stoklarını gönüllü karbon piyasasında satabilecek. Bu tarihten sonra zorunlu karbon piyasasında yer alacak ve yeterli karbon kredisi yoksa,  toplamak için bedel ödeyecek.

Kirli enerji kaynaklarına bağlı olarak üretim yapan ve karbon kredisine gereksinimi olan Avrupalı şirketler Türkiye’nin şu anki durumundan yararlanıyorlar. Kendi ülkelerinde yüksek maliyetli olacak karbon kredisi kazanma faaliyetlerini ülkemizde sürdürerek; HES ya da RES (rüzgâr enerjisi santralleri) inşaatlarına yatırım yapıyor, ortak oluyor, kredi veriyor ve buradan sağlanan karbon kredisini satın alıyorlar. Örneğin bir HES şirketinin bu yolla yatırım sermayesinin başlangıçta en azından yüzde 15-20’sini sağlayabileceği tahmin ediliyor. Ayrıca HESlerin elektrik üretim lisansları 49 yıl gibi uzun süreli olarak verildiği için, bir HES şirketi daha işin başında gelecek yıllara ait karbon kredilerini satarak yatırım maliyetlerini fazlasıyla karşılayabiliyor. Bu avantajlı duruma ilk birkaç yılı ödemesiz, uzun vadeli ve düşük faizli kredi kolaylıkları; elektriğe devletin verdiği alım garantisi, ithalata ve çeşitli resmi giderlere yapılan indirimler de eklendiğinde; HES şirketlerinin kuytu yurt köşelerindeki derecikleri bile neden boş bırakmadığı daha iyi anlaşılıyor.

Bu ticaretin ardındaki mantık, çevreyi kirletenin bedelini ödemesi gerektiğine dayanıyor. Böylece çevreye zararlı şirket kârlı biçimde işletildiği sürece istediği kadar temiz enerji satın alırken, bir yandan da geleneksel biçimde çevreyi kirletmeyi sürdürür. Nitekim kirletme hakkını alınıp satılır hale getiren Kyoto sözleşmesinden sonra sera gazları azalmamış, tam tersine artmıştır. Bu yüzden karbon ticaretiyle uğraşanlar yaptıkları işi her ne kadar “sürdürülebilir kalkınma, yeşil ekonomi” vs. diye şirin göstermeye çalışsa da; aslında sera gazı üretimine katkıda bulundukları için bir tür zehir tacirliği yapmaktadırlar. Başka bir deyişle; kirlenmesinde hiçbir bir sorumluluğu bulunmayanların soluduğu temiz havayı, atmosferi soluk alınmaz hale getiren şirketlere satmaktadırlar. İşte HES karşıtlarını “doğal gaz lobilerinin desteğini almakla” suçlayan Uysal, böyle bir ticarete danışmanlık yapmaktadır. 

HESler temiz ve yenilenebilir enerji kaynağı mı?

Uysal röportajında “çevreyi kirletmeyen, bir devamlılığı olan enerjilere yenilenebilir enerji” denildiğini belirtiyor. Böylece barajlarla ilgili olarak yıllarca bize yutturulan “temiz, güvenilir, çevreye zararsız oldukları” uydurmacasını bir kez daha tekrarlıyor.  HESler hangi tipte olursa olsun çevreye ve toplumsal dengelere büyük zarar verir. Ayrıca danışmanımızın belirttiği gibi gölalanı yalnızca 15 kilometrekareden büyük barajlar değil, irili ufaklı hiçbir baraj “yenilenebilir” değildir. Çünkü bunların ardı ardına yapılması sonucu doğadaki su döngüsü kırılır, iklim değişir, yeraltı suları çekilir, üzerine baraj kuruluna ırmak da zaman içinde kurur gider. Öte yandan doğayı “yenilenebilir” sözcüğü altında tükendikçe yerine yenisi konabilecek bir eşya gibi tanımlamak yanlıştır.

Öncelikle belirtelim, bir barajın kullanım ömrü en çok 50 yıldır. Bu süre içinde çamurla dolarak bataklığa dönüşür. Bilindiği üzere sularımız HES şirketlerine 49 yıllığına verilmektedir. Yani bir akarsu üstüne kurulan barajın işi bittiğinde, oranın kullanım hakkını elinde tutan şirketin de işi bitmiş olur. Bu nedenle derelerimiz bir süre sonra birer HES mezarlığına dönüşecektir.

Öte yandan, artık dünyada büyük barajlar yapılmıyor. Örneğin ülkemizdeki Keban, Atatürk ya da Dalaman Çayı üzerindekine benzer büyük barajların yapımı yıllar sürüyor. Son olarak 1970’lerde bu tür projelere kaynak ayrılıyor ve uzun vadeli kalkınma planları kapsamında kârına zararına bakılmaksızın devlet tarafından yapılıyordu. Ama artık devlet bu tür projelerden çekildi. Özel sektör de ancak 20–30 yılda bitecek yatırımlara para bağlayarak kâr bekleyecek kadar sabırlı değil. Genellikle şirketlerin yaptığı en uzun vadeli yatırımların geri dönüş süresi 5 yılı geçmiyor. Küresel kriz yüzünden büyük sermaye grupları en kısa sürede en yüksek kâr sağlayabilecekleri alanlara yöneliyor. Bu da küçük HESleri kârlı kılıyor. Bu yüzden Uysal’ın zaten yapılmayan büyük barajları kötülemesine gerek kalmıyor.

Baraj gölü aslında göl değil, herhangi bir su birikintisidir. Çünkü göller gibi kendi kendini temizleyebilen, içindeki canlıların bir yaşam dengesi oluşturduğu binlerce yıllık doğal döngüden yoksundur. Bu yüzden bitki artıkları, hayvan leşleri, bakteriler ve sayısız su canlıları ölüp dibe çöktükçe; baraj yoğun bir metan gazı üreticisine dönüşür. Metan gazının atmosfere etkisi karbondioksite göre 25 kat daha fazladır. Bugün dünyadaki insan faaliyetleri sonucu atmosfere karışan metan gazının yaklaşık dörde birinin barajlardan kaynaklandığı tahmin ediliyor. Ayrıca baraj göllerindeki bakteriyel faaliyetler sonucu azot oksitleri çıktığı bilinmektedir. Bu gazın atmosfere etkisi de yine karbondioksite göre 300 kat daha fazladır.

Barajlar, bulundukları yöreyi yazın daha nemli ve serin, kışın daha ılık hale getirir. Genellikle elektrik üretmek amacıyla kurulan barajlar su kaynaklarına yakın inşa edildiğinden,  yörede kar tutulmasını önler. Bir derecelik ısı artışının etkisi kısa sürede gözle görülmez ama uzun sürede yaşamı ve iklimi alt üst eder. (Bunun için şu araştırmaya bakılabilir: Palandöken Çat Barajının Küresel Isınma ve İklim Değişikliği Açısından Erzurum İli Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi, Atatürk Üniversitesi Erzurum Meslek Yüksekokulu öğrencileri Mustafa Erat, Hülya Doğan, Gamze Çiloğlu, Fatma Fidan, Hilal Cengiz)

Bir yöreye baraj yapıldıktan sonra suya bağlı dizanteri, tifo, kolera, sıtma gibi hastalıklar artar. Hızla üreyen bakteri, su böcekleri ve parazitler hastalık kaynağı haline gelir. İklim değişikliği ya da yerleşim alanlarının su altında kalması yüzünden insanlar göç eder. Bugün Artvin Çoruh üzerindeki barajlar yüzünden yörede insan kalmamıştır. Dünyada bu yüzden yaklaşık 80 milyon kişinin göç ettiği tahmin edilmektedir.

Baraj yapımı sırasında özellikle ülkemizde binlerce ağaç kesilmektedir. Orta büyüklükteki bir ağacın yılda 12 kg. karbondioksiti oksijene dönüştürdüğü hesaplanıyor. Barajların yapımı sırasında yüzlerce yaşında ağaçların kesilerek her birinin yerine beş tane fide dikilmesi ve birkaç yıllık bakım masrafının ödenmesi zararı karşılar mı?

Akdeniz ve Ege kıyılarından denize kavuşan dereler üstündeki HESlerin en önemli zararlarından biri de, delta ovalarının tuzlanmasına yol açmasıdır. Başta Çukuorova olmak üzere Finike, Kumluca, Eşen, Dalaman ovaları ırmakların binlerce yılda taşıdığı alüvyonlarla oluşmuştur. Bu ovaların denizden yüksekliği genellikle birkaç metreyi geçmez. Buna karşılık değil ülkemizin, dünyanın en verimli toprakları arasında sayılırlar. İşte bu ovaları oluşturan ve besleyen akarsular üstüne kurulacak çok sayıda HES, suyun akışını düzensiz hale getirir. Bu durum zamanla ovadaki tatlı ve tuzlu su dengesini bozar. Tuzlu su ovanın taban suyuna karışarak toprağın tuzlanmasına yol açar. Bu sorunun geri dönüşü, düzeltilmesi, çözümü yoktur. Bugün Seyhan ve Ceyhan ırmakları üzerine kurulan barajların etkisiyle Çukurova’nın deniz tarafındaki yaklaşık 2 km. eninde bir şerit tuzlanma sonucu kullanılamaz hale gelmiştir. Alakır, Eşen Çayı gibi dereler üstündeki HES projeleri tamamlanırsa, aynı sorun bu yörelerde de görülecektir.

 Su herhangi bir sıvı değil, hayatın kendisidir

Uysal,  HESlerin ne şekilde çalıştığı sorusunu “su değirmeniyle aynı sistem” diye yanıtlıyor.  Yani o kadar zararsız…  Demek ki karşı çıkanlar bunu ya cahilliğinden, ya da bilemediğimiz başka bir kötü niyetten yapıyor.

Elektrik üretebilmek için  belli miktar suyun tribün üstüne belli bir yükseklikten ve hızla düşürülmesi gerekir. Küçük derelerdeki suyun enerjisi genellikle bu işlemin yerine getirilmesine yetmez. Bu yüzden su mümkün olan en yüksek noktada,  kaynağa yakın bir yerlerde “regülatör” denilen bir bent arkasında toplanır. Buradan boru ya da beton kanallarla yeterli düşünün elde edileceği noktaya kadar taşınır ve oradaki tribünün üstüne salınarak elektrik elde edilir. Bu mesafe Uysal’ın söylediği gibi 3 kilometre değildir, bazen suyun onlarca kilometre taşındığı bile olur.

Bazen o kadar küçük dereler üstüne elektrik üretim lisansı alınır ki, insan şaşırır kalır. Çünkü bu kadar az suyla elektrik üretilemeyeceği sanılır. Ama üretim lisansı yalnızca su kaynağı için alınmaz, yöreyi kapsar. Dağların içine doğru açılan kilometrelerce tünelde çevredeki su toplanır. Buradan sağlanan suyla kullanım hakkı ele geçirilen küçük dereler birleştirilerek tribün çalıştıracak miktarlara ulaşılır.

Su bir kez bent arkasında tutularak kapalı bir sistem içine alındıktan sonra, denize ulaşana dek defalarca elektrik elde edilmeye çalışılır. Örneğin İkizdere üstüne 4 tane HES kurulmuş, bu sırada görülen zararlara köylüler isyan etmiş ve ek olarak 22 tane daha HES yapılmasını önlemişlerdir. İkizdere yaklaşık 60 km. uzunluğundadır. Eğer tüm HES projeleri gerçekleştirilmiş olsaydı, yaklaşık her 2 km. de bir HES kurulacak ve su sürekli boru içinde akarak denize kadar ulaşacaktı.

Bugün Fethiye Eşen Çayı ve kolları üzerinde toplam 26 HES projesi bulunuyor. Şu an bunların iki tanesi işletiliyor. Dalaman Çayı üzerinde 7 tane HES çalışır durumda, yeni 1/100 binlik Çevre Düzenleme Planına göre 15 tane daha yapılması planlanıyor. Bir köyün sulama suyu gereksinimini dahi karşılayamayacak derecikler üzerine ülkenin en büyük çimento, tekstil, turizm, gıda şirketleri HES yapmak istiyor.  Eğer bu projeler gerçekleşirse su bir tribünden diğerine taşınarak ve hiç havayla ya da toprakla temas etmeden denize kadar ulaşacak. İçinde oksijen ya da mineral barındırmayan bu su artık bildiğimiz su değil, yalnızca HES şirketlerinin santrallerini döndürmekte kullanılan herhangi bir sıvı olacaktır. Bu, dağlardan denizlere kadar suyun taşıdığı hayattan beslenen sayısız canlının yaşamını söndürmek anlamına gelir. Buna rağmen dere yataklarına  “can suyu” adı altında yeterli su bırakıldığı yalanı söyleniyor. Ne demektir can suyu? Can vermek üzere olan bir canlıya birkaç damla su vermekten başka anlamı yoktur. HES kurulan derelerin yatağına “can suyu” adıyla yeterli su bırakıldığı ve bunun denetlendiği yalnızca bir masaldır. İsteyen HES havzalarına gidip bakabilir. Dere yatağındaki su miktarı, doğanın kendisi tarafından belirlenir. Su havzaları hassas dengeler üzerinde duran eko sistemlerdir.  Buralar yalnızca yakın yöredeki canlıları yaşatmaz, göçmen türleri de kapsayan geniş bir alandaki canlıların üreme, beslenme, barınma gereksinimlerini karşılar.  Yaşam zinciri bu sayede ayakta durur.

Suyu ele geçirmek, bir yöreyi denetim altına almanın en kolay yoludur. Çünkü toprakların, yerleşim alanlarının, ormanların, meraların, maden yataklarının anahtarı sudur. Bu yüzden tarih boyu su kıyıları uygarlık beşiği olmuştur. Kurulmaya çalışılan HESlerle bugün Allonai, Hasankeyf, Munzur gibi tarihi uygarlık izleri de silinmek isteniyor.

Ülkemizde bugün 1 MW üstünde yaklaşık 2 bin 200 dolayında, bundan daha küçük 10 bin ile 20 bin arasında HES projesi var. Bu gösteriyor ki, kullanım hakkı bir şirket tarafından alınmamış bir tane dahi dere kalmamıştır. 

Ülkemizde enerji açığı değil, plansızlık yüzünden enerji savurganlığı var

HESlerin Türkiye’deki enerji açığını karşılayacağı iddiası, röportajında Uysal’ın da dile getirdiği bir konu.  TMMOB Makine Mühendisleri Odasınca 2009 yılında Kayseri’de düzenlenen “Yenilenebilir Enerji Kaynakları Sempozyumu”nda da ifade edildiği gibi ülkemizde elektrik üretim ve dağıtımı sırasındaki kayıp ve kaçak oranı yaklaşık yüzde 17 kadardır. Avrupa’da kişisel elektrik tüketiminden örnek verip ülkemizde bunun çok altında tüketim yapıldığını söyleyen danışmanımız neden aynı ülkelerdeki kayıp ve kaçak oranlarını da belirtmiyor? Komşu ülkelerde genellikle bu oran yüzde 6–8 arası, gelişmiş ülkelerde daha da azdır. Ülkemizde elektrik kayıplarının bu kadar yüksek oluşunun nedeni, nasıl olsa bu alandaki tüm işlemlerin özelleştirileceği gerekçesiyle yıllardır bakım ve onarım yapılmayışı, kamu personeli alınmayışıdır. Oysa gerekli bakımlar yapılsa ve başta sanayide tasarruf önlemleri alınsa, HESlerden gelecek enerjiye gerek bile kalmayacaktır.

Ayrıca ülkemizde enerji açığı değil, tam tersine plansızlık ve kamu yararı kavramının terk edilmesi yüzünden enerji savurganlığı vardır. Belki beş köye hayat veren bir su kaynağı üstüne kurulu 2 MW gücündeki HES tam kapasiteyle çalışsa bile, orta büyüklükteki bir alışveriş merkezinin yıllık elektrik tüketimini ancak karşılar. Kaldı ki hiçbir HES kâğıt üstündeki gibi çalışmaz. Bugün başta Keban ve Atatürk olmak üzere ülkemizdeki barajların çoğu öngörülenin altında bir verimlilikle çalışmaktadır. Çünkü yeterli su yoktur ya da baraj projeleri abartılı büyüklüklerdedir.

Uysal artık Kuzey Amerika başta olmak üzere Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş yörelerde HES yapılmadığını bilmiyor ya da bilmez görünüyor. Bugün ABD nükleer santrallerden de vazgeçerek güneş enerjisine yöneliyor. Gelişmiş ülkeler barajların iklime, çevreye, toplum sağlığına, tarıma verdiği zararları biliyor ve bunlardan kurtulmaya çalışıyorlar.

Sonuç olarak Uysal HES şirketlerinden para kazandığı için onlar lehine konuşuyor. Ancak HES karşıtlarının doğal gaz şirketleri tarafından desteklendiğini düşünmesi gülünç. Çünkü sözünü ettiği şirketlerle kullanılsın kullanılmasın bedelini ödemek üzere gaz alım anlaşmalarını HES karşıtları yapmadılar.  “Mavi Akım” gibi ülke çıkarlarına aykırı anlaşmalardan yargılanıp zaman aşımından yararlanarak ceza bile almayanlar biz değiliz. Ülkeyi enerji koridoru yapmak amacıyla durmadan doğal gaz ve petrol boru hatları döşemeye devam edenler yine biz değiliz. Uysal’ın günün 24 saati ışı ışıl parlayan, yazın serin kışın sıcak olan alışveriş merkezlerinde harcanan enerjinin kaç su canlısının yaşamına mal olduğunu düşünmesi gerekir.  Küresel ısınma yüzünden tatlı su kaynakları giderek daha değerli hale gelirken, “enerji lazım” diye akarsularımızın kullanım hakkının şirketlere verilme gerekçeleri üzerinde düşünmelidir. Madem enerji lazım, araba satışı ve dolayısıyla petrol dışalımını arttırmaktan başak işe yaramayışın çok şeritli yollar neden yapılıyor?  Durmadan evlerimizde tasarruflu ampul kullanalım diye propaganda yapılırken, sanayide neden tasarrufa gidilmiyor? Uysal’ın bu konularda söyleyecek sözü yok ama HES karşıtlarına söyleyecek çok sözü var.

Ülkenin dört bir yanındaki HES karşıtları aynı zamanda yaşam savunucularıdır. Yörelerindeki madencilik faaliyetleri, balık çiftlikleri, orman katliamları, kıyı yağmacılığı, her tür termik santral inşaatıyla mücadele ederler. İnsanın doğanın efendisi değil, bir parçası olduğunu düşünürler. Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve çeşitli şirketlerin çevre fonlarından yararlanmazlar. Böyle yapanlarla yan yana gelmezler. Hepsinin kendine göre siyasi düşüncesi olsa da, gönüllü çalışmalarını bir propaganda fırsatı gibi görmezler. Uysal tanımadığı insanları rasgele suçlarken, dileriz kendisi herhangi bir lobi faaliyeti tarafından desteklenmiyordur.

http://www.karasaban.net/havadan-para-kazananlar-dogaya-ve-emegine-sahip-cikanlara-soz-soyleyemezmehmet-polat/

TOBB ve TEMA tarafından ortaklaşa hazırlanan Su Kanunu Tasarısı Taslağının Eleştirisi – Supolitik Çalışma Grubu

TOBB ve TEMA tarafından ortaklaşa hazırlanan Kasım 2010 tarihli Su Kanunu Tasarısı Taslağının Eleştirisi

Su Politik Çalışma Grubu, son birkaç yıldır şirketler tarafından yerelliklerde oluşmaya başlayan su hakkı mücadelelerini suyun metalaştırılması yönündeki politikalara muhalefet etmek yerine destek olmaya ikna etmeye çalışan bir dizi girişimin gerçek hedefini görünür hale getirmeyi amaçlayan çalışmalar yürütmektedir. Bugün TEMA ile başlayan ve yarın Doğa Derneği, WWF ya da Ekolojik Turizm Derneği gibi sermaye STK’ları ile devam edecek olan bu çalışmaların amacı bu yapılarla geçmişte yapılan işbirliklerinin bir eleştirisi ya da reddi değildir. Çünkü sermaye STK’ları da bugün örneğin tüm toplumsal muhalefeti ele geçirmek gibi geçmiştekinden çok farklı yönelimler içersindedir; asıl teşhir edilmek zorunda olunan da bu yeni eğilim ve yönelimlerdir. Başka bir deyişle ne TEMA ne de Doğa Derneği vd. eskiden olduğu gibi kendi kulvarında görece bağımsız olarak yürüyen STK’lar değildir. Söz konusu STK’lar bugün yalnızca yerel mücadeleleri çok sıkı bir şekilde gözlem ve kontrol altına almakla yetinmemektedir. Bu tespitin en çarpıcı kanıtlarının başında ise, suyun ticarileştirilmesinin en önemli ayağı olan “Su Kanunu” gibi bir taslağın TEMA’nın üstelik suyun metalaşmasından en fazla çıkar sağlayacak olan şirketlerin örgütü TOBB ile birlikte hazırlanmış olması gelmektedir.

Bu çalışmada, söz konusu tasarı taslağı madde önerileri üzerinden analiz edilmekte ve her bir önermenin pratikte suyun bir piyasa malı haline getirilmesine nasıl hizmet edeceği gösterilmektedir.

Taslak Madde 1- (1) de kanunun amacı anlatılmakta ve “kaynakların ‘havza yaklaşımı çerçevesinde’ ekonomik ihtiyaçlarla ulusal güvenlik gereksinimlerini karşılayabilecek doğrultularda geliştirilmesinin, doğal ve yapay süreçlerle kaybının önlenerek korunmasının amaçlandığı” belirtilmektedir. Türkiye’deki havza yaklaşımı esas olarak AB Su Çerçeve Direktifi’nden esinlenmekte olup, özetle “tüm su kullanımlarının, işlevlerin ve değerlerin ortak bir politika çerçevesine entegrasyonu : çevre, sağlık ve insan ihtiyacı, sektör ihtiyaçları, ulaşım, rekreasyon için su kullanımı” olarak ifade edilebilir. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi, taslak metin kapitalist firmaların ihtiyaçları ile çevre, sağlık ve insan ihtiyaçlarının ortaklaştırılabileceği iddiasındadır. Buna karşın, kapitalist çıkarlar devrede olduğunda ne insan ihtiyaçlarının ne de ekosistemin sürdürülemeyeceğinin en görünür kanıtı, Munzur’da, Akdeniz’de, Doğu Anadolu’da, Ege’de, Karadeniz derelerinde sayıları her gün artan HES inşaatlarının yol açtığı yıkımlardır. Yasa tasarısında önerildiği gibi akarsuların üstünde “ulusal güvenlik gereksinimlerini karşılayabilecek doğrultuda, insan ihtiyaçlarından bağımsız olarak tek başına “güvenlik” gerekçesi ile baraj ve su rezervuarlarının inşa edilmesinin onaylanması anlamına gelmektedir. Özellikle Fırat ve Dicle havzaları ile Türkiye’nin kuzey doğusundaki uluslar arası nehirleri ilgilendiren bu önerme ile söz konusu coğrafyada su kaynaklarına toplumsal ihtiyaçlardan bağımsız müdahalelerin yapılabilmesi yasallaştırılmaktadır.Bu durumda mücadelelerin karşısına bu kez de “ulusal güvenlik” gerekçesi çıkartılmış olacaktır.

MADDE 2-(2) de de benzer şekilde “sınır oluşturan ve sınır aşan bütün sulara bu Kanun hükümleri uygulanır. Bu sularla ilişkili diplomatik işlemler Dışişleri Bakanlığınca yürütülür” ifadesi yer almaktadır. Uluslar arası suların muhafazakar bir yaklaşımla “sınır aşan sular” şeklinde tanımlanmış olması da başta Fırat ve Dicle nehirleri olmak üzere bütün uluslar arası sularda mutlak egemenlikçi bir anlayışın hakim olacağını göstermektedir. Bu madde ile Türkiye’de doğan sular üzerinde mülkiyet tesis edilmesinin esas olduğu ve bu sular üzerindeki “her türlü” tasarruf hakkının sadece Türkiye devleti ve sermayelerine ait olacağı anlaşılmaktadır. Suyun komşu ülke halklarına karşı bir tehdit gibi de kullanılabileceği ise bu sularla ilgili diplomatik işlemlerin Dış İşleri Bakanlığı’na verilmiş olmasından anlaşılmaktadır. Bu durumda uluslar arası akarsuların yönetilmesinde Dış İşleri Bakanlığı’nın risk ve tehdit algılamaları esas alınacaktır.

Madde 3-(1) b’de “Su varlık ve kaynaklarının her koşulda, her süreçte ve her anlamda korunması esastır.” denerek; “Su kaynaklarımız; doğanın ve çevrenin korunması ve tüm canlı yaşamının sürdürülmesi bakımından, her süreçte korunması, ekonomik doğrultuda geliştirilmesi”nden söz edilmektedir. Gerek kampanyalarda gerekse yasa hazırlık metinlerinde en çok dikkat edilmesi gereken, tıpkı bu maddede yapıldığı gibi birbiri ile uzlaşması mümkün olmayan hedeflerin bir arada telaffuz edilişidir. Gerçekten de bu maddede bir yandan su varlık ve kaynaklarının her koşulda korunması gereğinden, çevreden, canlı yaşamın korunmasından bahsedilirken bir yandan da su kaynaklarının ekonomik doğrultuda geliştirilmesinden söz edilmektedir. Bu ikisinin aynı anda olamayacağı kesindir. TEMA’nın bu taslağı TOBB ile birlikte hazırlamış olmasından, aslında bu iki boyuttan yalnızca birinin, ekonomik olanın uygulanacağı anlaşılmaktadır. Bir doğal varlığın ekonomik doğrultuda geliştirilmesi ise, söz konusu doğal varlığa mutlaka canlı emek ve sermaye ilavesini gerektirir. Tasarının bu maddesinde akarsuların ve diğer sucul sistemlerin kâr getiren birer işletmeye dönüştürülmesinden, tamamen piyasaya açılmasından bahsedilmektedir. Sucul sistemler kâr getirdikçe pek çok tekil kapitalistin hücumuna uğrayacak; orta ve uzun vadede ise buna bağlı olarak su kaynakları tamamen tükenecektir.

Aynı maddenin (c) bendinde ise Belirtilen nedenlerle, su kaynaklarımız “kullanım materyali, ticari meta ve tüketim malı” olarak değerlendirilemez. “Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan bir kamu malı” niteliği taşıdığı için bedeli söz konusu olabilir ancak fiyatlandırılamaz ve su kaynakları satılamaz ibaresi ile önceki paragrafta “su kaynaklarının ekonomik doğrultuda geliştirilmesi”nden söz edilen tasarının içsel tutarsızlığı net olarak ortaya çıkmaktadır. Yüzey ve yer altı sularının ekonomik olarak geliştirilmesi suyun ticari meta olarak değerlendirileceğini göstermektedir.

2. Madde c bendinin devamında belirtilen “kamu malı niteliği taşıdığı için bir bedeli söz konusu olabilir ancak fiyatlandırılamaz” şeklindeki ifadeden kamu malı kavramının da TOBB ve TEMA tarafından oldukça farklı algılandığı görülmektedir. Bu iki kuruma göre, kamu malı olanlar için bir bedel ödemek gerekmektedir. Ancak burada daha önemli olan “bedellendirme” onaylanırken “fiyatlandırmanın” reddediliyor olmasıdır. Uluslar arası literatürde bu önermenin adı maliyet fiyatına satıştır (cost recovery) ve kamu mallarını piyasalaştırmanın ilk adımı olarak uygulanan stratejilerin başında gelmektedir. Fiyatlandırmanın reddine gelince, burada muhtemelen devletin geçmişten beri uygulamakta olduğu, piyasa işleyişini bozduğu gerekçesiyle kaldırılması gündemde olan “gölge fiyatlama” yöntemi kast ediliyordur. Suyun metalaşmasının da olmazsa olmazlarından biri olan “gölge fiyatlama yönteminin reddedilmesi” TEMA ve TOBB’un sürece nasıl baktığını ortaya koymaktadır. Aynı bendin son cümlesinde “su kaynakları satılamaz” denmektedir. Bu tümce tek başına alındığında, su hakkı mücadelesi veren pek çok hareketi umutlandırabilir. Ancak suyun piyasa malı haline getirilmesinde kaynak mülkiyetinin kimin elinde olduğunun hiçbir önemi yoktur. Yani suların mülkiyeti devlette kalarak ta suyu metalaştırmak mümkündür. Hatta, doğal varlıkların piyasalaştırılmasında en fazla başvurulan “kamu-özel işbirliği” (public-private partnership); ya da “kamu-kamu işbirliği” (public-public partnership) yöntemleri tam da bunu, yani kaynak mülkiyeti devlette kalırken kaynak çıktısının bir piyasa malı haline getirilmesini amaçlamaktadır. Bir örnek vermek gerekirse Yuvacık Barajının mülkiyeti devlettedir, fakat baraj suyunun iletimi, dağıtımı ve işletilmesi yabancı şirketlere devredilmiştir. Hatta devlet, şirketlere yıllık su tüketimleri için geleceğe dönük rakamsal taahhütlerde bulunmuş; gerçekleşen yıllık su tüketim miktarları taahhüt edilenin altında kaldığında ise devletten aradaki farkı ödemesi talep edilmiştir. Dolayısıyla TEMA ve TOBB bu madde ile aslında halkın, suyun kaynak mülkiyet devri olmadan da piyasalaşabileceği bilgisinden yoksun olduğu hesabını yapmaktadır.

Aynı maddenin (ç) bendinde ise “Yer üstü ve yeraltı su kaynaklarıyla ilgili işlem ve eylemlerdeki kamu yararı değerlendirmesinde; toplumun ve ekosistemin su hakkındaki kamusal yararı üstündür” ifadesi yer almaktadır. Burada toplumun çıkarları çatışan iki sınıftan oluştuğu gerçeği görmezden gelinerek homojen, çıkarları bir ve ortak bir toplum tanımı yapıldığı görülmektedir. Öyle ki, şirketler de o toplumu oluşturan unsurlar (stakeholders) arasındadır. Dolayısıyla şirketlerin çıkarı gerektirdiğinde, yer altı ve yer üstü varlıkları ile ilgili işlem ve eylemlerin kamunun yararına olduğu varsayılacaktır. Bu anlamdaki bir “kamusal yararın” ekosistemin ve alt toplumsal sınıfların kamusal yararı ile uzlaşmasının imkânsızlığı ise apaçık ortadadır.

Yine aynı maddenin (e) bendinde, “Doğal varlık niteliği taşıyan su kaynaklarının ve suyun miktar ve kalitesinin korunması, bu kaynakların geliştirilmesi ve “uygun ve ekonomik kullanılması… temel bir Devlet görevi ve sorumluluğudur” denmektedir. “Doğal kaynakların geliştirilmesi” için yapılan, çoğu zaman doğaya çeşitli biçimlerde müdahale edilmesini gerektiren bu faaliyetler eko sistem üzerinde son derece yıkıcı etkiye sahiptir.

Maddenin (f) bendinde ise bütüncül havza yönetiminin nasıl yapılacağı anlatılmakta ve şöyle denmektedir: “Su toplama havzalarının korunması, su kaynaklarının beslenmesi ve kapasitelerinin geliştirilmesi, su hasadının gerçekleşmesi ve su kalitesinin iyileştirilmesi süreçleri, diğer doğal varlıkların yönetimini de kavrayan “bütüncül bir havza yönetimi” anlayışıyla değerlendirilir” Taslağın bu bölümünde havza yönetimine dair son derece önemli ipuçları açığa çıkmaktadır:

  • Havza yönetimi havzadaki toprak varlığı başta olmak üzere bütün yer altı ve yer üstü doğal varlıklarının da yönetimini ve piyasalaştırılmasını gerektirmektedir.
  • Başka bir deyişle havza sularının işletme hakkını alan şirketler aynı havzada yer altı su kaynakları üzerinde de söz ve hak sahibi olacaklardır.

Bütüncül havza yönetimi ile ilgili olarak maddede sayılanların tamamı ekonomik ve ticari süreçleri zorunlu hale getirmektedir.Şirketler havzadaki doğal varlıklara kaynak olarak bakmakta ve ticarileştirecekleri doğal varlıkların kaynak kapasitelerinin geliştirilmesini hedeflemektedir. Her bir kaynaktan daha fazla su çıktısı elde edilmesi ya da havzalar arası su transferleri bu başlık altında yapılacak belli başlı işler arasındadır. Metinde bahsi geçen “su hasadı” ile yağmur sularının toplanması için kullanılacak yeni teknikler kast edilmektedir. Havzanın en temel beslenme kaynağı olan yağmur sularını hasat etmek, yani belli rezervlerde toplamak toprağa giden yağmur suyu miktarının da aynı oranda azalması anlamına geleceği için söz konusu havzalarda yapılmakta olan tarım faaliyeti bu durumdan doğrudan etkilenecektir. Bu “hasat” işleminin nasıl yapılacağına dair tespitlerimiz ise maddenin g bendinde doğrulanmaktadır: “Yüzey akışın biriktirilmesi temelinde ‘su hasadı’, suların depolanma düzeylerinin artırılması ve yüzey buharlaşmasının azaltılmasına yönelik toprak ve araziyle ilgili yöntem ve tekniklerin uygulanması kapsamında bir ‘su kaynağının geliştirilmesi’ anlayışı geçerli kılınır.

Maddenin (ı) bendinde “su ekonomisini sağlayacak ‘sulama, tarımsal üretim ve arazi yönetimi’ sistemlerini öngören, içme, kullanma ve sanayi suyu tüketiminde kullanıcılara sorumluluklar getiren ve tüm bu süreçlerde demokratik sivil katılımcılığı gerçekleştiren bir ‘havza esaslı su yönetimi anlayışı’ yaşama geçirilir” ifadesi yer almaktadır. Bütüncül havza yönetiminin bir kez daha detaylandırıldığı bu bölümde yalnızca havzadaki su varlığının değil, tüm bir havzanın metalaşmasının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Gerek sulama, gerek sanayi, gerek evsel kullanım ve gerekse tarımsal üretimde “su ekonomisini sağlayacak bir” havza yönetimi amaçlanmakta; tüm kullanıcılara belli sorumluluklar yükleneceği belirtilmektedir. Bu sorumlulukların ne olacağı tam olarak belirtilmemiş olsa da, tarımsal sulamanın piyasa fiyatlarına endeksleneceği (AB Su Çerçeve Direktifi ve Dünya Bankası Raporlarındaki ‘kullanan öder’ ilkesinin gereği!) ve su kullanımında bu yolla bir tasarrufa gidileceği öngörüsü sezilmektedir. Bu süreçlerde “demokratik sivil katılımcılığı gerçekleştiren bir havza esaslı su yönetimi” cümlesi ise, sermaye STK’larının bir yılı aşkın bir zamandan beri yerelliklerde “mücadele” adı altında yapmakta oldukları çalışmaları hatırlatmaktadır. Suyuna ve toprağına sahip çıkmaya çalışan halklar sermaye STK’ları tarafından önce ÇED süreçlerine dahil edilmekte; ardından davalar açılmakta, böylece “demokratik sivil katılımcılık” sağlanmış olmaktadır. Açılan davalar kazanımla sonlansa bile şirketler tarafından temyize gidilmesi ya da yasaların güçlü cezai yaptırımlara bağlanmamış olması yüzünden genelde uygulamaları durdurucu bir etkisi olmamakta; ancak hukuk süreçleriyle aylarca oyalanan mücadeleler bir yandan kazanımlar dolayısıyla hukuk süreçlerine daha fazla bel bağlarken bir yandan da kararlılıkla mücadele etme güçlerini kaybetmektedirler.

Maddenin (i) bendinde ise “Bu Kanunun uygulanması sürecinde, AB normlarına uyum sağlanması ve tarafı olduğumuz uluslar arası sözleşmelerin getirdiği yükümlülüklerin gözetilmesi gereklidir.” Hatırlanacağı gibi Su Politik Çalışma Grubu, su mücadelelerinin içine sızan sermaye STK’larını teşhir çalışmalarının erken aşamalarında Türkiye Su Meclisi’nin (TSM) ilk yönergesinde AB Su Çerçeve Direktifi’ne olumlu göndermelerde bulunulduğu eleştirisini getirmiş ve bu yönergeden alıntılar yaparak eleştirisini doğrulamıştı. T. Su Meclisi ise getirilen bu eleştiriye “başlangıçta böyle bir yönergemiz vardı, ama Haziran 2010’da yaptığımız toplantıda AB Su Çerçeve Direktifi konusunda bir belirsizlik olduğunu gördüğümüz için bu yönergeyi hiç uygulamadık” şeklinde bir cevap geliştirmişti. Yine hatırlanacağı gibi TEMA Türkiye Su Meclisi’nin ilk yönetim kurulunda Doğa Derneği ile birlikte yer alan kurumlardan biridir. Dolayısıyla maddenin bu bölümünde TSM’nin “yapmıyoruz” dediği bir şeyin (AB Su Çerçeve Direktifine uyum şartı!) TSM’nin asli bileşenlerinden biri olan TEMA tarafından açık bir şekilde savunulduğu dikkat çekmekte; bu da TSM’nin cevap niteliğindeki açıklamalarının son derece kuşku götürür olduğunu göstermektedir. Diğer yandan TEMA ve TOBB tarafından hazırlanan su kanunu tasarı taslağına bir gereklilik olarak giren “AB normları” Avrupa’daki su hakkı hareketleri tarafından şiddetle eleştirilen ve tek tek üye devletlerde suyun piyasalaştırmasının en önemli adımı olarak tanımlanan bir direktifin içeriğini oluşturmaktadır. AB Su Çerçeve Direktifi’nin su kaynaklarını metalaşmaktan koruyacak bir içeriği olsaydı, öncelikle Almanya’da göllerin satışı, ardından İtalya’da su kaynaklarının özelleştirilmesiyle ilgili yasalar çıkarılmaz, bu ülkelerin ilgili Bakanları da suyu piyasalaştıran yasalarını AB Direktifi ile açıklamazlardı. Dolayısıyla TEMA ve TOBB’un bu taslakla yapmaya çalıştığı şey, bir yandan doğadan, ekosistemden, haklardan bahsederken bir yandan da suyun bir piyasa malına dönüşmesini sağlayacak önermelerde bulunarak kafaları karıştırmak ve gerçekte yaptıkları şeyin net bir biçimde görülmesini engellemektir.

Maddenin (l) bendinde “kamu kaynaklarıyla gerçekleştirilen su kaynaklarının geliştirilmesi, içme-kullanma, sulama ve sanayi suyu kullanımı amaçlı yatırımlara ilişkin harcamalarla, işletme-bakım giderlerinin, bu yatırım ve tesislerden yararlananlarca geri ödenmesi esastır.” Aslında tasarının bu bölümünün, yukarıda açmaya çalıştığımız aynı maddenin (c) bendindeki şu cümle ile birlikte okunmasında yarar vardır: su kaynaklarımız “kullanım materyali, ticari meta ve tüketim malı” olarak değerlendirilemez… Bu tasarının (c) bendinde suyun bir ticari meta olarak değerlendirilemeyeceği belirtilirken; (l) maddesinde açıkça metalaşmanın erken bir aşamasının (cost recovery) alt başlıkları sayılmaktadır. Bugün harcama maliyetleriyle sınırlandırılan su kullanımlarının bir sonraki aşamada piyasa değerlemesine tabi tutulacağını öngörmek zor değildir. Diğer yandan bu maddede gözden kaçırılmaması gereken bir diğer husus da yatırımların kamu ve özel olarak örtük bir biçimde ikiye ayrılması ve maliyet fiyatına satış önermesinin sadece kamu tarafından gerçekleştirilen yatırımlar için yapılıyor olmasıdır. Başka bir deyişle taslak su kaynaklarını geliştirme amaçlı özel sektör yatırımlarında fiyatlandırmanın nasıl yapılacağına dair bir açıklama getirmemektedir. Bu zaten mümkün de değildir, zira özel sektör yalnızca kar amacıyla çalışır ve üretimini maliyet fiyatına satması beklenemez. Buradan çıkarılması gereken sonuç, yer altı ve yer üstü sularına hem özel hem kamusal yatırımların olacağı; kamusal yatırımların kullanıcılarının işletme ve bakım giderleri de dahil olmak üzere yatırım bedellerini ödemek zorunda olacaklarıdır. Ancak sorun bu kadar basit değildir kuşkusuz. Çünkü bu aynı zamanda tarımsal sulamadan, evsel kullanıma kadar bütün su kullanıcılarının hem piyasa bedellerini (özel sektörün devrede olması halinde) hem maliyet bedellerini (kamusal yatırımlar olması halinde) ödemek zorunda olacakları anlamına gelmektedir. Aslında bu ikisinin aynı anda söz konusu olması da mümkün değildir, çünkü devlet tarafından yapılan yatırımlar daha düşük bedelle halka satılırken aynı anda özel sektörün daha yüksek olan piyasa fiyatları üzerinden satış yapması beklenemez. Dolayısıyla rekabeti gerekçe göstererek şirketler devletten de aynı koşullarda hizmet üretimi ve sunumu yapmasını talep edeceklerdir. Sonuç olarak bu madde geniş halk kesimleri için suyun bir piyasa malı haline getirilmesinin yasal kılıfını oluşturacaktır.

Tasarının bir sonraki bölümünde (Madde 4) tanımlara geçilmekte ve kanun tasarısında kullanılan bütün kavramlar tek tek açıklanmaktadır. Bu bağlamda madde 4-(1) (f) bendinde bütüncül havza yönetiminin nasıl yapılacağı bir kez daha açıklandıktan sonra şu ifadeye yer verilmektedir: “Devlet ve özel kesim tarafından gerçekleştirilecek bütün çalışmaları, demokratik sivil katılımcılığın katkılarıyla planlamak, programlamak, projelendirmek, yönlendirmek, yönetmek, uygulamaları izlemek, denetlemek, gerektiğinde yaptırım uygulamak”. Yer altı ve yer üstü sularının mülkiyetinin kesinlikle devlette kalacağının belirtildiği daha önceki bölümlerde mülkiyetin devlette kalmasının tek başına suyun metalaşmasını önleyemeyeceğini belirtmiş ve “kamu-özel işbirliği” projelerinin bu amaçla kurgulandığı açıktır. TEMA ve TOBB’nin hazırladıkları kanun taslağı ile-satır aralarına serpiştirilmiş muhalif kavramlara rağmen- asla suyun metalaşmasını önlemeyi/metalaşma sürecine karşı koymayı amaçlamadığını bir kez daha ortaya koymaktadır. Yukarıdaki madde “sivil topluma” biçilen rol bakımından da son derece önemlidir. Sivil toplum üzerinden toplumsal muhalefetin metalaşma sürecine içerilmesi Birleşmiş Milletler tarafından çeşitli Asya ve Afrika ülkelerinde “kalkınma” başlığı altında daha önce denenmiş bir yöntemdir.

Su Hukuku başlığıyla ele alınan Madde 6- (1) de Su kaynakları “doğal kamusal varlık” özelliğindedir. Bu nitelikten ötürü; bütün sular bulunduğu yerden bağımsızdır ve Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır” denirken; aynı maddenin 2. bendinde de “Kaynak suyu bulunduğu arazinin bütünleyici unsuru değildir. Taşınmaz malikliği veya zilyetliği, kaynak suyu üzerinde bir hak oluşturmaz. Ancak, arazi sahibi veya zilyedinin, bu taşınmaz için kaynaktan, özel su tanımı kapsamında, öncelikle yararlanma hakkı vardır.Arazi sahibi bu kaynak suyundan, doğduğu tarlasının cazibe ile sulandığı kadarı üzerinde hak sahibidir.” Bu madde her ne kadar ilk okunduğunda su kaynakları üzerinde mülkiyet tesis edilmesinin önlendiğini düşündürüyor olsa da, gerçekte, su kaynaklarının, üzerinde bulunduğu toprağın mülkiyetinden bağımsız olarak şirketlere verilebileceği belirtilmektedir. Meksika’nın Chiapas bölgesinde çiftliklerde mevcut yer üstü ve yer altı sularının belli bir bölümünü sanayi şirketlerine devredilmesi karşılığında bu çiftliklere şirketler tarafından damlama sulama sistemleri döşenmiş ve şirketlere devredilen su miktarları piyasada fiyatlanmak suretiyle suyun metalaşması sağlanmıştır. Bu maddenin amacı da suların parçalı ya da bütünsel olarak toprak mülkiyetinden bağımsızlaştırılarak satılabilmesidir. Kanun taslağının bu işleme karar verme yetkisini devlete vermesi suyun metalaşmasını önleyecek bir yetki devri gibi değil; tersine kamu-özel işbirliği projeleri, “kamulaştırma” tarzı devlet yaptırımlarının devreye girmesiyle suyun bir piyasa malı haline getirilmesinin yasal zemini gibi okunmalıdır. Bu tespitimizin doğruluğu ise taslağın aynı madde altındaki (2.) bendinden anlaşılmaktadır: Arazisinde faydalı ihtiyaçları için yeterli miktarda su bulamayan veya bu suyu aşırı güçlüklere ve gidere katlanmaksızın başka yollardan sağlayamayan kişiler, komşu arazideki faydalı ihtiyaçtan fazla olan sulardan yararlanır. Komşu arazideki sudan faydalanma koşulları yönetmelikle düzenlenir.

Bu anlamda MADDE 7-(1) de “Devlet sularla ilgili irtifak hakları oluşturabilir. İrtifak hakkının devrinde arazi sahibine öncelik tanınır.” denmektedir. Farklı mülkiyetler altındaki toprakların altında ve üstünde mevcut suların şirketlere satılabilmesi için önce kullanım ve sahiplenme haklarının tesisi, bunun yapılabilmesi için de “kamulaştırma” işlemleri gerekecektir ve bu görev de elbette devletindir. Bu madde ile ticarileştirme irtifak hakları üstünden sağlanacabilecektir.

Maddenin 3. bendinde ise “Kendisine yeraltı suyu tahsis edilen gerçek veya tüzel kişi, bu suyun ancak kendi faydalı ihtiyacına (!!!) yetecek miktarını kullanma hakkına sahiptir.” denmektedir. Örneğin bir çiftliğin topraklarında akan bir nehrin sularının belli bir bölümü Coca-Cola ya da Cargill şirketine satılacak ama bu şirketler kendilerine tahsis edilen suyun ancak kendi “faydalı ihtiyaçlarına” yetecek miktarını kullanabilecektir. Peki, şirketler için faydalı ihtiyaçlar nasıl, neye göre belirlenecektir? Her iki şirket de gıda malı ürettiklerini ileri sürerek üretimlerinin “faydalı ihtiyaçlar” kategorisine alınmasını sağlayacak, tahsis edilen su miktarları açısından ise -ölçekleri ve kullandıkları ileri teknolojilerden ötürü- bu şirketler diğer su kullanıcıları aleyhine daha ayrıcalıklı konumda olacaklardır.

Madde 8- (1) de su kaynakları yönetimi yetkisinin devlette olacağı, Devletin de bu yetkiyi “Anayasamızın konuya ilişkin hükümleri doğrultusunda ‘ulusal güvenlik, toplumsal ve ekonomik zorunlulukları’ gözeterek, ‘kaynak belirleme – kaynak geliştirme – kaynak koruma – tahsis ve kullanım ve izleme denetim’ fonksiyonları kapsamında ve bütünleşik havza yönetimi yaklaşımıyla yerine getireceği”. bir kez daha belirtilmektedir. Aynı maddenin devamında Madde 8- (2) (b) de ise devletin su yönetimindeki görevleri başlığı altında “kaynakların geliştirilmesi amacıyla; yüzey akışın biriktirilmesi, akarsuların depolanması, yüzey buharlaşmasının azaltılması ve yeraltı sularının beslenmesi için projeler tasarlamak ve gerekli yatırımları yapmak ve yaptırmak” olarak belirlenmekte; Madde 8- (2) (e) de ise “İçme, kullanma, doğal yaşamı sürdürme, tarımsal sulama, sanayi suyu sağlama ve hidrolojik enerji üretimi önceliklerine göre tahsis, kullandırma, izleme ve denetim uygulamalarını yapmak,” denmektedir. Tek başına bu 2 madde alt başlığı bile, baraj, HES ve rezervuar inşaatlarının önümüzdeki dönemde yasal meşruiyet de sağlanmış olacağı için büyük bir hız kazanacağını; açılan karşı davaların kazanımla sonuçlanma olasılığının ise hızla azalacağını ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, bugüne kadar bazı davaların halklar lehine sonuçlanması kısmen de olsa böylesine kapsamlı bir su kanunun bulunmamasından kaynaklanmıştır.

Kanun tasarısında tarımsal sulama da ihmal edilmemekte ve 8. Maddenin (2) (g) bendinde tarımsal sulamanın piyasa fiyatlarına endekslenmesi amacıyla “Tarımsal sulama amaçlı yatırımlarla su ekonomisini sağlayan sulama sistemlerini projelendirmek, gerektiğinde sulama alanlarında arazi toplulaştırması ve tarla içi geliştirme hizmetlerini yapmak ve yaptırmak ve bu amaçla tarım üreticilerinin eğitimini gerçekleştirmek” ten söz edilmektedir. Bugüne kadar suyu ve doğal kaynaklarıyla barış içersinde yaşamış küçük çiftçiler, tarlalarına gelişmiş sulama teknolojilerinin getirilmesinin sevinciyle muhtemelen bu sürecin sularının piyasalaşmasının ön adımları olduğunu fark etmeyeceklerdir. Tıpkı kısır tohumların (suicide seeds) Türkiye’ye ilk geldiği yıllarda çiftçiler tarafından büyük rağbet görmesi, takip eden yıllarda ise gerek orijinal tohumları saklamamalarından gerekse kısır tohumların fiyatlarındaki astronomik artışlar yüzünden büyük zararlara uğraması gibi.

Madde 9-(1) Su ve Sulama Yönetiminde Katılımcılık konusunu detaylandırmakta ve şöyle demektedir: “Bu katılımcılık, ilgili sivil toplum kuruluşları katkılarının yanında, özel olarak da iller ölçeğinde oluşturulacak ve kamu kesimi ile sivil toplum katılımcılığının ilkece eşit sayıda üye ile temsil edileceği, Su Kaynakları Koruma Kurulları aracılığıyla yerine getirilir. Bu kurullarda görev alacak sivil toplum kuruluşlarından en az birisinin, toprak, su ve orman konularında görev yapan ve ülke çapında örgütlenmiş kuruluşların temsilcilerinden seçilmesi ile TMMOB ve TOBB’den de birer temsilcinin bulunması esastır. Kurulların yapısı ve işleyiş biçimi yönetmelikle düzenlenir. Bu maddede gönderme yapılan sivil toplum kuruluşlarının ne derece “sivil” olacağı tanımdan ötürü şüphe götürür bir konumdadır. Başka bir deyişle 1 TMMOB temsilcisinin karşısına biri TOBB diğeri sermaye STK’larından örneğin TEMA, Doğa Derneği ya da WWF’den olmak üzere 2 tane sermaye temsilcisinin çıkarılacağı anlaşılmaktadır.

Su Kaynakları Koruma Kurulları’nın nasıl işleyeceğini anlatan 10- (1) (d) bendinde “Sulama yatırımları konusunda yerel halkın eğilimlerini ilgililere yansıtmak, sulama yatırımları konusunda özerk ve örgütlü halk girişimciliğini özendirmek” den söz edilmektedir. Görünüşe bakılırsa sermaye STK’ları su kanununun çıkmasını beklemeden “özerk ve örgütlü halk girişimciliğini” bugünden hazırlamaktadırlar.

Kurulların bir başka görevi de su kullanımıyla gerçekleşecek yeşil enerji yatırımları için çevresel değerlendirmeler yaparak, toplum adına kamu kesimine görüş bildirmek olarak belirlenmiştir: Su kullanımıyla gerçekleştirilecek verimli ve ekosisteme uyumlu enerji amaçlı yatırımlar için, çevresel değerlendirmeler yapmak, toplum adına kamu kesimine görüş bildirmek, [Madde 10- (1) (e)].Bu madde, gerek TEMA’nın da asli bileşenlerinden biri olduğu Türkiye Su Meclisi’nin gerekse TEMA, Doğa Derneği ve WWF gibi sermaye STK’larının HES karşıtı yerel mücadelelere neden bu kadar yakın bir ilgi gösterdiklerini de açıklamaktadır. Karşıtlık adı altında yerel halkla sıcak ilişkiler geliştirildikten sonra halkı “her şeye karşı çıkmamaları, kabul edilebilir HES projelerine destek olmaları gerektiğine” ikna etmeye çalışacaklarını bugünden öngörmek yanlış olmayacaktır. Toplum adına devlete görüş aktarma rolü biçilen bu STK’ların tesadüfen belirlenmeyeceği; bu görevin sadece bugün de devletle organik ilişki içinde olan, Devlet projelerinde kar amaçlı işletmeler sıfatıyla görev almış TEMA, WWF ve Doğa Derneği gibi sermaye STK’larına verileceği açıktır.

Su kaynaklarının geliştirilmesi konusunun ele alındığı Madde 14- (1) de “yüzey akışın biriktirilmesini ve tüm akarsuların depolanabilmesiniön gören ‘su hasadı’ amacıyla;

  1. koşulların elverdiği her ortamda depolama tesis ve yatırımlarınıngerçekleştirilmesi,
  2. elverişli alanlarda bu amaçla teraslamaların yapılması, yeraltı sularının doğal ve yapay yollarla beslenmesi ve bu amaçla suni besleme, yeraltı barajlarının inşası,
  3. bu kaynakların verimini artıracak tekniklerin uygulanması, yeraltı suyu barajlarının oluşturulmasıve kontrol altına alınması, yüzey buharlaşmasını azaltacak yöntem ve tekniklerin uygulanması,
  4. zorunluluk olması durumunda havzalar arası su transferlerinin yapılması ve benzeri uygulamalar Devletçe yerine getirilir.

” denmektedir.

Yukarıda başlıklar halinde aktarılan maddeden, bugün sayılarla ifade ettiğimiz ve karşı çıktığımız HES’ler ve barajların bu tasarının yasalaşmasından itibaren istisnasız tüm yüzey ve yer altı sularını kapsayacağı anlaşılmaktadır. Yer altı barajlarının bile gündemde olduğu bu devasa proje havzalar arası su transferlerine de yeşil ışık yakarak sadece TEMA’nın değil; yanı sıra TEMA benzeri bütün STK’ların ve en önemlisi Türkiye’deki su hakkı muhalefetini kendi şemsiyesi altında toplamaya çalışan şirketlerin T.Su Meclisi’nin gerçek yüzünü de ortaya koymaktadır.

Taslağın Madde 18- (7) bendinde yer altı su kaynaklarının korunması yetkisi Bakanlığa (Su Bakanlığı???) verilmekte ve şöyle denmektedir: “Yer altı suyu kullanma belgesi sahipleri su verimini artırmak ve benzeri gerekçelerle yeraltı su yapılarına müdahale edemez ve su yapısını değiştiremez. Bu amaca dönük faaliyetler ancak Bakanlık izniyle yapılabilir.” Bakanlık yetkilendirmesiyle adeta topun taca atıldığı bu düzenlemenin, şirketlerin yer altı sularını talan etmesini engelleme değil kolaylaştırma amacıyla yapıldığı açıkça görülmektedir. Yapılan sadece işlemin çok kolayca alınabilecek bir izne bağlanarak toplumun ikna edilmesi amacını taşımaktadır. Bakanlığın suyun metalaşmasını sağlayan birincil otorite olduğu artık herkesin malumudur.

Aynı maddenin bir sonraki bendinde ise “(8) “Kuyu açan kişi, bulunan suyun ancak faydalı ihtiyaçlarına yetecek miktarını kullanmaya yetkilidir. Bu miktarı aşan sular ile sulama, kullanma ve işlenerek veya doğal hali ile içme suyu olarak satılmak üzere çıkarılan yer altı suları, ilgili kanun hükümlerine göre Maliye Bakanlığı tarafından kiraya verilir!!!” İfadesine yer verildiği dikkat çekmektedir. Bütün kuyuların ve su kullanımlarının kayıt altına alınması suyun alınıp satılabilen bir piyasa malı haline getirilmesinde oldukça kritik bir aşamayı temsil etmektedir. Çünkü bu, hem su arzını hem de su talebini doğrudan ilgilendiren bir durumdur. Maliye Bakanlığı’nın sulama, kullanma ve doğal hali ile içme suyu olarak kiraya verebilmesi ve kira bedellerinin piyasa rayicinde belirlenmesi kullanılan ve geri kalan su miktarlarının bilinmesini, takip edilmesini gerektirir. Dahası, yer altı sularının bütünüyle ticari amaçlarla kiralamaya açılmasıdır. Su ticaretinin ne denli kar getiren bir sektör olduğu anlaşıldığında binlerce su şirketi sektöre giriş yapacak ve bu da yer altı su rezervlerinin hızla yok oluşuna neden olacaktır. Özellikle yer üstü ve yer altı su akışlarının birbirini var ettiği ve beslediği; biri olmadan diğerinin var olamayacağı hatırlandığında bu sürecin ne denli yıkıcı olacağını bugünden öngörmek zor değildir.

Maddenin takip eden (10.) bendinde “Yeraltı sularının gerçek ve tüzel kişilere tahsisi sonrası kullanımında, ön görülen amaca uygunluğun denetimi ve çekilen suyun miktarının kontrolü için, Bakanlıkça belirlenmiş su sayaçlarının takılması zorunludur.” İfadesi yer almaktadır. Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler’in “Kullanan öder” ilkesi yer altı su kaynaklarına da uygulanmakta; illerde evlere takılanların ardından bu kanunla yer altı sularının da kontörlü su sayaçlarıyla kelepçeleneceği anlaşılmaktadır. Maddenin 11. Bendinde sermaye STK’larına ise bu süreçlerin izleyicisi olma rolü verilmiştir.

Taşkın sularla ilgili Madde 19-(6) da “Dere yatakları üzerine her ne sebeple olursa olsun, yapılacak köprü ve menfez gibi sanat yapıları ile dere yatakları üzerinde veya sınırlarından geçirilecek enerji nakil hattı, yol, petrol ve doğalgaz boru hattı, telefon, içme suyu ve kanalizasyon hatları ve benzeri çeşitli kuruluşlarca değişik maksatlı yapılar için proje aşamasında Bakanlıktan uygun görüşü alınarak inşası sağlanacaktır.” İfadesi yer almaktadır. Bu bağlamda dere yatakları üzerine yapılacak yalnızca HES’ler değil her türlü inşaata vize verildiği ve bu vizenin “Bakanlık görüşü(izin bile değil)gibi son derece zayıf, işlevsiz ve göstermelik bir yaptırıma bağlandığı görülmektedir Böylece Su Meclisi’nin HES karşıtlığının da ne denli yapmacık ve gerçek dışı olduğu anlaşılıyor.

Benzer şekilde Madde 19- (7)de de “Akarsu yatağı içinde veya bitişik alanlarda yapılan her türlü madencilik, kum, çakıl ve stabilize malzeme ocağı işletme faaliyetleri Bakanlığın görüşüne uygun olarak yapılacaktır.” denmektedir. Bakanlıktan yalnızca bir “görüş” alma koşuluna bağlanarak dere yatakları içinde ve etrafında her türlü madenciliğe yeşil ışık yakılmaktadır. Bu madde de diğerleri gibi Kanun taslağında zevahiri kurtarmak için kullanılan “su doğanındır” vb. kelimelerin, çevre ve doğa mücadelesi verdiklerini iddia eden sermaye STK’larının inandırıcılıktan ne denli yoksun olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Sulama sularıyla ilgili Madde 20- (1) de “Geliştirilecek sulama projelerinde öncelikle su tasarrufu sağlayan modern sulama sistem ve yöntemlerinin kullanılması esastır.” cümlesi dikkat çekmektedir. Sermaye STK’larının son yıllarda yerelliklerde yeni sulama teknolojilerinin kullanımı için yaptıkları projeler bu madde ile daha bir görünür hale gelmektedir… Yerel halkı sulama suyunun paralı hale getirilmesine alıştırmak için bir tür “ödüllendirme” yönteminin kullanıma sokulacağı anlaşılmaktadır. Bu projelere köylünün başlangıç katkısı ile uygulama başladıktan sonraki düzenli ödeme miktarlarının takip edilmesi ve su kullanımının piyasaya endekslenme sürecinin çok daha yakından izlenmesi su mücadeleleri açısından kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır.

Madde 20- (2) deki tespit ve önerme ise şöyledir: “Gerek dünyada gerekse ülkemizde tüketilen suyun büyük bölümünün sulamada tüketildiği gözetilerek, basınçlı denetimli sulama sistemlerini ülke kapsamında zorunlu olarak uygulamak ve çok zorunlu koşullar dışında kanalet tipi açık sulama yöntemlerini engellemek Bakanlığın görevidir. Bakanlık bu görevini yerine getirirken, Tarım ve Köyişleri Bakanlığının uygunluk görüşünü almak zorundadır.” Taslağın bu maddesinin, sulama sistemleri üreticilerinin kapitalist çıkarları düşünülerek tasarlandığı anlaşılmaktadır. Bu madde BASUSAD gibi basınçlı su sanayicileri derneği benzeri kapitalist yapıların Türkiye Su Meclisi içinde yer alıyor olmasını da anlaşılır kılmaktadır. Basınçlı sulama sistemlerini üreten kapitalist işletmelerin bu üretimlerini amme hizmeti biçiminde yapmayacakları, asıl amaçlarının kar etmek olduğu gayet açık ve herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Öyleyse Bakanlık aslında neyi zorla uygulatmış, neyi önlemiş ve neyi teşvik etmiş olacaktır? Bakanlık tarafından çıkarılacak kanun ve yönetmeliklerle çiftlikler basınçlı sulamaya geçmeye mecbur edilecek, sonuç olarak ta hem tarımsal sulamanın piyasalaşması sağlanmış hem de basınçlı su sistemlerinin üreticilerinin sermaye birikim hızı artmış olacaktır.

Hidroelektrik enerji suyu kullanım kural ve koşulları ile ilgili MADDE 26- (1) de “Ülke su potansiyelinden yararlanarak hidroelektrik enerji üretimi amacıyla tasarlanan her türlü su yapısının etüdü, planlanması, projesi ve gerçekleştirilmesi Bakanlıkça yapılır veya yaptırılır.” denmektedir. Aslında HES’ler bugün de ya doğrudan Bakanlık tarafından yapılmakta ya da özel sektöre verilen Bakanlık lisansları ile “yaptırılmaktadır”. Burada belki de pek çok aktivist ve mücadele açısından asıl şaşırtıcı olan, bu kanun taslağının kendisini HES karşıtı olarak tanıtan Türkiye Su Meclisi’nin asli bileşenlerinden biri olan TEMA’nın katkılarıyla hazırlanmış olmasıdır.

Taslağın “Özendirme” başlığı altındaki MADDE 27- (1) de “Su kaynaklarının korunması, geliştirilmesi ve amaca uygun kullanılmasına yönelik “korumacı ve denetimli tarımsal sulama yapan, suyu verimli kullanan tarla içi geliştirme ve arazi toplulaştırması yöntemlerini uygulayan ve suyu az tüketen ve kurağa dayanıklı bitki deseni tekniklerini gerçekleştiren üretici ve kullanıcılara, 5488 sayılı Tarım Kanunuyla düzenlenmiş olan tarımsal desteklemelerde öncelik tanınır.” denmektedir. Bu tarz teşvikler, Dünya Su Konseyi, Dünya Bankası ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı tarafından suyun metalaşma sürecini hızlandırma amacıyla geliştirilmiş ödüllendirme mekanizmaları arasında sayılmaktadır. TOBB ve TEMA’nın taslağı hazırlarken hangi kaynaklardan feyz aldığı açıkça görülmektedir. Metalaşma sürecini kimler tepkisiz olarak kabul ederse, bu kesimler tarımsal desteklemelerle ödüllendirilecektir.

Aynı maddenin takip eden bendinde ise (2) “Su ekonomisini gözeten ve başta basınçlı sistemler olmak üzere denetimli sulama yatırımı yapan tarım üreticilerine, 5488 sayılı Tarım Kanununun on sekizinci maddesinde sayılan ilkeler gözetilerek, teşvik edici özel destekleme uygulamaları yapılır.” denerek, yeni teknolojileri kullanan çiftçilerin de teşvik kapsamına alınacağı belirtilmektedir. Sayılan bu ödüllendirmelerin, yerelliklerdeki muhalefeti nasıl etkileyeceğini öngörmek zor değildir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME:

Türkiye’deki bütün yasalar her zaman uygulamanın ardından gelmekte, genelde fiili uygulama başladıktan sonra yasaların çıkarılmaktadır. TOBB ve TEMA tarafından hazırlanan su kanunu tasarısı yer altı ve yer üstü suları ile havzaların ticarileşmesini hızlandıracak olması ve bu amaçla dağıtılan HES lisansları, maden arama ruhsatları, yer altı suyu şişeleme izinleri gibi uygulamaların yasa ile desteklenmesi ve muhalefet yapma araçlarını zayıflatması bakımından son derece önemlidir.

Ayrıca, alıntıladığımız maddeler ve bu maddelere getirdiğimiz açıklamalar bu kanun taslağının yasalaşması halinde su kaynaklarının talan edilme sürecinin çok büyük bir hız kazanacağını göstermektedir. Kanun taslağının ortaya koyduğu bir diğer gerçeklik ise TEMA, Doğa Derneği, WWF vb. sermaye STK’larının bu süreçte nasıl bir rol üstlendiklerini açıkça ve bütün boyutlarıyla gösteriyor olmasıdır. Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasası’nın su hakkı mücadelelerinin önüne adeta bir “Truva atı” gibi konduğu, muhalif hareketler bütün enerjilerini bu yasaya karşı çıkma yolunda harcarken onu çok daha aşan bir yıkım yasasının su ve su havzalarının ticarileştirilmesi üzerinden hazırlandığı anlaşılmaktadır. Kanun taslağını hazırlayanın TEMA gibi toplumda STK kimliği ile tanınan, muhalif dili kullanmada son derece usta, doğayı koruma konusundaki iddialarına ülke çapında meşruiyet sağlamış bir kurumun olmasının ise kanunun yasalaşma sürecindeki olası karşı çıkışları zayıflatacağını bugünden öngörmek hiç zor değildir.

SUPOLİTİK ÇALIŞMA GRUBU

26 Nisan 2011

KİP: Sisteme Lanet,Nükleere Hayır! Sevdiklerimizi toprağa koyduk,hergün birkez daha biz de öldük…Yetmedi mi?

İSTANBUL (DİHA) – Çernobil faciasının 25. yılında, Türkiye’de nükleer santral yapılmasına karşı çıkan yaşam savunucuları, İstiklal Caddesi’nde yürüyüş yaparak, “Nükleere hayır” dedi. Yaşam savunucuları, “Çernobil ile bizleri ölüme mahkum ettiğiniz yetmedi mi? Sevdiklerimizi, en güzellerimizi toprağa koyduk, her gün bir kez daha biz de öldük… Yetmedi mi?” diye yetkililere sordu. 

Karadeniz İsyandadır Platformu aktivisti üçbin civarında yaşam savunucusu, Rusya’nın Kiev kentinde 1986 yılında gerçekleşen, çok sayıda insanın yaşamını kaybetmesine neden olan ve yıllarca da etkisi süren Çernobil Nükleer Santral kazası nedeniyle bugün bir kez daha sokaklara çıktı. Taksim Tranway durağında bir araya gelen yaşam savunucuları önce, “Sisteme lanet nükleere hayır”, “25 yıldır ölüyoruz” ve “Nükleer santral istemiyoruz” yazılı pankartları açtı. Buradan İstiklal Caddesi üzerinden Galatasaray Meydanı’na doğru yürüyüşe geçen grup, ellerinde Lazca ve Hemşince “İsyan”, “Nükleer istemiyoruz” ve “Nükleere hayır” yazılı dövizler taşıdı. Yürüyüş boyunca yöresel müzik enstrümanı tulum çalan grup sık sık, “Çernobil’i unutma nükleere bulaşma”, “Katil Çernobil bu kaçıncı ölüm”, “Yaşam isyan özgürlük” sloganları attı. Yürüyüş sırasında İstiklal Caddesi üzerinde yeni açılan alışveriş merkezi Demirören AVM’nin önünden geçerken, “Demirören sıra sana gelecek” diye tepki gösterildi. 

Galatasaray Meydanı’na ulaşan grup burada, sirenlerin çalması ile birlikte Çernobil faciasının patladığı anı anımsatarak, ölüm anını canlandırmak üzere, kısa süreli olarak yerlere yattı. Daha sonra grup adına Karadeniz İsyandadır Platformu üyesi İstanbul Üniversite öğrencisi Emel Çolak açıklama yaptı. Çernobil faciasının dünyayı kasıp kavurduğu günlerde zamanın Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren’in “Biraz radyasyon kemiklere yararlıdır”, Başbakan Turgut Özal’ın “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” dediğini hatırlatan Çolak, devlet tarafından işlenen bu suçun, bütün ölümlere ve bilimsel verilere rağmen kabul edilmediği gibi “küstahça” örtülmeye çalışıldığını söyledi. 

‘Çernobil’in çocukları olarak her gün öldük’

“Nükleer karşıtı olmamız için, Fukuşima’da nükleer kaza olmasına gerek yoktu. Bizler 25 yıldır bu ülkede ‘Çernobil’in Çocukları’ olarak her gün öldük” diyen Çolak, “Sevdiklerimizi, dostlarımızı, yakınlarımızı toprağa koyduk. 25 yıldır her gün, her saat nükleere ve bunu başımıza bela eden sisteme lanet ettik. Bugün bir kez daha, başta nükleer santraller olmaz üzere, yaşamımızı yok eden sözde enerjilere isyan ediyor, bunları başımıza bela eden sisteme lanet okuyoruz. Bizler nükleere karşı çıkarken, iktidara ve şirketlere ne bir alternatif sunuyoruz ne de ‘uzlaşalım’ diyoruz. Çünkü biliyoruz ki, yaşamın alternatifi olmaz” diye konuştu. 

Çolak, açıklamasını “Çernobil ile bizleri ölüme mahkum ettiğiniz yetmedi mi? 25 yıldır, radyasyonlu çaylar, fındıklar, sütler ile öldürüldüğümüz yetmedi mi? Sevdiklerimizi, en güzellerimizi toprağa koyduk, her gün bir kez daha biz de öldük… Yetmedi mi?” diye sorarak, bitirdi. 

(ek-mtç/iya)

Etkin Haber Ajansı / 26 Nisan 2011 Salı, 21:29

İSTANBUL- Taksim Meydanı’nda bir araya gelen Karadeniz İsyandadır Platformu üyeleri, “Sisteme lanet nükleere hayır” yazılı pankart açarak Galatasaray Meydanı’na yürüdü. İstiklal Caddesi boyunca öfkeli bir şekilde yürüyen yüzlerce kişi sık sık “Katil Çernobil bu kaçıncı ölüm”, “Çernobili unutma nükleere bulaşma” sloganlarını attı. Lazca ve Hemşince lolipopların taşındığı yürüyüşün önünde tulum çalındı. Eyleme Alper Taş ve Şevval Sam’da katılarak destek verdi.

Galatasaray Meydanı’nda Platform adına açıklama yapan Emel Çolak, 26 Nisan 1986’da gercekleşen Çernobil nükleer felaketinin üzerinden 25 yıl geçtiğini ve 25 yıldır başta Karadenizliler olmak üzere ölüme mahkum edildiklerini belirtti.

“Çernobil faciasının dünyayı kasıp kavurduğu günlerde zamanın Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren, ‘Biraz radyasyon kemiklere yararlıdır’, Başbakan Turgut Özal ‘Radyoaktif çay daha lezzetlidir’ diyebiliyor; Sanayi Bakanı Cahit Aral ise halkın huzurunda radyasyonlu çay içebiliyordu” diyen Çolak, yılar önce bunları yapan devletin bugün onların üstünü örtmeye çalıştığını söyledi.

Japonya’da yaşanan felaket sonrası Fukuşima’daki patlamalar ve radyoaktif sızıntının etkilerinin hala canlı olduğunu ve dünyada nükleer karşıtlığının hız kazandığını dile getiren Çolak, “Nükleer santralı evdeki tüpgaza indirgeyerek Sinop’a, Mersin’e ve Trakya’ya nükleer santral yapmayı planlayan bu dayatmacı zihniyete boyun eğecek değiliz” dedi

Nükleer karşıtı olmaları için, Fukuşima’da nükleer kaza olmasına gerek olmadığını söyleyen Çolak, 25 yıldır bu ülkede “Çernobil’in Çocukları” olarak hergün öldüklerini, sevdiklerini, dostlarını, yakınlarını toprağa koyduklarını ifade etti.

“Yaşamlarımız üzerinde oyun oynamanıza izin vermeyeceğiz“ diyen Çolak, “Çernobil ile bizleri ölüme mahkum ettiğiniz yetmedi mi? 25 yıldır, radyasyonlu çaylar, fındıklar, sütler ile öldürüldüğümüz yetmedi mi? Sevdiklerimizi, en güzellerimizi toprağa koyduk, her gün bir kez daha bizde öldük… Yetmedi mi?” diye sordu. 

Tüketici Davranışı ve Yeni Pazarlama Anlayışı: Şirket-STK işbirliğinin itibara etkisi :)

15.08.2004

Yöntem Araştırma 2000 yılından beri GlobeScan tarafından yönetilen ve 20 ülkede her biri yaklaşık 20000 kişiyle görüşülerek gerçekleştirilen üç küresel araştırmanın Türkiye halkasını oluşturuyor. Araştırmalar, kurumsal sosyal sorumluluk, küresel trendler ve çevrecilikle ilgili geniş bir alanı kapsıyor ve arka planda sürdürülebilirlik yer alıyor. Globalmonitor, bu üç araştırmanın belli bir bağlam içinde eklemlenmesinden oluşuyor.

Kurumsal sosyal sorumluluk kapsamında gerçekleştirilen ve şirketlerin sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmaları halinde, bunun taraflara kazandırdığı itibarı ölçen araştırma sonuçları ilginç bulgular içermektedir.

Dünya kamuoyunun %72’sine göre şirketlerin, spesifik bazı sosyal sorunları çözmek için sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmaları, bu şirketlere duyulan saygıyı arttırmaktadır. Buna karşılık dünya kamuoyunun ancak %46’sına göre, sivil toplum kuruluşlarının bazı hedefleri gerçekleştirmek için şirketlerle işbirliği yapmaları bu kuruluşlara itibar kazandırmaktadır. Özetle, böyle bir işbirliği, şirketlere duyulan saygıyı, sivil toplum kuruluşlarına duyulan saygıdan daha fazla arttırmaktadır.

Analizimizi gelişmiş ve gelişmekte olan pazarlar açısından sürdürürsek ortaya çıkan tablo ilginçtir. G.1 ve G.2 gelişmiş ve gelişmekte olan bazı ülkelerdeki durumu göstermektedir. Dikkat edilirse, tüm ülkelerde, anılan işbirliği, şirketlere olan itibarı daha fazla arttırmaktadır. Ancak, gelişmiş ülkelerde şirketlerle sivil toplum kuruluşlarına olan itibarın etkisi arasındaki fark, gelişmekte olan pazarlardaki anılan farka göre daha fazladır.

O kadar öyle ki, örneğin Türkiye’de bu fark neredeyse ortadan kalkmıştır. Yani işbirliği yapmaları halinde sivil toplum kuruluşları da şirketler kadar itibar kazanmaktadırlar. Çin ve Rusya’yı bir yana koyarsak diğer gelişmekte olan pazarlarda, sivil toplum kuruluşlarının kazandığı itibar şirketlerin kazandığı itibara yaklaşmaktadır.

http://www.marketingturkiye.com/yeni/Yazarlar/Yazar_Detay.aspx?id=309

“Patron Duyarlılığı?” E. Ali Aydın (Haber Fabrikası)

EDİTÖR’den- Kapitalizmin dünyayı şekillendirme iddasının en büyük kanıtı, dünyanın döngüsünü doğal süreçleriyle buluşturma hevesinde olanları kendine eklemleme becerisi. Dünya üzerinde ‘ekolojik duyarlılığın’ militan aktörleri olarak işe başlayan yeşilbarış (greenpeace) hareketi de zamanla oluşan yeşil ekonominin CEO’ları olmuştu. Üye sayılarının çok üzerinde bir başarı sağlayan ve kitlelerde karşılık bulan bu oluşum, zamanla büyük şirketlerde ‘ekolojik danışman’ olarak işe girmek için bir referans kaynağı oldu. Eskinin militan çevrecilerinin çoğu stajını tamamlayıp buğdaydan benzin yapılması gibi ‘süper’ fikirlerin rantına ortak oldu. Hareket birçok çevre olayına müdahil olsa bile gençliğin romantize edilmiş bir orta sınıf mecarası olarak anılıyor şimdilerde. Tıpkı çevrecilerin Avrupa’da politik arenada gördüğü türden bir ‘gaz alma’ mekanizmasına dönüştüler.

Yeşil ekonomi denen yeni bir pazarın oluşmasına ve doğal kaynakları kara tahvil eden şirketlere yeni bir gelir kalemi oluşmasına yardım eden yeşilbarışçılara katılmak kariyer planı yapanların ajandasına kayıtlı. Faaliyetleriyle doğal dengeyi bozanlar, yaşam alanlarını yok edenlerin son 10 yılda yarattığı bir sektör. Bak dünya yok oluyor, bizim arabaya bin.

Patron Duyarlılığı

Türkiye’de ise 90′larda kurulan TEMA tam anlamıyla bir patron/sermaye kuruluşudur. TEMA sanayicilerin ve yatırımcıların yarattığı tahribata karşı oluşan radikal çevreci mücadelelerin gazının almak, kamuoyunu maniple edilmek için kurulmuştur. TEMA öyle bir vakıftır ki, hepsi iş insanı olan yöneticilerinin HES projelerinden birkaçını kapmış olabilir. Vakıf yetkililerinin yaptığı kimi açıklamalarda nükleer’e karşı olmadıkları biliniyor.

400000 üyesi olduğu söylenen bu vakfın, 15 yıldır süren çevre-doğa yağmasına karşı mücadele eden insanlara destek verdiği pek görülmez. Patronların oluşturduğu bir vakfın duyarlılığı da bu kadar olur.

Mücadele İsyan Gerektirir

Karadeniz İsyandadır Platformu gerçek bir mücadele birliğidir. İktidarın rant dağıtım aracı olarak kullandığı HES’lere karşı hayatlarını savunan yöre insanlarının bir araya geldiği gerçek bir hareket. Egemenlerin yönlendirdiği sarı çevrecilere değil, yaşadıkları çevrenin yok olmasıyla sınanan insanlara destek verilmeli.

Platformdan Mustafa Cevdet Arslan’ın yazdıkları muhakkak okunmalı. /E. Ali Aydın

Gerçeği savunmak için. ( https://ekolojiagi.wordpress.com/2011/02/09/tema-kocaman-sirketlerin-kocaman-vakfi-sermaye-cevreciliginin-ana-temasi/ )

http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=9781